- 125 Okunma
- 1 Yorum
- 2 Beğeni
-DARBECİ ZİHNİYET ARAMIZDA MI?-(6)
Tarihsel gelişimi incelemeye genel coğrafya üzerinden başlamak Fransız Annales Okulunu anımsatabilir de. Coğrafyanın tarihe harç teşkil etmesi şaşılası değil elbette. Demem şu ki hadiselerin geçtiği yer dünyanın neresi? İklim, bitki örtüsü, yaşam olanakları, yeraltı yerüstü zenginlikleri siyasi, iktisadi, kültürel, toplumsal gelişim çizgisinde önem arz eder haliyle. Yine yeryüzündeki coğrafi konumu bir ülkenin uluslararası arenada önemini tayin etmektedir.
Şu kadar ki benim burada kuracağım bağ daha farklı bir temele oturmakta. Coğrafi terimlerden iklimle yirminci asrın siyasi tarih alanında ve yeryüzü ölçeğinde nasıl bir gelişim çizgisi gösterdiği arasında kavramsal ilişki kurmak mümkün. Açıkçası zihnimizde konuyu şekillendirmek ve resmetmek noktasında faydalı da.
Şöyle ki geçtiğimiz asrın ilk yarısında hemen tüm bir yeryüzünün kapkara bulutlarla kaplandığını söylediğimde ilk akla gelen birincil manasıyla klimatolojik özellikler olur. Halbuki mecazi bir yaklaşımdır arz ettiğim. Tarihte misli görülmedik yıkımlar peyda eden iki dünya savaşı, kıtalar arası etkileşimler doğuran bir ekonomik kriz vaziyeti, adeta medeniyetlerin vasiyetini müjdeleyen ve insanlığı derinden etkileyen, kasıp kavuran manevi bir çöküntü, bir yerküre panoraması halinde karşımızdadır.
Oysa ikinci dünya savaşı sonrası daha ziyade müspet gelişim çizgisi yakalayan bir insanlık tablosu arzı endam etmektedir. Doğu bloğu ölçeğinde yeryüzünün bir yarısı dinamik, gelişmeci, rekabetçi yapısıyla kapkara bulutların dağıldığı, yerini ise özgürlük parantezinde gri bulutların kapladığı bir dünyadır artık. Batı alemi ise bulutların tümden dağıldığı, masmavi göğü simgeleyen bir umut devrimine işaret eden liberal demokrasinin yükselişine tanıklık etmektedir. Her iki zaman dilimi de ülkemizi direkt etkilemektedir. Açıktır ki yerküre ölçeğinde dümende olan, rotayı belirleyen Türkler ya da Müslümanlar olmamaktadır. Birkaç asırdır mekanizmanın böyle işlediğini göz ardı ettiğimiz anlarda ise ne yazık ki birbirimize düştüğümüz vakidir.
Buna mukabil bin dokuz yüz kırk beş sonrası ülkemiz dünyanın gelişim çizgisine göre hareketlenme göstermekte, iç ve dış siyaset alanında hamleler yapmaktadır. Milli şef İnönü liderliğinde Sovyet tehdidi parantezinden sakınarak batıyla bütünleşme yönünde adımlar atılmaktadır. Bu bazen İnönü’cü statüko tarafından yeryüzünde kendi eliyle diktatörlüğünü tasfiye eden tek kişi İnönü olmalı şeklinde okunmakta. Bu yaklaşımı sergileyenler İnönü’nün öncesinde diktatör olduğuna gerçekten inanıyor mu sorgulanabilir de. Ve neden diktatörlüğün doğasına aykırı olana tarihte tek kişi bu denli kolay yönelir? Ya diktatörlükten geldiği doğru değil ya da samimiyetle arındığı denmez mi? Ne var ki diktatörlükten geldiği doğru ve fakat tüm samimiyetiyle değilse de koşulların gücünü duyumsayarak da olsa çok partili demokrasiye yöneldiği görülmekte. Bu, karşıtlarının o gün bugündür öne sürdüklerinin aksine İnönü’nün değişen dünyaya bir şekilde uyum sağladığı gerçeğini değiştirmez bence. Demem şu ki Atatürk’ü koruma kanunundan dolayı İsmet paşanın yakın tarihin günah keçisi halini alan bir tenkit yoğunluğuna ve yok sayılmaya maruz kalması da sonrasına devamlı bir hakkaniyetsizlik bakiyesi bırakmaktadır.
