- 103 Okunma
- 1 Yorum
- 2 Beğeni
-DARBECİ ZİHNİYET ARAMIZDA MI?-(4)
Kurt ile kuzu masalını bilirsiniz. Kurt dereden su içtiğini gördüğü kuzuyu türlü bahanelerle parçalamaktadır.
Mesela kuzuya seslenir kurt: “Hey, sen! Niye içtiğim suyu bulandırıyorsun? Bu ne cüret?”
Kuzucuk titrek bir sesle yanıt vermekte: “Efendim, benim suyu bulandırmam imkansız; çünkü su sizden bana doğru akıyor.”
Kurt, bu mantıklı cevabı duyunca biraz homurdanır, fakat vazgeçmeye niyeti yoktur.
“Peki, peki, öyleyse neden geçen yıl bana hakaret etmiştin?” diye sorar, kurnazca.
Kuzucuk şaşkın bir şekilde cevaplar: “Efendim, ben daha altı aylık bir kuzuyum. Geçen yıl burada yoktum bile!”
Kurt, bunu da duyunca dişlerini gösterir, gözleri daha da kızarır. Bu cevap karşısında oldukça çaresiz kalsa da pes etmez: “Eehhh! Eğer sen değilsen, baban ya da annen etmiştir!” Diye hırsla bağırır ve pençelerini gösterir ve atılır parçalar oracıkta kuzucuğu.
27 Mayıs ihtilali sonrası kurulan ve Demokrat partililerin yargılandığı Yassıada mahkemesinde Yüksek Adalet Divanı başkanı Salim Başol’un öyle sözleri var, on yıllık iktidar dönemi ve ihtilali algılamak noktasında araştırmacılara ışık tutar nitelikte görünür bana. Söz gelimi bir gün mahkemede DP’li bir milletvekili bir talepte bulunur, mahkeme başkanı isteği ret ettikten sonra durur ve cevher yumurtlamak misali bir cümle sarf eder. “Ne yapalım ki, sizi buraya tıkan irade böyle istiyor” demektedir Başol. Haydaaaa! Al lafı koy rafa otur aşağı mı demeli yoksa bir Yeşilçam repliği edasıyla? Oysa gerçek bunun tam tersidir. Baş ol denilmişte baş olmuş sanısı uyandıran başkan uzun meslek yaşamının getirisiyle ağır ceza kulvarının tecrübeli isimlerindendir ülkemizde. Oysa mahkeme salonundan toplum kesimlerine dalga dalga yayılan sözü işlerin hiçte sağ salim ilerlemediği kanısı uyandıracak niteliktedir. Adil bir çizgide gerçeğe yalnız gerçeğe odaklanmış bir süreç işlemiyor da sonucu önceden belli bir mahkeme havası estirmektedir hakim amca.
Yine 27 Mayıs askeri müdahalesini takip eden süreçte kurulan Yüksek Adalet Divanının başkanı Salim Başol’un bir gün Adnan Menderes’e söylediği sözler ilginçtir: "Şu kadar sene memleketi yönettiniz, tüccarlara, köylülere milyonlarca lira harcadınız, askerlere hiçbir hizmetiniz olmadı, hepsi bodrum katlarında çatı aralarında sefalet içinde yaşadı!" Menderes şu karşılığı verecektir. “Muhterem Başkan, omuzlarında bu şerefli yıldızı taşıyan subaylarımızın milletin saadetini kıskanacağını sanmıyorum.” Halbuki rahmetli Menderes bu şık yanıtı vermiş olsa da hakimin sorgulamasında tarihe not düşen bir yan bulunmaktadır kanımca. Yassıada mahkemesinin sınıfsal yapısı karşımızdadır sözün özü. Bir bakıma o dönemde ülkemizdeki bürokrat, aydın, asker katman çiftçi, köylü, esnaf, tüccar tabakanın gösterdiği sosyoekonomik gelişim çizgisi karşısında çemkirmektedir. Salim Başol’un serzenişinin vücut dili bağlamında konunun özü bu değil mi? Görünen o ki en başta örneklediğim “Kurt ile Kuzu” masalının tezahür ettiği haller bir film şeridi misali gözümüzün önünden akıp gitmekte.
