Şamanizm
Şamanizm
(Yerleşik Yaşam Öncesi Türk-Moğol Toplulukların Dini: Şamanizm)
İslam öncesinde Türkler, Çin’den Rusya ve Macaristan içlerine kadar uzanan Asya bozkırlarında bilinmeyen zamanlardan beri (bazı kaynaklara göre 2000, bazılarına göre ise 4000 yıl tahmin ediliyor) göçebe yaşam sürüyorlardı. Her ne kadar Türkler Uzak Asya’da Çin sınırından Orta Avrupa’nın Tuna Nehri havzasına kadar olan çok geniş bir coğrafyaya saçılmış boy, budun, konfederasyon, vb. toplumsal yapılanmalar içinde yaşamış olsalar da, asıl vatanları Orta Asya bölgesi bilinir; bu o kadar öyledir ki, Türkiye’de Orta Asya denilince Türk, Türk denilince de Orta Asya akla gelir. ‘Orta Asya’ olarak adlandırılan coğrafi bölge, Asya’nın Hazar Denizi’nden Çin’e kadar uzanan kısmıdır. Oldukça anlaşılmaz biçimde Asya kıtasının içlerinde Tibet’ten Orta Sibirya’ya kadar kıyılardan uzak tüm bölgeleri kapsayabilen “Orta Asya” ifadesi daha kesin olarak çok daha kati coğrafi ve jeopolitik özellikler sergileyen daha küçük bir bütünü ifade ediyor. Yüzölçümü 4 milyon kilometre kare olan Orta Asya özellikle steplerle ve hatta çok büyük çöllerle kaplı bölgenin toplam nüfusu bugün bile 55 milyon civarındadır (Yves Lacoste: Büyük Oyunu Anlamak, s: 265. NTV Yayınları)
Orta Asya’nın iklimi tarımsal üretime uygun değildir; denizden uzak ve yüksek dağlarla çevrilidir, iklim serttir. Kışın ısı sıfırın altında olmak üzere -17 ila -51 dereceye düşer, yazın +25 ila +50 dereceye çıkar. Bozkır, özellikle kurak yerlerde çöle dönüşür. Çinli Taoist Rahip Çang Çun, Gobi çölü ve civarını şöyle betimlemiştir:
“...yerde ağaçlar bitmez, biten tek şey yabanıl otlardır; Tanrı burada dağlar değil, tepecikler yaratmıştır; burada ekin yetişmez... (Prof. Dr. Boris Yakovleviç Vladimirtsov: Moğolların İçtimai Teşkilatı, s:60. Türkçesi: Abdulkadir İnan. Türk tarih Kurumu Yayınlar).
Orta Asya’nın iklim koşullarını David Léon Cahun (1841-1900) da, “Asya Tarihine Giriş” adlı eserinde şöyle betimlemiştir:
"Yer takır, asman ırak, toprak sert, gök uzak"der Türkler / …/ Yer yer killi bozkır; takır kelimesinin anlamını yansıtırcasına açık tepelerle ya da bataklık çukurlarla kaplıdır. Balçık kelimesi ki çamur anlamına gelir, buna Asya kıtasını konu alan topografya haritaları üzerinde sıkça rastlanır. (kamış, batak ve kum kelimeleriyle birlikte) Takır olarak adlandırılan topraklar mutlaka ve her zaman çıplaktır “/…/ “Takır topraklar her türlü tarıma elverişsizdir; çünkü bu toprak sadece kilden oluşmakta, bir tuz rezervi içermemekte, suyun bir bitkinin yasamasına olanak tanıyacak kadar yer altına inmeden buharlaşmasına sebep olmaktadır. Kış mevsiminde ve ilkbaharda oluşan su birikintilerinin buharlaşması sonucu kaygan bir yüzey oluşur ki bu develerin ayaklarının rahatlıkla kaydığı, güneşin killi toprağı ateşteki bir çömlek gibi çatlattığı, toprağa tesadüfen düşmüş tohumların köklerini pişmiş toprağa uzatacak ne zamanı ne de gücü bulabildiği ilkbaharın tutuşturucu ilk güneşlerince oluşturulmuş bir yüzeydir."(Leon Cahun: Asya Tarihine Giriş, s:17. Türkçesi: Sabit İnan Kaya. Seç Yayın)
İşte böylesine dağınık bozkırlarda ve yaz-kış sert iklimler altında başta at sürüleri olmak üzere hayvan besiciliği yaparak ve bu hayvanların beslenmesi için uygun dağları-vadileri bulmak için sürekli göçmek zorunda kalan ve bu nedenle de “ göçebe” olarak adlandırılan Türk-Moğol göçebe boyların/budunların dini, doğuda Çin sınırında ilk kez izlenmeye başladıkları dönemlerden (İ.Ö. 3. yüzyıl) batıda İran sınırında yerleşik yaşama geçmeye başladıkları (İ.S. 8. yüzyıl) sürece kadar “Şamanlık” idi.
“Peygamberi, kutsal kitabı ve tapınakları/camileri olmayan Şamanizm, “kam”ları, yani rahipleri tarafından idare edilirdi. Kutsal günlerde, ölüm, gömme ve bayram ayinlerini her türlü dua merasimlerini idare eden, halkın sorunlarını çözen, dertlere deva bulan bu kamların Tanrı ile ilişkilerde bulunduklarına inanılırdı.”(Osman Turan: Selçuklular ve İslamiyet. Aktaran: Erdoğan Aydın: Nasıl Müslüman Olduk, s:4.)
Aslında Şamanizm, sadece Eski Türklerde-Moğollarda değil, dünyanın birçok ayrı bölgesinde yer alan ve olağanüstü genişlik kapsayan bir uygulamadır. Dünyanın bütün göçebe ve yarı-göçebe alt kültürlerindeki inanç ve düşünce Şamanlığa dayanır. Ancak Şamanlık üzerine yapılan birçok araştırma çoğunlukla Sibirya üzerine odaklanır. “Şaman” sözcüğü Tunguzca (Moğol etniği) “saman” dan türetilmiştir (Nevill Drury: Şamanizm, s:35. Türkçesi: Erkan Şimşek. Okyanus Yayınları).
