- 239 Okunma
- 2 Yorum
- 6 Beğeni
Ekmek Kavgası
Okuduğunuz yazı Günün Yazısı olarak seçilmiştir.
Bu sabah da güneş, yoksul mahallelerin üzerine, öyle mahcup çıktı. Dünyanın herhangi bir yerinde, herhangi bir sabahın aynı…Meteorolojik ölçüm cihazlarında oturan martıların kanatlarının ıslandığı çiselti, teneke damlarda yankılanıyor. Ses, mahalleye çocukların sesinden önce doluyor. Gökyüzü gri, toprak kahverengi. Ne öyle fiyakalı bir güzellik var burada ne de derin bir sessizlik.
Ali, ışıldatılmış çalar saatin inatla öten sesiyle uyandı. Bugün de ekmek kavgasına düşmek vardı kaderinde. Başı yastıkta bir an daha kalmaya direnirse, patronun sert bakışı aklına geliveriyor. Elini yüzünü yıkamadan çıkıyor; içeride çaydanlık ıslık çalar gibi homurdanarak kaynıyor.
Annesi, ahşap masanın üzerine düşmüş çatlak tabaktan küçük bir parça beyaz peynir ve düne ait olan şekerpare gibi sertleşmiş bir ekmek dilimi bırakıyor. “Ye de, çık evladım.” Sesi, yüzünü gölgeleyen bir hüznün gerisinden geliyordu sanki. Ali, çocukluğundan beri duyduğu bu sesin tonunu artık ezberlemişti. Yük, omuzlarına çok erken yaşlarda binmişti; bu yüzden kılcal damarlarında akan hüznün adını hep “ekmek” koymuştu.
Bir gün fabrikadaki şu makineler bir yandan keskin sesiyle, diğer yandan bütün metal aksamıyla ömrünü alacak. Ama Ali’nin düşüncesi bunlarda değildi. İnsan bu kadar yaşam savaşını verirken bile hayal kurabilir mi? İşte Ali’nin aklında ekmek fırınından yeni çıkmış bir somunun kokusu vardı.
İşçiler fabrikaya toplanıyor. Her biri çıraklıktan başlamış, bir parça ekmek derdine düşmüş adamlardı. Ali, çıraklığından bugünlere geldiyse de şu gri önlükten kurtulmuş değildi. O da öbürleri gibi sabah vardiyasında çalışacak, öğlen bir teneke kutu içinde getirilen dünden kalma yemeklerini yiyecek ve akşam yeniden yorgunluğu üzerine giyip eve dönecekti.
Fabrikanın önünde, diğer işçilerle birlikte gözlerindeki yorgunluğu fark edemeyen patron, ellerini arkasında birleştirip, kısa bir konuşma yapar gibi bağırıyordu:
“Hadi bakalım beyler! Bir ekmek, iki ekmek… Haydi, didinip durun! Bugünü de kurtarırsak ne mutlu bize.”
Patronun ne kadar kolay konuştuğuna şaşıyor bazen Ali. İnsanların yaşamı için çıktıkları bir savaşta, ne kadar savaşsa da o kadar kolay ölünen bir hayatı yaşıyor insanlar...
Bu dünyada insan, ekmeğini kazanmak için rüzgâra karşı koşturur; ama Ali bilir ki ne kadar koşarsan koş, sonunda önce ekmeğe uzanır elin. Çünkü o ekmek, sadece bir yiyecek değil, insanın alın terinin, çabasının ve yaşam mücadelesinin sembolüdür. Çocukların çoğu bunun ne anlama geldiğini bilmez. Onlar için ekmek, yalnızca karın doyurur; ama akşam üzeri eve döndüğü zaman, kucağına sarılıp "Bugün nasıl geçti?" diye sormadan yemek kokusunu merak eder. Oysa o kokunun ardında bir ömrün özeti vardır.
Bir akşam Ali, eve vardığında masasında eski, bayat şekerpare ekmeklerin yerine yeni çıkmış, altın sarısı gibi kokan taze ekmekleri gördü. İlk defa annesiyle bu kadar içten ve gülerek yedi. "Ne oldu anne?" diye sordu, gözlerinde merak ve şaşkınlıkla. Annesi derin bir nefes aldı, yüzüne hüzünle karışık bir mutluluk yayıldı ve sadece kısa bir cevap verdi: "Ekmek, kokusuyla gelir evladım. Ama o koku, alın teri ve umudun kokusudur aslında."
Ali bu hikayeyi kendi içinde bir huzura bırakıyor. Hayat bazen o kavgayı uzatıyor; ancak Ali, bilir ki yaşam, o sade ekmek kokusunun getirdiği mutluluğu yaşamak ve yaşatmak değil midir? Bu sade gerçek, Ali’nin ruhunda bir denge bulmasını sağlıyor, ona umut oluyor.?
Ali, her çıkılan yolun sonunda çıplak toprağa uzandığında, eli neye uzanırsa, hayatın anlamını ve değerini o an fark eder. O sade gerçek; alın teriyle kazanılan ekmeğin, mücadelenin ve insanın kendi varoluşuna duyduğu saygının bir yansımasıdır. Bu gerçeğin derinliği, Ali’nin ruhuna sessiz bir huzur getirir.
Erol Kekeç/05.01.2025/Sancaktepe/İST