Hiç kuşkusuz önümüzdeki konu salt arz ettiğim hususlar üzerinden ele alınamayacak kadar girift, karmaşık özellikler göstermektedir. Bin dokuz yüz kırk beş sonrasının uluslar arası ilişkiler üzerinden okunacak dinamikleriyle konuyu doğrultmaya kalktığımızda dahi işin içinden çıkamayız. Monarşi tarihimiz, Osmanlı’dan Cumhuriyete batılılaşma modernleşme süreçlerimiz, İkinci Meşrutiyet inkılabı sonrası İttihat ve Terakki, tek parti dönemimizin hususiyetleri bu havuzda karılırsa ne ala. Aksi halde hak getire.
Tüm bu söz ettiğim hususlara karşın Demokrat Parti dönemi ve 27 Mayıs ihtilali ile sonraki süreç ülkemizde birbirinden oldukça farklı okuna gelmektedir. Bunun muhakkak bir olumsuzluk olduğu kanaatinde de değilim. Gerçi birbirinden farklı hatta zıt görüşlerin mensupları karşıt yaklaşımları türlü biçimlerde ötekileştirmekte. Dahası askeri müdahale ve sonrası gelişmelerin toplumsal yapımız üzerinde travmatik sonuçları bulunmaktadır. Sonraki süreçlerde bir sağ sol kutuplaşmasına gidilmesinde sosyal psikoloji üzerinde nevrotik arazlar bırakmasında, arkadan gelen 12 Mart, 12 Eylül hatta 28 Şubat süreçlerinin algılanmasında direkt etkendir demek mübalağa olmasa gerek. Hiç şüphesiz tek parti dönemi ve çok partili döneme geçiş evresi de ardında derin izler bırakmıştır. Ülkemiz toplum yapısının bıçak sırtı bir keskinlik arz etmesinde son iki asır, son yüzyıl gibi okumalar hiçbir dem yabana atılmaz.
Şu kadar ki bu bölümde söz ettiklerim açısından ele aldığımda 27 Mayıs müdahalesinin bizdeki değerlendirilmesi iki ana damar oluşturmakta ve bunlar birbirinden metodik biçimde ayrılmaktadır. Biri ihtilal ve sonraki Yassıada süreci üzerinden öncesine bakan yaklaşım, diğeri ise Demokrat parti döneminden ihtilale ve sonrasına bakan anlayış. Hemen söylemeliyim ki her iki yaklaşımında mantık muhakeme usulleri alanında karşılığı bulunmaktadır. İki yaklaşıma mensup kesimlerin çok kez birbirine karşı beslediği zihniyet bozukluğu algılaması gerçekliğe uygun gözükmemektedir. Şöyle ki parçalardan bütüne ya da bütünden parçalara yahut genelden özele veya özelden genele tabir edebileceğimiz bakış açısı ayrışmasının Tümevarım ve Tümdengelim çizgisinde mantık bilimi tarafından tasdik gördüğü, göreceği açık nettir. Tam da bu yüzden darbeyi ihtilal yahut devrim olarak okuyanlarla ihtilali darbe okuyanlar karşıtlarınca zannedildiği gibi bir idrak yahut muhakeme noksanlığı içerisinde görünmemekte bana. Bilakis her iki yaklaşımında belirli bir gerçekliği bulunmaktadır.
Burada temel husus şudur: Demokrat parti dönemine eleştirel bakmanın haklılık derecesi askeri müdahaleyi dönemine göre anlaşılır kılsa da meşru kılmaz. Bugün dahi geriye dönük baktığımızda efendim müdahale kaçınılmazdı idamlar olmamalıydı türü görüşler sahiplerini asıl bu iflah olmaz bir çizgiye oturtacaktır. İhtilal kaçınılmazdı ise neye göre? Kaçınılmaz olsa bile bu zaruret kuvvetle muhtemel senin sandığın etmenlere değil de daha farklı bir etkene dayanmakta. Öyle ki bu öge senin dahi anlamına varsan onaylamayacağın bir çizgidedir.