Şamanizm’e göre tüm doğa canlıdır, her varlığın bir ruhu vardır, bu nedenle de kutsaldır ve saygı duyulmasını ister. (Nevill Drury: Agy,s:18) Hun, Göktürk, Moğol gibi çeşitli boy, budun ve bunların bir araya gelmesiyle oluşan konfederasyonlarda(devletimsi siyasal oluşumlar vb.) en büyük Tanrı, Gök Tanrı’dır. Güneş, ay, yıldız, vb. göksel cisimlerin tümü de Tanrı’dır, onların da canlı olduğuna, ruh taşıdığına inanılır ve bu göksel cisimlerin tümüne birden “Gök” denir. Gök(mavi) sözcüğü, Tengri (Tanrı)’nin sıfatı olarak kullanılır. Tanrı (Tengri) deyimi hem nesnel göğü, hem de onun ruhunu belirtir. Başka bir söylemle, Gök Tanrı, gökteki bütün yıldızları, güneşi ve ayı kapsayan nesnel bir varlıktır. Yani, göksel cisimlerin tümü, Gök Tanrı’dır, fakat onu teşkil eden güneş, ay, yıldız, vb. gibi her cisim de ayrıca tanrı sayılır. Örneğin Hun hükümdarı, her sabah çadırından çıkarak güneşe, geceleri de aya tapar. Gök’e en yakın yerler olan yüksek dağlar da kutsaldır çünkü tepeleri göğe değen dağlar ile Gök (Tanrı)birbirine karışır. Yani, yüksek dağların tepeleri de tanrısallık kazanır. Bu nedenle, yüksek dağların ruhlarının çok güçlü olduklarına inanılır ve bereket için onlara dua edilir. ( Bkz: www.edebiyatdefteri.com/167080-divrigi-cayoren-de-bir-tapinma-ritueli/
Burada bir parantez açıyorum: Sadece arkaik (ilkel) topluluklar değil, modern bilimin kurucuları/teorisyenleri de evrenin karşısında şaşkınlıklarını/hayranlıklarını açığa vururlar. Örneğin, en büyük düşünürlerden Fransız filozof Rene Descartes (1596-1650), “Doğa her yönüyle bir sihirdir. Bizden daha üst düzeyde olan şeylere, aynı düzeyde olduklarımıza göre, doğal olarak hayranlık duyarız: Bulutları, bazı dağların zirvelerinden biraz daha yukarıda oldukları halde, -onlara bakmak için gözümüzü göklere çevirmek zorunda olduğumuzdan – öyle yükseklerde hayal ederiz ki, ozan ve ressamlar bulutların içinde Tanrı’nın tahtını görürler.“ Yani, modern insan Tanrı’nın tahtını/evini Kudüs’te ya da Yesrip’te görmüyor, dağlardan daha yüksekte olan bulutların içinde hayal ediyor.
Parantezi kapatıp tekrar konuma dönüyorum:
İranlı tarihçi Ebu Said Gerdizî (ölümü:1061), Eski Türklerin dağların "Tanrı makamı" olduğuna inandıklarını yazar. Kağanlar da dağlarda otururlar. Ötüken dağı, Türk imparatorluklarının kutsal merkezidir. Bu yüzden onlara minnet duyarlar ve kurbanlar keserler. Göçebe Şamanist halklardan olan Hunlar, kimi kutsal dağlarda Gök-Tanrı’ya kurban kesmekteydiler. Gök Tanrı‘ya kurbanlar ona en yakın yerde, dağ tepelerinde sunulurdu. Örneğin, Göktürklerin 7.yüzyılda yerleştiği Ötüken’in, Tanrı Dağları’nın ve ormanlarının kutsal sayıldığı görülmektedir. (Doğan Avcıoğlu: Türklerin Tarihi. Birinci Kitap, s:355.) (Bu inanç, tarihsel bilinçten yoksun fakat geleneğin taşıyıcı olan Türkiye’deki Kızılbaş-Aleviler tarafından hala yaşatılmaktadır. Bkz. www.edebiyatdefteri.com/167080-divrigi-cayoren-de-bir-tapinma-ritueli/
Orhun yazıtlarında bir kez geçen Umay Tanrıça’nın dışında hep Tengri’den ve Gök Tengri’den söz edilir. Bilge Kağan yazıtlarında, ”Tengri gibi Tengride(Gök’te) olmuş, Tengri gibi Tengri yaratmış,” diye tanıtır. Babası İlteriş Kağan’ı ve anası İlbilge Hatun’u,” Tengri tepesinden tutup yukarı kaldırır “ve Türk Budun’un başına geçirir.
“Üstte mavi gök, altta yağız yer kılındıkta, ikisi arasında insan oğlu kılınmış. İnsan oğlunun üzerine ecdadım Bumin Kağan, İstemi Kağan oturmuş. Oturarak Türk budunun ilini töresini tutuvermiş, düzenleyi vermiş./…/ kendimi o Tanrı kağan oturttu tabii…” (Prof. Dr. Muharrem Ergin: Orhun Abideleri, s:19)
Çin kaynaklarına göre Göktürklerde Tanrılara kurbanlar kesmek çok önemlidir, büyük kurbanlarda, Tanrı’ya kurban törenini bizzat Kağan yönetir. Göktürkler her yıl Tanrılara üç büyük kurban töreni düzenlerlerdi. Birinci kurban ecdat mağarasında, ikinci büyük kurban Tamir nehri kıyında Gök Tanrı’ya sunulur, pek çok at ve koyun kurban edilirdi. Üçüncü büyük kurban ise Ötüken’den 250 Km kadar uzakta, üstünde ağaç ve bitki bitmeyen çok yüksek bir dağda yer tanrıya verilirdi. (Doğan Avcıoğlu: Türklerin Tarihi. Birinci Kitap, s:355)
Altaylı Şamanlar dualarında doğrudan doğruya Altay Dağları’na seslenirler. "Üzülmeyelim, Tanrı var; tasalanmayalım, Altay var. Altayım diye tapınıyoruz." (Doğan Avcıoğlu: Agy,s:355) .
Çağdaş Yakutlara göre, iki kardeş olan güneş ve ay, Tanrı’dırlar. Çağdaş Altaylılarda güneş ana, ay atadır. Yıldızlardan Solban tanrı sayılır. (D. Avcıoğlu: Türklerin Tarihi, Birinci Kitap, s: 352)
Hun, Göktürk ve diğer göçebe Türk boylarının sosyolojik analizinde model olarak kabul edilen Moğollar da Gök’e inanırlar; güneşi ve ayı ulularlar. Moğol tarihi ve sosyolojisi konusunda otorite kabul edilen Yüksek Sovyet Akademisi üyesi Prof. Dr. Boris Yakoleviç Vladimiristov,
“Moğollar güneşe, aya ve ateş, suya ve torağa saygı gösteriler. Kökleşmiş dini ayinleri, hatta dinlerinin, mezheplerinin tam bir hududu yoktur, başka dinler mensuplarına karşı müsamahaca, daha doğrusu kayıtsız oluşları da belki bundandır.” demiştir (Boris Yakovleviç Vladimirtsov: Moğolların İçtimai Teşkilatı, s: 75. Türkçesi: Prof. Dr. Abdulkadir İnan. Türk tarih Kurumu Yayını, s: 75.)
Örneğin, Cengiz Han, nökerlerinden (generallerinden) Çurçedai’ya hitaben şöyle dedi:
" ...Yer ve Gök’ün (Tanrı’nın)verdiği güçle Kereyitleri imha ve esir ettik."
Cengiz Han, güneşe dönerek göğsünü yumruklar ve güneş yönünde dokuz kez secde eder.
