4
Yorum
5
Beğeni
5,0
Puan
94
Okunma

Taş Susarsa, Kalp Konuşur
Yazar: Murat Kerem
Asr-ı Saadet’ten Günümüze Mescidin, İlmin ve İbadetin Sessiz Yolculuğu
Bir şehri ayakta tutan şey binalar değildir. Tarih, görkemli sarayların yıkılışına; surlarla çevrili şehirlerin harabeye dönüşüne defalarca şahitlik etmiştir. Fakat bazı mekânlar vardır ki taşları dağılsa bile manaları yürümeye devam eder. Çünkü onları ayakta tutan şey harç değil, ruhtur.
Bugün camilerin kapıları açıktır. Minareler hâlâ göğe uzanmakta, ezanlar hâlâ semayı yarmaktadır. Fakat asıl soru şudur: Kalpler hâlâ o kapıdan içeri girebiliyor mu? Daha da önemlisi, cami hâlâ hayata yön veren bir merkez midir; yoksa yalnızca uğranıp çıkılan, ruhu içeri alınmayan bir durak mı hâline gelmiştir?
Bu sorunun cevabı, bizi doğrudan Asr-ı Saadet’e götürür.
Başlangıç Noktası: Mescid Bir Bina Değil, Bir Merkezdi
Efendimiz Hz. Muhammed (sallallahu aleyhi ve sellem), Medine’de bir toplum inşa ederken merkezine saray koymadı. Gücü temsil eden bir yapı, ihtişamı çağrıştıran bir mekân seçmedi. Kalbin yerine ne koyduysa, hayatın merkezine de onu koydu: Mescid.
Mescid-i Nebevî yalnızca namaz kılınan bir yer değildi. Orası, insanın inşa edildiği yerdi. Namaz kılınıyor, ama hayat da istikamete giriyordu. Kur’ân okunuyor, fakat insan da okunuyordu. Sorular soruluyor, ancak soru soran kalp incitilmiyordu. İlim öğretiliyor, fakat kibir üretilmiyordu.
Kur’ân bu hakikati şöyle dile getirir:
“Allah’ın, içinde adının anılmasına ve yüceltilmesine izin verdiği evler vardır.” (Nur, 24/36)
Bu ayet, mescidi yalnız bir ibadet mekânı olarak değil; ilmin, zikrin ve istikametin merkezi olarak tarif eder. Sahâbî mescide yalnız sevap kazanmak için değil, yön bulmak için gelirdi. “Bugün kaç rekât kıldım?” hesabıyla değil; “Bugün Rabbim benden ne istiyor?” sorusuyla saf tutardı.
Bu sebeple mescid, ümmeti ayakta tutan bir yapı değil, canlı bir merkezdi.
Mescid-i Nebevî’de Bir Sahne: Soruya Hürmet, Kalbe Rehberlik
Bir gün Hz. Ebû Zerr (radıyallahu anh), Mescid-i Nebevî’ye geldi. Kalbinde dünya ile ahiret arasındaki dengeye dair bir ağırlık vardı. Zenginlik, fakirlik, takva ve fazilet meseleleri zihnini meşgul ediyordu. Edep içinde Efendimiz’e yaklaştı ve sordu:
“Yâ Resûlallah, Allah katında hangisi daha faziletlidir?”
Bu soru kuru bir bilgi talebi değildi. Bu, bir kalbin kendini tartmasıydı.
Efendimiz onu susturmadı. “Bunu burada sormazsın” demedi. Sorunun arkasındaki niyeti gördü ve cevabını kalbin ihtiyacına göre verdi. Çünkü O biliyordu ki soru bastırılırsa şüpheye dönüşür; soru muhatap alınırsa imana kapı aralar.
İşte Mescid-i Nebevî buydu: Sorunun ezilmediği, tereddüdün dışlanmadığı, kalbin korunarak eğitildiği yer. Bu sebeple mescid, ümmeti ayakta tutan bir yapı değil, bir bilinçti.
Asırlar Boyunca: Cami Hayatın Nabzıydı
Bu ruh zamanla başka coğrafyalara taşındı. Anadolu’da, Balkanlar’da, İslâm beldelerinde cami yalnızca ibadet edilen bir yapı olmadı; mahallenin kalbi oldu. Meşveretin yapıldığı, ihtilafların çözüldüğü, yetimin gözetildiği, komşuluğun yeniden kurulduğu bir merkez hâline geldi.