Bu etken, evet bu etken anti komünizmden başka bir şey değil. Başka türlü bir söyleyişle hem de pek alışık olmadığımız bir söyleyişle ise DP hükumeti neredeyse komünistlikten devrildiler. Çok kişi buna haaydaaa! Kafayı yemiş adam der ama yıllar içerisinde vardığım gerçek bundan ibaret. Hani ihtilal bildirisinde NATO’ya CENTO’ya bağlılık bildiren cümle vardır ya, o işte Menderes ve arkadaşlarının resmi açıklama bu çizgide değilse de komünistlikten devrildiğini göstermekte bana. Soralım öyleyse. Yıllarca komünist takibatları ve tevkifleri yapan zamanın hükumeti komünizmden devrilmiş olabilir mi? Elbette efendim, tam olarak gerçek bu. Kulağı tersten gösteren izahatlar yapıldı bugüne kadar hepsi bu. Demokrat parti yönetimi son evresinde Amerikanizm’e, NATO konseptlerine aykırı hareket etmekte, doğallıkla bu konseptler doğrultusunda bünyemizde inşa edilmiş bulunan Gladio yapılanması cunta tarafından bu durum ülkemizi eksen kaymasına maruz bırakacağı biçiminde okunmaktadır.
Hani derim ki bin dokuz yüz elli altmış arası on yıllık hükumet döneminin sorgulanmaya eleştirilmeye her zaman müsait yanılgıları, hataları darbeye giden sürecin taşlarını döşemekle birlikte askeri müdahaleyi bu hususların tetiklediği söylenemez. Başka bir ifadeyle derinlerdeki sebeplerden müdahale noktasında sakınılabilirdi. Hükumet erken seçime gidebilirdi. Nitekim 25 Mayıs 1960 tarihinde başbakan Menderes’in muhalefete karşı meclis tahkikat komisyonunun görevinin sona erdiği, erken seçim tarihinin ise hükumet tarafından bilahare açıklanacağı açıklaması yapıldığında, bir sonraki gün ise Genel Kurmay Başkanı Rüştü Erdelhun tarafından bir kısım subayla düzenlenen Silahlı Kuvvetlerin meşru bir hükumete karşı darbeye teveccüh göstermemesi yönünde uyarı yapıldığında dahi müdahaleden vaz geçilemez miydi? Oysa vaz geçilmedi. Neden peki? Kore’de bizim kolumuzun kanadımızın altında hayatta kalan Amerikan Conileri ve bunların içerideki uzantısı olan cunta böyle istiyor diye ne yazık ki.
Sözün özü ellili yıllar boyunca açılan damarın beslediği derinlerdeki etmenler bir biçimde aşılabilirdi, ancak son demde Menderes hükumeti Sovyet Rusya ile sosyoekonomik yakınlaşma aralığı tesis etmekte ve başbakan Rusya gezisine hazırlanmaktadır. Enteresandır 01 Mayıs 1960 tarihinde radyo kanalıyla "Bugün 1 Mayıs İşçi Bayramı, işçi kardeşlerimizin elemsiz, kedersiz birçok bayramlar idrak etmelerini temenni ediyorum" şeklinde açıklama yapan da devrin başvekilinden başkası olmamaktadır. Bu yaklaşımıyla rahmetli Menderes kendisine karşıt toplumsal kesimleri yanına çekmeyi tasavvur etse de asli unsur Türk Sovyet yakınlaşmasına dönük denebilir de. E bu noktada NATO kurlarından geçmiş cunta subayları hükumetin o günkü konjonktür içerisinde hoplayıp zıplamaya başladığı yönünde mesaj almaz mı?