Kuşkusuz batıyla bütünleşmenin ödünsüz biçimde kişilikli bir seyir takip ettiği söylenemez. Gerek bin dokuz yüz elliye kadar gerekse elli sonrasında açıktır ki. Öncelikle Liberal Muhafazakar çizgide bir iç siyaset yapılanmasına yönelmemiz ne kadar olumluysa bunu özellikle muhalif parantezde karşı devrimcilik okumamız o kadar olumsuzdur. Her şeyden önce bu Atatürk devrimlerinden sapma eleştirisini tümden Demokrat partiye yükledik. Halbuki Köy Enstitülerinin yüksek kısmının kapatılması ve İmam Hatiplere dönük öğretmen kurslarının açılması sürecinin tek parti dönemi hudutları içerisinde cereyan etmesinden de anlaşılacağı üzere hatalı bir bakıştır bu. Sürecin işleyiş biçimi enstitülerin kapatılmasının da İmam Hatiplerin açılmasının da İsmet Paşaya direkt yazacağını göstermekte. Ancak durumun bu biçimde şekillendiği üzerinden sağ yapılarda mutabakat sağlanmamakta. Korkarım ki bizde siyasi haller, ideolojik gerekçeler gerçekliğin özümsenmesinin önüne geçmekte. Hazindir ki sağ ya da sol pragmatik çizgide fayda sağlamadığı, nemalanmadığı hemen hiçbir hususun altını çizmemekte.
Tam da bu yüzden çok partili demokrasiye geçiş ve batıyla bütünleşme safhalarında türlü yanlışlar yaptık. Başlangıçta kaymağını yemeyi umduğumuz pek çok hususta ters tepmektedir. Mesela Kemalist gelenek hep şu eleştiriyi yapar. Bin dokuz yüz elli ve sonrası seçimlerde Demokrat partinin parlamentoda kazandığı sandalye sayısının partilerin oy nispetlerine uymadığı dile getirilir. İncelersek doğrudur da. Örneğin on dört mayıs bin dokuz yüz elli seçimlerinde Demokrat partinin oy oranı yüzde elli beş, Halk partisinin otuz dokuz görünürken, milletvekili sayıları dört yüz on altıya altmış dokuzdur. Elli dört seçimlerinde vaziyet daha da vahimdir. Demokrat parti yüzde elli sekiz Halk partisi otuz beş oy nispeti alırken, mebus sayıları beş yüz üçe otuz bir olmaktadır.
Neden ve nasıl böyle bir tablo doğmakta peki? Elli seçimleri öncesi Halk partisi tarafından henüz görevdeyken çıkartılan seçim kanunu basit çoğunluk sistemine dayanmaktadır çünkü. Bir seçim çevresinde bir kişi dahi fazla oy alan parti o bölgedeki tüm sandalyeleri alacaktır. Sözün özü ellili yıllar boyunca CHP kendi kazdığı kuyuya düşmektedir. Ne ki bu adaletsizliğin ve hükumetin dahi kulağının üstüne yatmasının nihai noktada DP yönetimine karşı giderek büyüyen bir öfkenin aritmetik temelini teşkil ettiği ve bununda darbe üzerinden okunduğunda cebri sonuçları o kadar açık ki.
