0
Yorum
0
Beğeni
0,0
Puan
195
Okunma

Paketleme fabrikasının sabah serinliği hâlâ duvarlara sinmişti. Ortalık sessizdi; yalnızca bantların dönme sesi duyuluyordu. Yusuf, her zaman olduğu gibi kendi köşesinde çalışıyor, kutuları özenle kapatıyordu. Kimseyle fazla konuşmazdı. Sessizlik onun alışkanlığıydı. Belki de sessizlikte Zeynep vardı.
Ustabaşı Hızır o sabah elinde bir gazete ile gelmişti. Sayfaları çevirirken gözleri bir ilana takıldı. Satırları okudukça yüzü gerildi. Adını orada gördü: Yusuf. Altında bir başka isim daha vardı, tanıdık bir sızı gibi kalbine saplanan: Ahmet.
Yanında çalışan genç işçilerden biri de başka bir gazetede aynı ilanı görmüştü. Gidip Hızır’a gösterdi. Ustabaşı Hızır, gazeteyi aldı ve Yusuf’un bulunduğu yere gitti. Her zaman çalıştığı o masa başındaydı Yusuf. Masası yoktu ama kutuları hizaladığı tezgâh ona ait gibiydi artık.
Hızır, gazeteyi tezgâhın üzerine koydu. “Bir bak istersen,” dedi yalnızca ve sessizce geri çekildi.
Yusuf’un gözleri satırlarda ilerledi. Kalbi sanki yavaşladı. Orada yazanlar, aylarca içinden çıkamadığı o geceyi tekrar önüne serdi:
> “Oğlumuz Ahmet’in silah arkadaşı Yusuf’u arıyoruz. Ahmet, şehit düştüğünde yanında olan, onunla aynı ranzayı paylaşan, aynı ekmeği bölen, acısını, sevincini bilen Yusuf... Aylarca onu aradık. Önce Yusuf’un köyünde sorduk. Amcasına ulaştık, İstanbul’a geldiğini öğrendik. Burada da iz sürdük. Bu ilan, artık son çaremiz. Lütfen bize ulaş. Seni tanımak, oğlumuzun son anını duymak istiyoruz. Seni, kendi evladımız gibi bağrımıza basmak istiyoruz. Annesi, babası ve kız kardeşi seni bekliyor. Gören, duyan, bilen lütfen arasın. Telefon: 0384 000 ”
Yusuf’un gözleri doldu. Satırların arasından Ahmet çıktı bir anda… Askerde üst ranzasında yatan, geceleri dertleştiği, yeri geldiğinde cebindeki parasını paylaşacak kadar kendini ona yakın hissettiren o dost, o yoldaş. Harçlığı bittiğinde, Yusuf’un cebine parasını bölüp sessizce koyan, “kardeşim” demeyi utanmadan söyleyen bir delikanlıydı Ahmet.
O geceyi hatırladı. Kurşunların arasında, Ahmet’in “Anama selam söyle...” diye fısıldadığı o son anı. Yusuf’un kollarında can vermişti. Kanı avuçlarına bulaşmıştı. Yusuf, onu kendi kardeşi gibi sevmişti.
Gazeteyi elinde titreyerek tuttu. Ustabaşı Hızır’a döndü, sessizce başıyla dışarıyı işaret etti. “Bir telefon etmem lazım,” dedi kısık bir sesle. Ustabaşı göz ucuyla baktı, başını hafifçe sallayarak izin verdi.
Fabrikanın dışında, dinlenme yerinde bir ankesörlü telefon vardı. Yusuf, çalışma alanından çıktı ve oraya yöneldi. Cebindeki birkaç bozuklukla numarayı çevirdi. Bekledi. Sonunda bir kadın sesi açtı telefonu:
— “Alo?”
— “Ben... Yusuf.”
Kadının sesi bir anda titredi.
— “Yusuf... Ahmet’in arkadaşı Yusuf musun?”
— “Evet.”
Kadın hıçkırıklarla konuşmaya devam etti:
— “Aylarca seni aradık. Ahmet’in bize yazdığı mektuplarda senden söz etmişti. Seni kardeşi gibi sevdiğini yazardı. Oğlumun babası şu an İstanbul’da. Seni bulmak için gitti ama… Dönsün, dönmesin, fark etmez. Ne olur, Nevşehir’e gel. Seni tanımak istiyoruz. Seni de evladımız gibi görmek istiyoruz...”
Yusuf, ne diyeceğini bilemedi. Boğazı düğüm düğümdü.
— “Gelirim,” dedi kısık bir sesle. “Geleceğim.”
Aynı saatlerde, Anadolu’nun bir köyünde, bir evin çevirmeli telefonu uzun uzun çaldı. Kadın açtı. Karşıdan bir ses geldi:
> “Yusuf bulundu. İstanbul’da. Eşime hemen haber verin gelsin. Evde onu bekliyoruz.”
Kadın derin bir nefes aldı. Sessizce telefonu kapattı. Ahmet’in kız kardeşi Umay kapının kenarında duruyordu. Gözlerinde bir umut vardı ama söyleyemediği sorularla doluydu. Annesi gözyaşları içinde başını salladı:
— “Ağabeyinin kardeşi gibiydi. Şimdi bizde Yusuf’u göreceğiz. En sonunda...”
Gözleri pencereye yönelir, dışarıda bir yol görünür. O yolda yürüyen bir adam: Ahmet’in babası... Yüzünde oğlunun arkadaşını bulamama mahcubiyetiyle geliyordu.
(bölüm sonu)