“Temuçin (Cengiz Han) Burhan dağlarından inerek yumruklarıyla göğsüne vurdu ve şunları söyledi…Bundan sonra Burhan Haldun için her sabah tapınmalıyım, bunu neslim ve neslimin nesli böyle bilsin! Temuçin bu sözlerle kemerini boynuna ve şapkasını koluna asarak güneşe karşı döndü ve eliyle göğsüne vurarak güneşe karşı dokuz defa diz çöküp tövbe ve istiğfar etti”(Moğolların Gizli Tarihi, s: 41. Türkçesi: Prof. Dr. Ahmet Temir. Türk tarih Kurumu.)
“Onlar (Moğollar) için yüksek “ebedi”, gücü ve erki sınırsız olan bir tane yüce Tanrı, Gök Tengri vardır. Ve göksel Tanrıdan hem ayrı hem de onun bir parçası olan, gök kubbenin merkezinde güneş, ay ve yıldızlar gibi göksel Tanrı’ya bağlı, ancak yine de ondan ayrı çok sayıda ikincil Tanrı bulunmaktadır (Jean-Paul Roux: Moğol İmparatorluğu Tarihi, s: 55. Türkçesi: Aykut Kazancıgil-Ayşe Bereket)
Cengiz Han, her konuşmasına, “Kök Tengri’nin (Mavi Gök’ün) dileğiyle,” sözü ile başlardı.
Etnik bakımdan Türk-Moğollara çok benzer tarafları olan göçebe Kazak toplulukları da Gök Tengri’ye inanırlardı.
“Kazak göçebelerinin dini, sinkretizmle (din mitolojisinde başta birbirinden farklı olan geleneklerin birleştirilmesi) dolu olması açısından büyük farklılık arz etmekte idi. Dinin en eski şekilleri daha sonraki şekilleriyle sıkı sıkıya birleşmiştir. Dinin karakteristik yapısı göçebelerin toplum ilişkileri ile bağlılık göstermektedir. Gökyüzü ruhunu ta’zim etme (saygı gösterme, büyültme, yükseltme ve yüceltme), Güneş kültü ve Ay kültü
geleneği XX. asır başlarına kadar sürdü. Onlar, yeni başladıkları veya giriştikleri her işe mutlaka ayın başında veya dolunay zamanında başlıyorlar. Bu yüzden onun önünde diz çöküyorlar ve dua ediyorlar. Güneş’e ise Ay’ın anası diyorlar. Çünkü Ay’ın Güneş’ten ışık aldığını düşünüyorlar. (Lezzet Tülbasiyeva:Kazakların Yaşam Estetiği, s:1,2,10, 11, 13, 24 ,25) Türk Tarih Kurumu Yayını.)
Kısacası, Türk göçebelerin kendi tarihsel, siyasal, ekonomik, kültürel coğrafyasında kendi gereksinimlerine göre biçimlenen Şamanlık inançları ile Maveraünnehr’e gelmeleri Arapların gelmesinden yaklaşık 200 yıl öncesinden başlamıştı.
Özet olarak, Türk-Moğolların yerleşik yaşama geçmeden önceki dinleri Şamanizm’dir. Yerleşik yaşama geçmeye başladıkları süreçte de, Budizm, Manihaizm, Nasturilik, Hıristiyanlık, Yahudilik, İslam, vb. yerleşik sınıflı toplumların dinleri/inançları ile karşılaştıklarında halkın ezici çoğunluğu “Şamanlık” inancındaydılar. Seyhun ve Ceyhun nehirlerinin arasında Maveraünnehr olarak da bilinen Horasan bölgesinde tarım ve ticari faaliyetler yoğundur ve bölgede İran kültürü baskındır. Ceyhun nehrini geçen göçebe Türkler dinler/inançlar, diller/kültürler mozaiği olan işte bu gölgede yerleşik yaşamaya geçmeye, böylece köylüleşmeye başlarlar. Türklerin Şamanlığın örgütselliğinde geldikleri süreçte Maveraünnehr Budizm, Nasturilik, Musevilik, Zerdüştlük, Manicilik, Hıristiyanlık vb. inançların yoğun olarak yaşadığı/ yaşandığı tam anlamıyla bir kültür-inanç harmanıydı. Ancak bu durum Şamanist Türkler ve diğer inançtaki halklar açısından bir "sorun" olarak karşılanmıyordu. Çünkü, bölge sakinlerinin, taassup, dar görüşten uzak ve aşırı derecede bir dini müsamaha ve toleransa sahip olmaları nedeniyle bütün dinler bu alanda birlikte var olabilmekteydiler. Hatta, tüm bu dinler, kendilerine Türkler içinde belli bir yer edinirler. Bununla birlikte, yerleşik yaşama geçen Türklerin bir kısmı yerlilerin inançlarını benimserlerse de, asıl kitle kendi dinleri Şamanlığa bağlı kalır. Çünkü, Şamanlık inancının karakteristik yapısı göçebelerin toplum ilişkileri ile bağlılık göstermektedir; Şamanlık, kandaş toplumun örgütselliğini de açıklayan sosyal bir temeldir. Daha aşağı sınıfların üst sınıflarca ezilmesinin önündeki kan bağına dayanan bir örgütlenme, bir dayanışmadır aynı zamanda. Diğer bir deyişle, örgütsellik ile onun kutsallık planındaki yansıması Şamanlık, karşılıklı kaçınılmaz bir ilişki içerisindedir. Yerleşik yaşama, geçenlerin bir kısmı yerlilerin inançlarını benimserlerse de, asıl kitle kendi dinleri Şamanlığa bağlı kalır. Kandaşlığın içsel gelişmesi ile dış etkileşimi de bir bütün oluşturur. Kısacası, Şamanizm, ile kastedilen yalnızca bir inanç biçimi değil; kendine özgü teknikleri ve iş yapma tarzları, toplumu oluşturan grup, zümre ve sınıfların özgül doğası, düşünce ve duyuş biçimleri, manevi alışkanlıklarıyla bütün bir varoluş tarzıdır.
“Geniş sınır bölgeleriyle başka din ve kültürlere temas eden göçebelerin, yerleşik ırkdaşlarının yabancı dinleri kabul etmiş olmalarına rağmen, uzun asırlar boyunca milli dinlerine yani Şamanlığa bağlı kalmaları, onların yaşama şartları ve düşünüşleriyle yakından ilgilidir” (Osman Turan: Selçuklular ve İslamiyet. Aktaran Erdoğan Aydın: Nasıl Müslüman Olduk, s:174.)
İslam’ın ilk dayatılmasını izleyen yaklaşık 300 yıl içinde bu varoluş tarzının bazı ögeleri, belki büyük bir kısmı, bütün Türk topluluklarında yok oldu, yok olmayanlar ise, dönüşüme/ değişime uğrayarak ve mutlaka İslami bir örtüyle saklanarak, Kızılbaş-Alevi-Bektaşi kültürünün ögeleri olarak günümüze kadar geldi.