Bu minvalde “dönülmez akşamın ufku vakit çok geçtir artık.” Neticeleri mi, onları altmış yılı aşkındır çekmekteyiz. Ne demeli? Ruh kalitesinden yoksun bir güruhun aymazlıkları, basiretsizlikleri demekten alamam kendimi. İşin ilginç yanı 12 Mart ve 12 Eylülü pek tutmaz bu kafa yapısının insanları. Ne hazin ki, o takvim yapraklarına sığmaz meşum günlerde aralanan kapının sonrasında hangi rüzgarlarla ardına kadar açıldığını düşünmeyiz de.
-DEVAM EDECEK-
L.T.
YORUMLAR
"Ömer Seyfettin'in 'Piç' adlı kitabından güzel bir o kadar da ilginç bir hikâyeyi paylaşmak istiyorum.
Ömer Seyfettin, asker bir yazardır.
İstiklal Savaşı'nda birçok cephede savaşmıştır.
Filistin Cephesinde olan bir hatırasında bakın neler söylüyor.
"Alman'ların yenilmesiyle savaş bitmiş, mütareke imzalanmıştı.
Filistin'den çekiliyorduk. Birkaç arkadaş subayla, karşı tarafın da subaylarıyla, çekilme işlerini görüşmek için gittik.
Karşı tarafta, Fransız üniformalı biri sık sık bana bakıyor, gözünü benden ayırmıyordu. Ben buna bir anlam veremiyordum.
Fransız subay yerinden kalkıp bana doğru geldi ve;
'Nasılsın Ömer Seyfettin?' Dedi.
'Beni nerden tanıyorsun?
Ben bir yüzbaşıyım. Öyle tanınacak kadar üst düzey bir kumandan değilim.' Dedim.
'Ömer, biz seninle İstanbul'da Askeri Lisede beraber okuduk, ben falancayım deyince, hayretler içerisinde baktım, hatırladım.
Hep dini eleştiren, Osmanlı'yı kötüleyen, vatan, bayrak sevgisi olmayan bir öğrenci idi ama, yine de Fransız subay olması normal değildi.
‘Peki nasıl böyle oldun?' Dedim.
'Ne zaman bir savaş olsa, Türkler galip gelse içimde üzüntü oluyordu. Tükler kaybetse, zarar görse içimde bir sevinç oluyordu.
Çoğu zaman kendimi ayıplıyor, neden böyleyim? Diyordum.
Bir gün anneme ısrarla sebebini sordum.
'Dayanamayacağım, anlatacağım.' Dedi.
İstanbul Hastanesinde Fransız bir doktor vardı. Hastaneye gidip gelirken birlikte oldum ve sen o Fransız doktorun oğlusun.
Babanın bundan haberi olmadı, şimdi de sen öğrendin.' Dedi...
Zaten babam zannettiğim adam çoktan ölmüştü.
O hastaneye gittim, şu tarihte burada çalışmış, şimdi Fransa'ya dönmüş olan, şu isimde doktorun adresi var mı? Dedim, adresi verdiler, Fransa'ya gittim, babamı buldum, olanları, annemin sözlerini anlattım.
'Anneni gerçekten sevmiştim.' Dedi ve beni kabul edip nüfusuna yazdırdı, Fransız okullarında eğitimimi tamamladım ve gördüğün gibi bir Fransız subayı olarak karşındayım.' Dedi.
Şimdi ben,
Türk milletini, bayrağını, vatanını, eleştirilenleri gördükçe, acaba onlarda, "Piç" mi? Diyorum...!!!
Ömer Seyfettin
Ben de vatanımı kötüleyen gördüğüm an aidiyetinin bizden olmadığını hissederim. Ülkesini seven insan hiçbir zaman darbe çığırtkanlığı yapmaz, yapamaz, kötüleyemez.
Vatan aşkı en tutkulu, en merhametli, gözyaşının kuramadığı aşktır.
Saygılarımla iyi akşamlar dilerim
levent taner
Öykü tarihimizin köşebaşı isimlerinden Ömer Seyfettin'in aynı ölçüde kıymetli ve anımsadığım bir hikayesi gerçekten, o ölçüde ibretlikte
Yüreğinize, emeğinize, kaleminize, kelamınıza bereket
Selam ve saygılarımla.