5
Yorum
19
Beğeni
0,0
Puan
719
Okunma
Onda bir şîve-i tahakküm var / Sen diyor, sen benim esîrimsin. (Tevfik Fikret)
Kadınlık yüzyıllardır süregelen bir mücadele alanı. Bir yandan toplumun rolleri, beklentileri ve dayatmalarıyla şekillenen bir varlık olarak, diğer yandan özgür iradesi ve kimliğiyle var olmaya çalışan bir insan olarak yüzyıllardır bir ikilemin arasında gidip geliyor.
Bu çetrefilli yolculukta aşılması gereken zorluklardan biri de bedenlerinin, görünümlerinin, cinselliklerinin metalaştırılmasının önüne geçilerek ticarî bir değere sahip olmalarının engellenmesi. Özgüven zayıflamasıyla kendilerini sürekli yetersiz hissetmelerine neden olunmasının, eril yapının tahakkümü güçlendirmesinin önüne geçilebilmesi… Ama ne var ki erkek egemen zihniyetin yarattığı handikaplar ve beraberinde getirdiği paradokslar bu mücadeleyi zorlaştırıyor ve kadını ikincil plana iten egemen yapı; ona hükmeden, onu kendi çıkarları için kullanan bir sistem olarak önümüze çıkıyor. Toplumdaki yerlerini, rollerini, hatta düşüncelerini belirleyerek dayatılan normlara uymalarını kolaylaştırıyor. Böylelikle kadın, kendi potansiyelinin farkına bile varamadan sürekli erkek egemen yapının beklentilerini karşılamakla meşgul hale getiriliyor.
Metalaşma; kadının alınıp satılabilen, ticareti yapılabilen, eril unsura hizmet eden bir nesne olarak görülmesi anlamına gelirken, bu durum günlük hayatta bin bir farklı biçimde karşımıza çıkıyor. Ancak genel olarak onun düşüncelerini, duygularını, en önemlisi insanlığını yok saymak, onu fiziksel özelliklerine ya da hizmet edebilme yeteneğine indirgemekle yakından alakalı.
Tarih boyunca kadınlar ne yazıktır ki kendi hayatları üzerinde söz hakkı olamayan nesneler olarak görüldü. Rızâları dışında gerçekleştirilen görücü usûlü evlilikler, Asya, Afrika ve Orta Doğu’daki bazı ülkelerde uygulanan genital mutilasyon ve cariyelik adı altında cinsel köle olarak satılmaları gibi korkunç uygulamalar hiç şüphesiz metalaştırmanın en acımasız örnekleriydi ve tarih bunları bir bir yazdı… Günümüzde bu açık tatbikler azalmış olsa da daha incelikli biçimleri halen devam etmekte. Özellikle medya ve kitle iletişim araçlarında sıklıkla fiziksel görünümleriyle öne çıkarılırken ederleri(!) hatta maaşları bile dış görünüşlerine göre belirlenmekte. Bu da onların kendi değerlerini “ciddi ciddi” sorgulamalarına, kendilerini çoğunlukla bedenleri üzerinden tanımlamalarına yol açıyor.
Ortaya çıkan manzaradan en fazla kâr eden sektör ise estetik cerrahî pazar. Bu pazar, kadınların fiziksel görünümlerini belirli güzellik standartlarına uydurarak onları birer tüketim nesnesine dönüştürüyor. Bir taraftan vücutlarını ve yüzlerini sürekli “mükemmelleştirmeye” teşvik ederken diğer taraftan kendi bedenleriyle barışık olmalarını zorlaştırıyor. Daha da kötüsü genç yaşlarda kendilerini sürekli başkalarıyla kıyaslamalarına sebebiyet veriyor; ince beden, dolgun göğüsler, dolgun dudaklar, kalkık burun gibi dayatılan güzellik standartları bilhassa genç kızların özgüvenlerini olumsuz etkilerken beden algılarını tabirî caizse felce uğratıyor. Yüksek maliyetli operasyonlara enfeksiyon, kanama, alerji, vücut dismorfik bozukluğu, memnuniyetsizlik, sosyal görünüm kaygısı ve bağımlılık gibi psikolojik sorunlar da eşlik ediyor. Dolayısıyla mükemmel fiziksel görünüme sahip kadınların medya, reklamlar aracılığıyla sürekli idealize edilmesi yeni neslin kendisini yetersiz hissetmesindeki en büyük etken. Bu pazarda kadınları ekonomik olarak sömürmek ve maddi açıdan zor duruma sokmak için yaratılan toplumsal baskıdan bahsetmiyorum bile.