Şamanizm ile Sami Dinlerin karşıtlığı
İbrani dinleriyle (semavi dinler) karşılaştırıldığında Şamanizm’e din denebilir mi ? Yukarıda vurgulandığı gibi, Şamanizm’in peygamberi, kutsal kitabı ve ibadet saatleri ve mekanları (kilise, havra, cami, cemevi, tarikat, tekke, vb.) yoktur. Buna karşın, Sami-Semit-İbrani dinleri (semavi dinler) kitaplı dinlerdir; bu kitaplarda bireyin ve toplumun uyacağı kurallar ile bu kurallara uyanların bu dünyada ve öldükten sonra (öbür dünyada) nasıl mükâfatlandırılacağını, uymayanların ise hem dünyada hem de öldükten sonra nasıl cezalandırılacağını açıklar. Kısacası Semavi dinler bir kurallar bütünüdür; bireyi ve toplumu ortaya koyduğu kurallara uymaya zorlar, bu kuralların Tanrı Rab’ın (Allah’ın) istemleri-emirleri olduğunu bildirir. Bu bildirimleri insanlara “peygamber” olarak adlandırılan, kendilerinin rab tarafından gönderildiğini söyleyenler Sami halklardan kırk yaş civarındaki birileri yapardı, Sami halkların (Arap, İbrani, Kürt, vb.) haricindeki halklara, örneğin; Türk, Moğol, Alman, Yunan, Pers, Çin, Ermeni, vb. -her nedense- peygamber gelmemiştir. Peygamberler ölünce “havari”, “halife”, “papa”, “evliya”, “misyoner” “şeyh”,vb. unvanlar verilen onlarca, yüzlerce, hatta binlerce erkek tarafından söz konusu emirler-istemler bire bin katılarak ve efsanelerle -hurafelerle karıştırılarak kadim zamanlardan günümüze kadar insanlara bildirilirdi/bildiriliyor. Abraham (İbrani) dinlerinin bürokrasisinde kadınlara yer yoktur; nedense Tanrı Rab kendine kadın elçi (peygamber) seçmemiştir. Kadınlar din hiyerarşisinin en alt katmanında ve edilgen bir konumda yer bulabilirler.
Şamanizm’in kurallarının yazılı olduğu bir kitabı yoktur, zaten göçebe toplumun okur-yazarlığı yoktur. Bu inancın kuralları-tapınma biçimleri(ayinleri) -tıpkı yılın belli günlerinde yapılan düğün, kurban, vb. toplumun büyük kısmının katıldığı günlerde Şaman (Kam)’ın önderliğinde yapılırdı. Yazılı olmayan ve sadece sözle aktarılan kurallar nesiller değiştikçe az-çok değişikliğe uğrar. Semavi dinler ortak peygamberlere, kutsal yerlere, dillere (Sami diller) sahip olsalar da aralarında ortaya çıktıkları dönemlerden kaynaklanan farklılıklar vardır. Türkleri en çok etkileyen İslam dini olduğu için Şamanizm ile İslam dinin bazı özelliklerinden söz edilecektir. Her şeyden önce, Şamanizm başat ekonomisi hayvan besiciliği olan Türk göçebe toplulukların inancı iken, İslam dini başat ekonomisi ticaret olan ve Türk dili ile, dolayısıyla Türk kültürü ile hiçbir yakınlığı/ilişkisi olmayan Sami halkların dinidir.
Şamanlık inancında bir cezanın ya da maddi bir mükafatın olup olmadığını bu konuyla ilgili okuduğum destanlarda ve tarih-sosyoloji kitaplarında göremedim. Buna karşın, önce sözle aktarılırken yıllar sonra yazılı hale getirilen ve asırlarca hiç değişmedikleri /değiştirilmediklerine inanılan Tanrı Rab’ın emirlerinde (din kuralları) ağır cezalar ve büyük mükafatlar vardır. İslam dinine inanlar hem yaşadığımız dünyada, hem de öldükten sonra mükafatlandırılır:
“Rasûlüm! İman edip sâlih ameller işleyenleri şöyle müjdele: Altlarından nehirler akan cennetler onlar içindir. Ne zaman kendilerine cennet meyvelerinden bir şey ikram edilse, her defasında: “Bu, daha önce dünyada yediğimiz şey!” derler. Oysa bu rızıklar, renkte ve şekilde birbirinin benzeri, fakat tatta ve keyfiyette çok yüksek kıymette olmak üzere kendilerine ikram edilecektir. Orada onlara tertemiz eşler verilecek ve orada ebedî kalacaklardır.”(Bakara-25)
“Bu sözlerinden dolayı Allah onları altlarından ırmaklar akan, içinde ebedî kalacakları cennetlerle mükâfatlandırdı. İyilik yapanların mükâfatı işte budur!” (Maide-85.)
Semavi dinler emirlerine uymayanları ya da muhalefet edenleri “kafir” olarak tanımlayarak öldürülmesini kurallarına uyanlara emreder, cezalandıramadıklarını da öldükten sonra ölümün olmadığı ama türlü işkencelerin yapıldığı ve sonlanmadığı “cehennem” olarak tanımladığı bir yere gideceklerini haber verir:
“Dinî gerçekleri inkâr eden ve kâfir olarak ölenlere gelince, işte Allah’ın, meleklerin ve bütün insanların lâneti onların üzerinedir.” (Bakara-161.)
“Onlar, lânete uğramış olarak cehennemde ebediyen kalacaklardır. Azapları asla hafifletilmeyecek, geciktirilmeyecek ve kendilerine özür dilemeleri için mühlet de verilmeyecektir.” (Bakara-162)
“İnkâra saplanıp âyetlerimizi yalanlayanlara gelince, onlar o kızgın, alevli ateşin yoldaşlarıdırlar.” (Maide-10)
“Bu kâfirlerin hâli, tıpkı Firavun hânedânı ile daha önceki kâfirlerin hâline benzer. Onlar da, âyetlerimizi yalanlamışlardı da Allah onları günahları sebebiyle kıskıvrak yakalamıştı. Allah’ın cezalandırması pek şiddetlidir. (Al-i İmran-11).
Cennet, cehennem ve kafirlerle ilgili çok sayıda ayet (Tanrı Rab’ın emirleri, istemleri) vardır.
Tanrı Rab, kendisine değişik zamanlarda çoban, kral, marangoz, pehlivan, tacir, vb. mesleklerden elçiler seçmiş, filozof ya da düşünürlerden elçi seçmemiştir. Üstelik elçi olarak seçtiklerinin bazılarının -okuduklarımız doğruysa- ümmi imiş, yani okuma-yazması yokmuş. Ayrıca, Sami dinlerin bütün versiyonları hiçbir dönemde ideolojiden, yani toplumu yönetme erkinden bağımsız olmamıştır, yüzlerce yıl “şeriat” adı verilen bir ideolojiyle dünyanın birçok bölgesinde insan toplumlarına/topluluklarına egemen olmuştur. Tarih boyunca İbrani dinlerinin hem kendi aralarında hem de bu dinlerin faklı yorumlarından ortaya çıkan tarikatlar arasındaki savaşlarda çocuk, kadın, ihtiyar gözetmeden büyük kırımlar yapılmıştır. (Günümüzde, Abraham dinlerinin ortaya çıktığı yer olan Filistin’de küvözdeki bir-iki günlük bebekler bile fosfor bombalarıyla kavruluyor ve bunlar Tanrı Rab’ın vaat ettiği toprakları (Arz-ı Mevut) almak için, yani Rab’ın emri olduğu için yapılıyor.