Osmanlı’nın ilk dönemlerinde cami, insanı “ben”den “biz”e çağıran bir mektepti. Secdeye giden alın, kibri de yere indirirdi. Safa duran omuz, başkasının yükünü de taşımayı öğrenirdi. Bu yüzden insanlar birbirine “emanet” gözüyle bakardı.
İmam Gazâlî’nin ifadesiyle, kalpler ıslah olduğunda harabeler bile medeniyet olurdu. İlim caminin içindeydi, ibadet hayatın içindeydi; ayrılık yoktu.
Zaman Sertleştiğinde: Mescid Eve Taşındı
Tarih hep bu açıklıkla akmadı. Bazen baskılar arttı, bazen söz daraldı, bazen hakikat yüksek sesle konuşamaz hâle geldi. İşte o zaman mescid, bir kez daha ne olduğunu ispat etti: Taştan ibaret olmadığını.
Mescid eve taşındı.
Bir odada loş bir lambanın altında Kur’ân açıldı. Bir sofrada ekmek bölünürken iman konuşuldu. Bir evde çocuklara yalnız harf değil, istikamet öğretildi. Bu evler büyük değildi, gösterişli değildi, kayıtlı da değildi; fakat mescid ruhunu taşıyorlardı.
Nur Sûresi’nde işaret edilen bu evlerin minareleri yoktu; fakat yönleri belliydi. Mihrapları yoktu; ama kıbleleri şaşmamıştı. İbn Teymiyye’nin ifadesiyle hak, mekâna mahkûm değildi; mekânı hak ayakta tutuyordu.
Kapılar Açık, Ruh Daraltılmış
Bugün farklı bir imtihanın içindeyiz. Camiler açık, fakat çoğu zaman soru kapalıdır. Saflar dolu, ama dertler dışarıdadır. Din, resmî bir sese indirildiğinde; vaaz kalbe değil tutanağa konuştuğunda; imam rehber değil, memur gibi algılandığında cami hayattan çekilir.
Kimse “namaz kılmayın” demedi belki. Fakat namazın hayata karışmasına izin verilmedi. Gençlerin soruları tehlikeli sayıldı, tereddütler susturuldu. Camiler böyle öldürülür: Kapısına kilit vurularak değil, ruhuna sınır çizilerek.
Oysa Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem) şöyle buyurur:
“Kolaylaştırın, zorlaştırmayın; müjdeleyin, nefret ettirmeyin.” (Buhârî, İlim)
Sessiz direniş : Nur Sûresi’ndeki Evlerin İhyası
Fakat ümmet tarihte hiçbir zaman tamamen susmadı. Camilerin sustuğu yerde evler konuşmaya başladı. Anneler çocuklarına gecenin sessizliğinde dua öğretti. Babalar evlatlarına yalnız meslek değil, ahlâk mirası bıraktı. Gençler arkadaşlarını evlerine çağırıp Kur’ân okudu.
Bu evler caminin alternatifi değildi; emanetçisiydi. “Taş konuşamıyorsa, biz konuşuruz” dediler. “Minare sustuysa, kalp susmaz” dediler.
Taşı ve Evi Yeniden Buluşturmak
Asıl mesele şimdi buradadır. Ev, sonsuza kadar gizli kalamaz. Cami de yalnızca resmî kalırsa kurur. Asr-ı Saadet’te mescid hayattaydı. Zor zamanlarda ev mescid oldu. Bugün ise ikisini yeniden aynı ruhta buluşturma zamanıdır.
Camide soru sorulabilmeli. Evde ibadet kökleşmeli. İlim korkulan değil, istikamet veren bir emanet olmalıdır. Çünkü din, hayattan koparıldığında değil; hayatın merkezine yerleştirildiğinde diriltir.
Mescid Bir Bilinçtir
Mescid-i Nebevî bize şunu öğretti:
Mescid taş değildir. Mescid bilinçtir.
Taş susabilir. Minare sessizleşebilir. Fakat kalp diri kaldıkça mescid ölmez. Nur Sûresi’nde anlatılan evler ihya edildikçe, camiler de yeniden dirilecektir.
Çünkü mescid, taştan eve; evden kalbe uzanan bir diriliş çizgisidir.
Ve o çizgi, ümmetin kalbinde hâlâ yaşamaktadır.
5.0
100% (2)