Öte yandan pornografi, seks ticareti gibi sektörler dişi bedenini ve cinselliğini merhametsizce metalaştırarak en savunmasız insanları -çocuklar da dahil olmak üzere- sömürmeye devam ediyor. Kabul edilemez insanlık dışı bu pazar da ne acıdır ki yine eril yapıya hizmet veriyor. Başka bir deyişle bu tür sektörler özellikle anormal erk güçler tarafından yönetildiğinde hem kadınlar hem de bu ağa yakalanan çocuklar, hasta ruhların elinde oyuncak olmaya mahkûm kılınıyor. Ve tablo her zamanki gibi kadın ve çocukların insan olarak haklarının ihlâl edildiği, değerlerinin istismar edildiği, toplumdaki yerlerinin her geçen gün zayıfladığı gerçeğini gözler önüne seriyor. İnsan kaçınılmaz olarak tarihin yazdıklarını hatırladığında, “tarih tekerrürden ibârettir” ifadesiyle karşı karşıya kalıyor. Geçmişte reklam, moda gibi unsurlar yoktu belki ama İlk, Orta ve Yeni Çağ’dan 19. Yüzyılda köleliğin sonlandırılmasına değin kadınlar sürekli teşhir edilmedi mi? Bir mal gibi alınıp satılmadı mı? Şiddete, cinsel istismara ve ardından cinayetlere maruz kalmadı mı? Ve bugün hâlâ maruz kalmıyor mu? Özgecan’ları, Narin’leri unutmak nasıl mümkün olabilir? Hem insanlık hem de ülkemiz adına ne kadar utanç verici, ne denli yüz kızartıcı bir tablo.
İşte yanı başımızda Irak, kız çocuklarını erkenden evlendirebilmek için rüşt yaşını 9’a indirmeye hazırlanıyor. Bu resmen çocuk tecavüzünün yasallaştırılacağı anlamına geliyor. Üstelik iktidardaki koalisyon kendi utanmazlığını görmezden gelerek böyle bir adımın kız çocuklarını “ahlaksız ilişkilerden” korumayı hedeflediğini dahi savunabiliyor!
Ülkemiz de dahil olmak üzere pek çok kültürde “sözde gözde” kız için, “Oy Asiye Asiye tütün goydum kesiye / Buban seni veriyi da bir bağa pirasiye” gibi yakılıp söylenen güya sözleri kulağa hoş geldiği varsayılarak eğlencelerde halayların çekildiği türküler, ananeler, kadınların hep alınıp satılabilen, takas edilebilen bir nesne olarak görülmesinden mütevellit kültürümüze yerleşmiş örnekler değil de nedir? Doğu’da görülen başlık parası gibi çağdışı adetler, kadının metalaştırılmasının sonuçları değil de nedir?
Halbuki toplumsal cinsiyet eşitliğinin insan hakları ve adalet ilkelerinin temelini oluşturduğunu, toplumun gelişimine önemli katkılar sağladığını unutmamamız lazım. Bu nedenle kadınların hayatta eşit, aktif bir rol oynayabilmeleri için özgüvenlerinin erken yaşlarda geliştirilmesi, potansiyellerini keşfedebilmeleri için yine erken yaşlarda yönlendirilmeleri çok önemli. Bu da ancak bilinçlendirme, eğitimle mümkün ve bu noktada ailedeki en önemli rol modelin anneden ziyade “baba” olduğuna inanıyorum. Babanın, aile içinde kız çocuğu ile erkek çocuğunu eşitlemesi bence sürecin temelini oluşturuyor. Çünkü ailede sağlanan eşitlik, kız çocuklarımızın özgüvenlerini besliyor, varlıklarına, öz kimliklerine değer vermelerini sağlıyor ve hayatta daha güçlü bir duruş sergilemelerine yardımcı oluyor. Baba, kızına değer verdiğini, onu sevdiğini, desteklediğini gösterdiğinde erkek kardeşler de eşit ve aynı haklara sahip olduklarını kız kardeşlerinin fikirlerine, seçimlerine saygı duymaları gerektiğini daha erken fark ediyorlar. Bu rol modellerinin gelecekte kadının toplumsal kimliğinin oluşmasında dönüştürücü bir etkisi olduğunu düşünüyorum.
Sonuç olarak, kadınların güçlendirilmesi hem erkeklerin hem de toplumun güçlendirilmesi anlamına geliyor.
/ yüRekTen
Üvercinka 125/126. Sayı