“O günde Rab, Abraham’la ahdedip dedi: Mısır ırmağından büyük ırmağa, Fırat ırmağına kadar bu diyarı, Kenileri ve Kenizzileri ve Kadmonileri ve Hittileri ve Perizzileri ve Refaları ve Amorileri ve Kenanlıları ve Girgaşileri ve Yebusileri senin zürriyetine (soyuna) verdim.” (Tevrat’ın Tekvin kitabının 15. Bab.)
Suriye’de bir askerin henüz canlıyken gövdesini yarıp kalbini çıkarıp “Allahu Ekber” diyerek yiyen cani de yaptığı bu vahşeti Allah (Rab) adına yapmıştı.)
Semavi dinler ile Şamanizm inancının kültürel kökleri çok farklıdır. Semavi dinlerden olan İslam dini, din adına yapılan savaşların “farz” olduğunu, yani yapılmasının açık bir şekilde Allah tarafından emredildiğini bildirir.
“Hoşunuza gitmese de savaş size farz kılındı. Hoşlanmadığınız bir şey sizin için hayırlı olabilir. Hoşlandığınız bir şey de sizin için kötü olabilir. Gerçeği Allah bilir, siz bilemezsiniz.” (Bakara-216)
“İman edenler, Allah yolunda hicret edip savaşanlar var ya, işte Allah’ın rahmetini umacaklar onlardır. Allah, çok bağışlayıcıdır, engin merhamet sahibidir.” (Bakara-218)
“O halde dünya hayatını verip âhireti almak isteyen samimi mü’minler Allah yolunda savaşsınlar. Kim Allah yolunda savaşır da öldürülür veya gâlip gelirse, biz ona pek yakında büyük bir mükâfat vereceğiz.” (Nisa-24)
“İman edenler Allah yolunda savaşırlar. Kâfirler ise şeytânî güçlerin yolunda savaşırlar. Öyleyse, ey mü’minler, haydi şeytanın taraftarlarıyla savaşın. Bilin ki, şeytanın hîlesi cidden zayıftır.”
Türk-Moğol göçebelerin kendi orijinal destanlarında ve onlar hakkında yazılan yabancı kaynaklarda “din savaşları” yaptıklarına ait herhangi bir söylem ya da kayıt yoktur. Yani, kendi inançlarını başka kabilelere, topluluklara ya da toplumlara kabul ettirmek gibi bir amaçları olmamıştır. Hatta bütün inançlara/dinlere son derece hoşgörülüdürler. Türk göçebe yaşamını çözümlemede model olarak kullanılan Moğol göçebelerinin dini inançları konusunda İranlı tarihçi ve İran Moğol Devleti’nde yüksek bürokrat olan Cuveyni (1226 -1283), Moğollar için,
”Hiçbir din ya da imana karşı çıkmıyorlardı, hatta özendiriyorlardı” demiştir.(Prof. Dr. Yalçın Küçük: İsyan- 1, s: 193, dipnot.)
Yukarıdaki satırlarda değinildiği gibi, Türkler İslam’la henüz tanışmadan 200 yüzyıl öncesinden tarım-ticaret ile uğraşan ve İran kültürünün egemen olduğu Horasan bölgesinde kentlerin çeperlerinde yerleşik toplumlara komşu olmuşlar ve giderek oralarda yerleşmeye/köylüleşmeye başlamışlardır. Bu ortamlar tam bir kültürler-dinler mozaiğidir. Arap-Emevî-Abbasî işgal orduları gelene kadar söz konusu coğrafyada Eski Yunan, İran, Hint kültürleri, Yahudilik, Hıristiyanlık, Mecusilik (ateşe tapanlar), Putperetlik gibi birçok din-inanç yaşıyordu.
“Buhara’da Hıristiyan kilisesi vardı. /…/ Ateşperestler nevruz günü güneş doğmadan önce burada bir horoz kurban ederlerdi. Mecusi mersiyeleri olarak bilinen ve Siyavuş adına söylenen şarkılar vardır./…/ Burada yılda iki defa kurulan panayırda putların (belki Budist heykellerin) satıldığı çarşı vardır./…/ Bu kafir geleneği Samaniler devrinde de devam etmişti. Bu heykelciklere talep o kadar fazla idi ki, 50 000 dirhemlik satış yapılırdı. Sonradan, panayır zamanı halkın tapındığı yerde ateşperest mabedi yapıldı; İslam devrinde ise büyük camilerin biri burada inşa edildi. “ (Vasili Viladimiroviç Barthold: Moğol İstilasına kadar Türkistan; Yayına Hazırlayan: Hakkı Dursun, Türk Tarih Kurumu Yayını s: 112-113).
“Efasanevi kişi Afrasiya. Onun düşmanı Keyhüsrev , Ramitan’ın karşısında, yani arkın öbür yakasında Ramuş köyünü kurdurup, burada Samanler devirine kadar ayakta kalan bir ateşperest tapınağı inşa ettirmişti Ramitan’da bir de putperest tapınağı bulunurdu./…/ Verehşeh’te “çiftiçilerin yeni yılı”, Mecusiler’’in yeni yılından 5 gün önce kutlanırdı./…/ Buhara’dan yedi ya da sekiz fersak uzaklıkta ikinci bir köy olan Tavvais, Buhara ve varoşlarını çevreleyen surun içinde kalırdı. Burası Tavus kuşları anlamına gelen Arapça adını 710 yılında almıştır. Araplar ilk defa burada tavus kuşu görmüşlerdi. Şehrin eski adı “ Erfud” idi. Burada bir putperest tapınağı olduğu gibi, ateşe tapanların da bir mabedi bulunurdu./…/ Yani İslam geldiğinde bölgede ateşe tapanlar, putperestler, Hıristiyanlar, Yahudiler ve daha bir çok farklı inançta olan insanlar bir arda yaşamaktadırlar. İslam öncesinde inanç kavgaları –çatışmaları çıktığına dair bir kaynağa rastlamadım. Tam tersine inançlar arasında büyük bir hoşgörünün olduğunu nakledilen bazı davranış biçimlerinden anlayabiliyoruz. Örneğin, Semerkant’ın meydanlarında hayvan heykelleri vardır. “Servi ağaçlarından atların, öküzlerin, deve ve vahşi hayvanların hayret verici heykelleri oyulmuş; bunlar bir savaş veya kavga öncesinden birbirlerini gözler biçimde karşılıklı dururlar. /…/ Bu yorumun kavgacı bir kültürden gelen ve bu nedenle de sürekli tedirginlik içinde yaşayan-düşünen bir İslam yazarının görüşleri olduğunu gözden uzak tutmamak gerekir.” (Vassiliy Viladimiroviç Barthold: Moğol İstilasına Kadar Türkistan, s: 97.)