Ya peki Demokrat parti hükumetine döneminden başlayarak bugünlere kadar muhalif çevrelerde yöneltilen dikta yönetim göstermek eleştirileri. Gerçekliği yabana atılmaz da nasıl ve hangi ölçüler içerisinde okunmalı acaba? Mesela elli dört seçimlerini müteakip Kırşehir’in ilçe yapılması uygulaması dikkat çekmektedir. Kendilerini desteklemeyen ve Millet partisine rey veren Kırşehir seçmenini cezalandırmak manası taşımaz mı böylesi bir icraat. Öyle ki gelişmeler etrafında Demokrat parti içerisinde bile çalkantılara yol açtığı anlaşılmaktadır. Kimi DP’li mebuslar, siyasiler Başvekil Menderes’e karşı çıkmaktadır. Buna karşın elli yedi seçimleri arifesinde ise aynı Kırşehir’in yeniden il statüsüne kavuşturulduğu görülmektedir. Eh bunun da seçim yatırımı olarak tatbik edildiği düşünülmez mi?
Diğer yandan son demlerinde tesis edilen Vatan cephesi oluşumu da siyasi hayatta çok tartışılmıştır. İktidar çevreleri bozguncu eğilimlere karşı toplumsal kenetlenme arzusunun nişanesi bir önlem olarak tanımlarken muhalif çevrelerde bir ötekileştirme ve kutuplaştırma hareketi okunduğu görülmektedir. Devamında ise askeri müdahale arifesinde Halk partisine karşı teşekkül ettirilen Meclis tahkikat komisyonu dikkat çekmektedir.
Müşkül şu ki hangi cepheden, zaviyeden okunursa okunsun iktidar muhalefet gerginliğinin elli yedi altmış arası Demokrat parti yönetiminin üçüncü evresinde toplumsal barışı tehdit edecek biçimde zehirli bir sarmaşık halini aldığı anlaşılmaktadır. Ne çare ki bu tarz zıddiyet, sürtüşme, husumet çizgisinin kalıp halde ellilerle sabitlenmesi mana mantık dışı görünmekte bana. Söz gelimi DP ellilerin sonlarında vatan cephesi oluşumuna yönelirken, bin dokuz yüz elli seçimleri öncesinde de Halk Partisinin “Atatürk ve İnönü Cumhuriyet Halk Partisinin Başlarıdır, Oylarımızı Onların Partisine Verelim” şeklinde düzenlenmiş seçim afişi kullandıkları görülmektedir.
Öte yandan sorulmaz mı? Hani tek parti dönemi, hani İttihat ve Terakki evresi? Ülkeyi ihtilale sürüklediği açık siyasi ideolojik yapılar ister iktidar ister muhalefet çevreleriyle tek parti dönemi ve daha da önce İttihatçılar evresinde tohumları atılan olumsuzlukların filizlenmesi değil midir? Demokrat parti dönemi gökten zembille mi inmekte? Tek parti devri sütten çıkmış ak kaşık mıdır? Hepsi dahi Türk tarihinin Monarşik çizgileri dahilinde askeri devlet geleneğinden beslenen damarlarda başak vermiyor mu?
-DEVAM EDECEK-
L.T.
YORUMLAR
vallahi haberim yok;) burası espri kısmıydı
yorum aşağıda;)
aramızda olsa da milli ve yerliye sayılır,
adın çıkar deliye
namlunun ucunda darağacı
bir gece
bin bir tarih vurulur.
saygılarımla
levent taner
Hababam Sınıfı filminde hoca sorar:
-Roma'yı kim yaktı?
-Valla ben yakmadım!
Der talebe
Biraz sanki öyle oldu sizinki de, tabi latife sözüm ya
Darbe öyledir, dediğiniz gibi
Bazen kabul görmüştür, bazen dar be denir, bazen de ar be biraz ar denir
Durumsaldır duygular hani
Şu kadar ki Demokrasinin kötüsü darbenin iyisinden evladır derler ya
Nasıl mı? Demokrasinin kötüsü karpuzun kabağına benzer, su ihtiyacını karşılar tat vermese de
Oysa darbenin iyisi kavunun kabağına benzer, tat vermediği gibi su ihtiyacını da karşılamaz, suyunu çıkartır bırakır öylece
Nihayet
Yüreğinize, emeğinize, kaleminize, kelamınıza bereket hocam
Katılım ve katkınız dolayısıyla şükran duydum
Selam ve saygılarımla.