1
Yorum
2
Beğeni
5,0
Puan
435
Okunma

---
Zibetra’dan Doğan/şehir –
Bir Konağın Gölgesinde Yaşayan Hatıralar
Zibetra… Zamanın sisli aynasında parlayan eski bir isim. Bugünün Doğanşehir’i, dünün Zibetra’sı… Taşlarına tarih sinmiş, suyunda medeniyetlerin sesi yankılanmış bu şehir, sadece bağlarıyla, bahçeleriyle değil; insanıyla da meşhurdu.
Evliya Çelebi’nin kelimeleri bile yetmemişti bu toprakları anlatmaya: "Yedi çeşit elması, seksen çeşit armudu, vişnesi, torbalı üzüm sarması… Bu İrem bağına methiyede dil aciz kalır."
Oysa sadece meyvesi değil, mayası da başkaydı bu yörenin. Çeşit çeşit madenlerin arasından süzülüp sofraların baş köşesine konulan suyu şifa kaynağıdır.
Şu anda "Maden Suyu"olarak bilinen alanda karaca desenli mozaik tarihi eser olarak müzede saklanmaktadır.
---
Tarihten Gelen Bir Nefes
1236’da Halep’te hastalanan Selçuklu Sultanı Alaaddin Keykubat’a hekimleri şöyle fısıldar:
> "Gülşehri al abad eyle, Orda istirahat eyle."
Ve sultan gelir, bu aziz beldeyi alır; harabeye dönmüş ilçeyi bir nakkaş sabrıyla yeniden inşa eder. Zibetra, bir kez daha can bulur. Abad olur ve adını Gülşehir olarak alır. Ancak bu güzelliğe çok geçmeden Moğol akınları ulaşır; şehir Viranşehir diye anılmaya başlar. Yüzyıllar sonra büyük bir depremle sarsılır ve bu kez de Harapşehir olur adı. Ta ki İsmet İnönü bu topraklara gelip ona yeni bir isim verene kadar: Doğanşehir.
Toprağı dirilir, sesi yükselir, suyu çağlar...
Ve 1911’in bir sabahında, bu toprağa bir çocuk düşer: Mehmet.
Yangından Doğan Bir Çocuk
Üç evladını arka arkaya kara toprağa emanet etmiş aynı zamanda bilge ve asil ruha sahip olan bir annenin koynunda büyür. Yüreği bir yangın yeridir; ama ne feryat eder ne isyan… Acısını kilim desenine işler, gramofondan süzülen hüzünlü bir türküye yükler.
Mehmet, işte bu sabrın, bu sükûnetin, bu derinliğin çocuğudur. Doğarken içine bir inat, bir gayret, bir hikmet bırakılmış gibidir. Beydağı gibi dimdik, Sürgü Çayı gibi coşkulu, Akçadağ Ovası gibi engin...
Kaybettiği kardeşlerinin mukaddes bir telafisi gibi, yüce yaratıcı ona fazlasıyla lütufta bulunmuştur. Zekidir, çalışkandır, ahlaklıdır, merttir. Ve her şeyden öte, elleriyle yazacağı bir kaderi vardır.
---
Bir Su Gibi Akan Hayat
Bir gün çayın kenarına oturur. Sular akar; zaman gibi, ömür gibi... Mehmet suya bakarken sadece akışı değil, hayatın özünü seyreder. Ve orada bir fikir doğar: "Su varsa, değirmen de olur."
İlk çiviyi aklına çakar o gün, sonra eline... Testere, matkap, keser onun için birer süs değil, kaderin anahtarıdır. Elini değdiği yere hayat gelir, taş konuşur, tahta dile gelir.
Yıllar geçer, Mehmet büyür, askere gider, döner, evlenir. Bir anda kalabalık bir sofranın başında bulur kendini. Ve evi, köyün kalbi olur. Siyasi liderler, devlet erkânı onun konağında ağırlanır. Sadece misafir değil; dert gelir, çare aranır. Ve Mehmet, çareyi ararken kendi konağını da büyütür.
Değirmenin ardından bir başka çivi daha çakılır: Bu defa konağın temeline. Ama sadece taş değil, merhamet harcı da konur bu yapıya.