Bir başka örnek de, Şamanist Moğolların, Müslüman halk tarafından kutsal sayılan bir mezarı (Mezarşah: Şah’ın mezarı) ziyaret edip, adaklar adayıp, dileklerde bulunmalarıdır:
“Semerkant’ın dışında Kusam b. Abbas b. Abdulmüttalib’in (Bir rivayete göre Muhammed Peygamber’in yeğeni) türbesi bulunur. Şehir sakinleri her pazar ve perşembe akşamı ziyarete gelirler. Tatarlar da ziyarete gelir, adaklar adar, sığırlar, koyunlar, dirhemler ve dinarlar getirirler; bütün bunlar, ziyaretçilerin, şifahane görevlilerinin ve kutsal türbenin yararına kullanılır. (Vassiliy Viladimiroviç Barthold: Moğol İstilasına Kadar Türkistan, s Barthold: Agy: s: 97, 122, ).
Başka bir örnek de Türk göçebelerden verelim:
“Oğuzlarda dinsel bir bağnazlık yoktur. Bazı Oğuzlar, Müslümanlar hoşlanıyor diye “la ilahe illallah” çekerler. (Doğan Avcıoğlu: Türklerin Tarihi. Üçüncü Kitap, s: 1395).
Oğuzlar yalnız Müslümanlarla değil, Hıristiyan ve Yahudi Harzimlilerle de ilişkidedir. Hristiyanlaşan Oğuzlar görülür. Nasturilik, X. Yüzyılda Orta Asya’da etkindir. Harzim’le ilişkiler bazı Oğuzların Musevi dinini benimsemesine yol açar. Dinsel hoşgörü, daha doğrusu laik bir karakter örneğini de Yahudi Hazarlardan verelim: Yerleşik yalama geçip tarım –ticaretle uğraşan Hazarlar kendi özgür iradeleriyle İslam dinini değil, 740’da, Yahudi dinini benimserler. Ancak, Hazar ülkesindeki Müslümanların yaşadıkları yerlere Müslüman yönetici atarlar. (Arthur Koestler: Onüçüncü Kabile Hazar İmparatorluğu ve mirası, s: 52.)
Kısacası, Oğuz Türklerinin İslam dinini benimsemesinden yaklaşık 500 yıl önce Türklerin Şamanizm dışındaki dinlere yöneldikleri görülür. “Bu çerçevede, İslamiyet hariç tüm diğer dinler kendilerine Türkler içinde belli bir yer edindiler. Ancak, bu dinlerden hiçbirisi bu topraklara silah zoruyla ve işgalin sonucunda dayatmayla girmemiştir. Aksine İslam’ın dışındaki dinler, yerleşik hayata geçenler nezdinde Şamanizm’in yetersizleşmesi sürecinde ideolojik mücadeleyle kendine genişleyen bir alan bulmuşlardır.”(Erdoğan Aydın: Nasıl Müslüman Olduk).
Türk göçebelerin yerleşik yaşama geçmeye, köylüleşmeye başlamasıyla birlikte Şamanlık inancından kopuşlar başlar. Çünkü, göçebe (barbar) yaşam tarzı ile yerleşik (uygar) yaşam tarzı birbirine zıt hayatlardır. Şamanizm, ile kastedilen yalnızca bir inanç biçimi değil; kendine özgü teknikleri ve iş yapma tarzları, toplumu oluşturan grup, zümre ve sınıfların özgül doğası, düşünce ve duyuş biçimleri, manevi alışkanlıklarıyla bütün bir varoluş tarzıdır. Oysa, uygar toplumlarda (yerleşiklerde, kentlilerde) insanların doğayla ilişkilerinden çok, insanın insanla, insanın toplumla ilişkisi söz konusudur. Bu ilişkide temel aracı paradır, yani ticarettir. Köleci ve feodal düzenlerde din toplumun yönetiminden ayrı düşünülemezdi. Göçebe bir toplum olan Türklerin V. Yüzyıldan itibaren yerleşik hayata geçmesi dolayısıyla sınıfsal farklılaşmaların oluşmaya başlaması yani göçebeliğin (kandaşlığın) çözülüşüne bağlı olarak ve komşu uygarlıkların etkisiyle artık kendilerine yetersiz gelmeye başlayan Şamanizm’in dışında, yeni konumlarına uygun diğer dinlere geçmeye başladığı görülür. Başka bir söylemle, kabile hayat tarzı ile uygar hayat tarzı arasında yaşanış, düşünüş, inanış vb. farklılıklar vardır. Eski dinleri Şamanlık artık ihtiyaçlarını karşılayamıyordu. Çünkü Şamanca yaşamak, en doğal, en gösterişsiz, en sade ve en alışılmamış olanı ve de düşünce ve mantık yerine duygu ve sezgilerini ön plana çıkararak yaşamaktır. Paranın bilinmediği, onun yerine ürünlerin değişiminin olduğu bir toplumda, dolayısıyla onun dini Şamanlıkta ticaretin düzenlenmesinden söz edilemez. Oysa, uygar toplumlarda (yerleşiklerde, kentlilerde) insanların doğayla ilişkilerinden çok, insanın insanla, insanın toplumla ilişkisi söz konusudur. Bu ilişkide temel aracı paradır, yani ticarettir.
Oysa, göçebenin en büyük geçim kaynağı savaşlardan elde edilen yağmadır, yani başkalarının ürettiklerine el koymaktır. Oysa, köylüleşmiş olanlar tarımsal üretim yaparlar, kentte oturanlar ticaretle geçinirler, savaş onların aleyhine bir durumdur. Bu nedenle de yerleşikler kendi hayat tarzlarına uygun dinleri tercih etmişlerdir. Örneğin, Göktürkler devrinde Bilge Kağan, ‘Mani Dini’ne ilgi duyduğu zaman, Çin’de eğitim görmüş olan danışmanı Tonyukuk, ‘Mani Dini’nin yerleşiğin dini olduğunu, bu dinin Türklere iyilik getirmeyeceğini, çünkü Türklerin savaş yeteneğini kaybedeceğini ileri sürerek vazgeçirmiştir. Bu nedenle de kandaş toplulukların kendi içsel değişmeleri, birbirleriyle ve uygar dünya ile ilişkilerinden soyutlanarak ele alınamaz. İçsel devinimin yanında, komşu Çin, Hint ve İran uygarlıkları da göçebe hayatı etkilemeye, kandaşlık bağlarını çözmeye başlamıştı. Kandaş toplum içindeki varlık ve güç farklılıkları, insanlar arasında zıtlaşmalar ve sosyal kutuplaşmalar biçimin alınca, o duruma uygun olarak daha üst uygarlıktaki Çin dini “Tsin”, Hint kaynaklı ’Budizm’, İran’da yaygın olan ’Zerdüştlük’, ’Maniheizm’ ve ’Nasturilik’, daha Batı’dan, Harzim’den, gelen ’Yahudilik’ dinleri Şamanlığı kendi lehlerinde etkileyerek sınıfsal farklılaşmayı “inanç” düzlemine çekerek daha da belirgin duruma getirmişlerdir. Ancak, servet farklılaşmasına ve hatta sınıflaşma belirtilerine karşın, kan bağıyla bağlı akraba kabile üyeleri arasında geniş bir dayanışma yine de yürürlükteydi, yani toplumun büyük bir kesiminin örgütselliğini “kan bağı” sağlıyordu. Bunun insanlar tarafından algılanması “inanç” düzlemindeydi, yani ’Şamanizm’ idi.
İslam dininde talan “ganimet” adıyla kutsallaştırır: Allah adına yapılır, Allah ve Peygamber de ganimetten pay alır:
“Rasûlüm! Sana ganimetlerden soruyorlar. De ki: “Ganimetler Allah’a ve Rasûlü’ne aittir. Öyleyse gerçekten mü’min iseniz Allah’a karşı gelmekten sakının, aranızda anlaşmazlığa yol açan hususları düzeltin, Allah’a ve Rasûlü’ne itaat edin!” (Enfal-1)
“Şunu bilin ki, ganimet olarak aldığınız şeylerin beşte biri Allah’a, Rasûlü’ne, onun akrabalarına, yetimlere, yoksullara ve yolda kalmışlara aittir. Eğer Allah’a ve iki ordunun karşılaştığı, hak ile bâtılın birbirinden ayrıldığı günde kulumuza indirdiğimize inanıyorsanız bunun böyle olduğunu kabul edin. Allah her şeye hakkıyla güç yetirendir.” (Enfal-41.)
“Ama artık elde ettiğiniz ganimetlerden helâl ve temiz olarak yiyin ve Allah’a karşı gelmekten sakının. Hiç şüphesiz Allah, çok bağışlayıcıdır, engin merhamet sahibidir.” (Enfal-69)
“Onlara, elde edecekleri pek çok ganimetler de nasip etti. Allah, kudreti dâimâ üstün gelen, her hükmü ve işi hikmetli ve sağlam olandır.”(Fetih-19)
“Henüz elde edemediğiniz daha nice ganimetler ve nimetler var ki, Allah onları ilmi ve kudretiyle kuşatmış ve bunları size vereceğini takdir buyurmuştur. Allah, her şeye hakkıyla güç yetirendir.”(Fetih-21)
Türk-Moğol göçebe toplulukların geçimlerinin ana kaynağı başka kabilelerin, boyların ve çok eskiden beri tarım-ticaretle uğraşan Çin, İran, Hint, Ermeni, vb. komşu yerleşik toplumların köylerin/kentlerin yağmalanması/talan edilmesidir.
Milleti besleyeyim diye, kuzeyde Oğuz kavmine doğru, doğuda Kıtay, Tatabi kavmine doğru, güneyde Çin’e doğru on iki defa büyük ordu sevk ettim, ... savaştım. Ondan sonra, Tanrı bağışlasın, devletim var olduğu için, kısmetim var olduğu için, ölecek milleti diriltip besledim. Çıplak milleti elbiseli, fakir milleti zengin kıldım. Az milleti çok kıldım. Değerli illiden, değerli kağanlıdan daha iyi kıldım. Dört taraftaki milleti hep tabi kıldım, düşmansız kıldım. Hep bana itaat etti. İşi gücü veriyor. /…/ “Türk milleit aç idi, o at sürüsünü alıp besledim. (Prof. Dr. Muharerm Ergin: Orhun Abideleri , s: 49. Boğaziçi yayınları, 2003. )
Bununla birlikte, Şamanizm savaşı ve talanı kutsamaz, yani bu eylemlerini Tanrı adına yapmaz, hatta dini başkalarına kabul ettirmek için savaşı yasaklıyor. Ama, savaş sırasında düşman öldürmeyi kutsuyor. Göçebe bir toplumun dini olarak talanı -tıpkı ganimet gibi- övmesiyle İslamiyet’e benzer yanları da olmakla birlikte Şamanizm, pek çok noktada ondan özsel ayrıma sahipti. Örneğin, içkiyi kutsuyor, kadın erkek eşitliğini, birlikte yaşamayı ve birlikte eğlenmeyi ve birlikte tapınmayı öngörüyor. Bunlar Sami kültürün gelenek ve gereksinimleriyle uzlaşmayan özelliklerdir. Sami kültürüyle-diniyle özdeşleşmeyen-aynılaşamayan Şamanizm değerlerinin çoğunun Türklerin Müslümanlaştırılmasından sonra da içten içe sürüdüğünü ve en son, Anadolu’da Kızılbaşlık ve daha sonraki yıllarda da Anadolu Aleviliği ve onun rafine bir biçimi Bektaşilik olarak kendini bugünlere kadar taşıdığını görüyoruz. Bugün Kızılbaş-Alevi-Bektaşi kültüründe belki Budizm, Zerdüştlük, Nesturilik, Yahudilik, Manihaizm dinlerinin kalıntıları vardır. Örneğin, III. Yüz yılda İran’da kurulan Mani dininde ağızdan kötü söz çıkması, elden iyiliğe zarar verecek eylem yapması ve gönlün kötü şeylere eğilim göstermesi yasaktır. Mani dininde ağız, el ve gönül diye belirtilen bu üç ahlak yasası Kızılbaş-Alevi-Bektaşi kültüründe “eline, diline, beline sahip ol” ilkesinin belki de ana kaynağıdır.
Din ve Dil
Türk-Moğol tarihi konusunda yazdığı kitaplar referans kabul edilen Yüksek Sovyet Akademisi üyesi Vasili Viladimiroviç Barthold (1869-1930), “İslam ve Arap dilini yaymak amacıyla, Medreselerin ilk önce Türkistan’ın güney bölgelerinde kurulduğunu yazar.” (Doğan Avcıoğlu: Türklerin Tarihi)
“Emevîler döneminde Orta–Asya’yı fethetme ile görevlendirilen vali İbn-i Kuteybe, Arapların öteki uluslara, Arapçanın da öteki dillere üstünlüğünü ileri sürüp buna inanmayanları cahillikle, kafirlikle suçlayarak en ağır şekilde cezalandırma yoluna gitmiştir. Sonuçta, Türkler, pek çok Arapça sözcüğü dillerine dolamış, bu sözcükleri kullananlara kutsal bir iş yaptıklarını sanarak sevinmişlerdir. (Cengiz Özakıncı: Dünden Bugüne Türklerde Dil ve Din. Erdoğan Aydın: Nasıl Müslüman olduk)
Dil, insanların birbirleriyle iletişim kurmalarının temel araçlarından birisidir. Bir insanın başka insanla/insanlarla veya toplumla/toplumlarla ilişki kurması ve bu ilişkiyi sürdürebilmesi için o insanların ya da toplumların dilini/dillerini bilmesi gerekir. Hatta insanların hayvanlarla iletişimi de “dil” aracılığıyla olmaktadır. Örneğin, “Kuran’da Hz. Süleyman’ın ‘Ey kişi oğulları, bize kuş dili öğretildi!’ dediği bildirilmiştir. Süleyman, bunu İbrani’ce söylemiş, Kur’an bu İbrani’ce sözleri Arapça ’ya çevirerek Araplara aktarmıştır. Yani, Tanrı kendi emirlerini, ana dili İbrani’ce olan Süleyman’a, anlayabilmesi için, İbrani’ce olarak bildiriyor. Süleyman’ın bu emirleri kuşlara iletebilmesi için Süleyman’a “kuş dili” öğrenme yeteneği veriyor, sonra da Süleyman İbrani’ce kendisine gelen “Tanrı emirlerini kuş diline çevirerek “hüdhüd kuşu”na aktarıyor. Süleyman ile kuş arasındaki konuşma, Araplar da anlayabilsinler diye, Arapçaya çevrilerek Kur’an‘a yazılıyor. ( Neml/22,23,24,25,26). Yine Kuran’da: "Bir dişi karınca dedi ki: Ey karıncalar! Yuvalarınıza girin! Süleyman ve Orduları, bilmeyerek sizleri çiğnemesinler!" sözleri geçer (Neml / 18). Hz. Süleyman, karıncaların bu sözlerini duymuş, anlamış, gülümsemiştir. Demek ki "kuş dili", "karınca dili” vardı. Üstelik, kuş dilinde Kuran’da geçen pek çok Arapça dinsel kavramın kuşça karşılığı da bulunmaktadır. (Cengiz Özakıncı: Dünden Bugüne Türklerde Dil ve Din. Erdoğan Aydın: Nasıl Müslüman olduk.)