Kimi zaman körüklü çizmesiyle ava gider, kimi zaman takım elbise, kravat ve iskarpinleriyle meclislerde görünür. Takkesi ve ayağındaki mestiyle ise ibadet ve ilim meclislerinde olurdu. Gündüz köyün işleriyle uğraşır, gece yıldızların altında ekinleri sular, ay ışığında tarlasında çalışırdı.
Bir gece, diş ağrısından sesi göklere çıkan biri geldi ama onu evde bulamadı. Eşi, "Kerpeteni vereyim, el fenerini al, tarlada onu bul. Dişini çeksin," dedi. Ve gerçekten Mehmet, o zor şartlarda bile ağrıyan dişi bulup o kişiyi acısından kurtardı. Kurtardığı o genç, bugün İstanbul’un mümtaz iş adamlarından biri.
---
Merhametin Mimarı
Konağında çalışanlara her akşam şu talimatı verir: “Köyde dolaşın. Tahıl ambarlarını kontrol edin. Boş kalan varsa, hemen doldurun. Hiçbir ocak soğuk, hiçbir yastık aç kalmasın.”
Zira Mehmet’in gecesi, başkasının tokluğuna bağlıdır. Ancak o zaman uyuyabilir; ancak o zaman rahattır.
Vaizoğulları ve Muammer Şahin gibi dönemin ileri gelen toplum önderlerinin faaliyetlerine hem akıl hem kaynakla destek olmuştur. Yalnızca kendi konağını değil, köyün ortak ruhunu da inşa etmiştir.
---
Bir Hekimin Kalbiyle Yaşamak
Askerde sıhhiyeci olurken öğrendiklerini, halk arasında unutulmaya yüz tutmuş şifa bilgileriyle harmanlar. Yaraları sarar, diş çeker, sünnet yapar… Ama yalnızca bedene değil, ruha da şifa taşır. Sezgileri öyle güçlüdür ki, bazı tümörlerin türünü anlayıp hastayı doğru yere sevk eder. Bir hekimin ötesinde, adeta halkın dert ortağıdır.
Konağının duvarına içten gömme kitaplık yaptırır. Orada sıradan kitaplar değil; ilim, irfan, hatta sezgiyle yoğrulmuş hakikatler vardır. Kız erkek ayrımı gözetmeden, her çocuğu okumaya teşvik eder. Zira bilir ki; okuyan insan, iyiliğin ve adaletin yolunu açar.
Ve mutfak... Bunca maharetin ve başarının yanında mutfaktaki becerileri de bir ustayı aratmaz. Bir gün, herkes harıl harıl çalışırken, onlara akşam yemeği sürprizi yapmak ister. Satır kıymasından içli köfte hazırlar. Ani gelen büyük misafirlere ise Osmanlı usulü, erikli ve kayısılı kuzu kaburga dolması ikram eder. Bu da annesinin meşhur yemeğidir; tarif bir miras, lezzet bir hatıradır.
---
Zaafın Gölgesinde İhanet
Ancak yıllar geçer, zihni bulanır, hafızası yavaşlar. Alzheimer denilen hırsız, Mehmet’in aklından önce eserlerine göz koyar. Bazı kötü niyetli kişiler, onun emanetlerini “incelemek” bahanesiyle alır ve Adıyaman’da tarihi eser niyetine satar.
Mehmet henüz hayattayken, hatırasına ihanet edilir. Bu, taşın bile yüreğini çatlatacak bir kederdir.
---
Bir Konağın Gölgesinde Yaşayan Bir Ruh
Mehmet 1991 yılında, ardında dua, emek ve hikmet dolu bir ömür bırakarak Hakk’a yürür. Ancak onun elleriyle kurduğu konak hâlâ ayakta. 1986 ve 2023 depremlerini sarsıla sarsıla atlattı. Ama yıkılmadı. Tıpkı Mehmet’in yıkılmayan iradesi, tükenmeyen hizmet aşkı gibi...
O bir insan değil, bir hatıraydı. Bir mekan değil, bir kalpti konağı. Ve şimdi, taşlarında hâlâ onun duası saklı...
Ruhu şad olsun. Amel defteri, satır satır hayırla yazılsın.
Muhterem dedemin anısına...
5.0
100% (1)