Kısacası, insanın çevresiyle ilişki kurmasının temel aracı dildir. Bu nedenle de dil, insanın en önemli ayırt edici özelliklerinden birisidir. Dili yabancılaşan özüne, kendi kendisine de yabancılaşır. Çünkü insan bireysel kimliğini dil aracılığıyla oluşturur. Bir kişinin kullandığı dil, seçtiği sözcükler o kişinin kişiliğini yansıtır. İnsan yaşamında kendi istenciyle kılıf kıyafetini, saçını, uyruğunu, karısını, kocasını arabasını, evini, vb, hatta cinsiyetini bile değiştirebilir. Ancak anası ve babası gibi dilini de değiştiremez. Çünkü dil olgusu kaçınılmaz olarak toplumsal, ruhbilimsel, insan bilimsel vb. öğeleri içerir ve tüm bu öğeler kültür sözcüğü altında toplanır. Kültürün kaynağı da insandır ama kültür kişiliğin geliştiği, olgunlaştığı ortamdır. Sonuçta dil değiştirilince kültür de değişmiş olur. Bu nedenle dil değiştiğinde kişilik de değişmiş olur. Bu durumda kişi kendisine yabancılaşır.
Eğer, bir dile, o dilde yaşayan bir sözcüğü atıp, onun yerine anlamı eş olan yabancı bir sözcük katılırsa, bu, o dili kullanarak düşünen toplumun, düşünce üretme yetisini köreltmektir, aslında. Özcesi, dilin değişmesi, insan karakterinin ve buna bağlı olarak da toplumsal yapının değişmesidir, eski kültürün kaybedilmesidir, bunun diğer adı “asimilasyon”dur.
Bir toplumda, insanların birbirleriyle ilişkilerini sürdürebilmesinin temel aracının o toplumun kullandığı dil olduğunu söyledik. Buna bağlı olarak, ulusların, toplumların kimliğini de o toplumun dili belirler. Yani dil, bir toplumun yansımasıdır. Dile bu toplumsal özelliği kazandıran geçmişe, geleceğe ilişkin ortak amaç ve hedefler, ortak kültür, inançları, tanıdık davranış örüntüleri, yerleşik iletişim düzenceleri (normlar)gibi bireyleri toplumda birbirlerine yaklaştıran bir güç olmasıdır. Bu özelliğinden dolayı dil, dolaylı ya da dolaysız olarak, zorla benimsetildiğinde bir kültürü etkisi altına alması kaçınılmazdır. İşte bu nedenle de, bir ülkeyi ele geçiren yabancıların ilk yaptıkları işlerden birisi, o ülkede kendi dillerini iletişim dili haline getirmektir.
Oysa, dil, bağımsız bir ulusun toplumsal kültürünü, birlikteliğini sağlayan, söz ve yazınsal alanlardaki uygarlık düzeyini belirleyen bir ölçü olduğu kadar, insanın kendi imgesindeki tanrısı ile olan iletişiminin de doğru olarak ve istediği biçimde kurulmasında da temel araçtır.
Burada yine bir parantez açarak başka toplumlardan örnekler vermek istiyorum:
Dünyanın bazı bölgelerinde sömürgeleştirme eylemlerinde dilin başat rol oynadığının örnekleri açık şekilde görülür. Örneğin, bugün Güney Amerika Kıtası’ndaki ülkelerin (Arjantin, Brezilya, Meksika, Şili, Kolombiya, Peru, vb) çoğunda İspanyolca, Afrika Ülkelerinin (Nijerya, Uganda, Kongo, Güney Afrika Cumhuriyeti, vb) ve Asya Ülkelerinin (Hindistan, Pakistan, Filipinler, Çin, vb.) bazılarında İngilizce, daha başka ülkelerde ise Fransızca ve daha az olarak da Almanca yaygın olarak kullanılan dildir. Çünkü bu ülkeler, bugün yaygın bir şekilde iletişim aracı olarak dilini kullandıkları ülkelerin geçmişte sömürgesi idiler. Konumuz açısından bakıldığında, Türk yurtlarını istila eden Araplar da tıpkı örneklerini sunduğumuz sömürgeciler gibi davranmışlardır. “Barthold, İslam ve Arap dilini yaymak amacıyla , Medreselerin ilk önce Türkistan’ın güney bölgelerinde kurulduğunu yazar.” Emeviler döneminde Orta–Asya’yı fethetme ile görevlendirilen vali İbn-i Kuteybe, Arapların öteki uluslara, Arapça’nın da öteki dillere üstünlüğünü ileri sürüp buna inanmayanları "cahil“likle, ”kafir”likle suçlayarak en ağır şekilde cezalandırma yoluna gitmiştir. Sonuçta, Türkler, pek çok Arapça sözcüğü dillerine dolamış, bu sözcükleri kullananlara kutsal bir iş yaptıklarını sanarak sevinmişlerdir. Oysa, dil, bağımsız bir ulusun toplumsal kültürünü, birlikteliğini sağlayan, söz ve yazınsal alanlardaki uygarlık düzeyini belirleyen bir ölçü olduğu kadar, insanın kendi imgesindeki tanrısı ile olan iletişiminin de doğru olarak ve istediği biçimde kurulmasında da temel araçtır
Tekrar konuma dönüyorum:
“Diline yabancılaşan, dinine de yabancılaşır.”
Türklerde de böyle olmuştur: Türk topluluklarını/toplumlarını yöneten egemenler (boy beyi, emir, sultan, padişah, vb) ile onların çevresindekiler Arapça ve Farsçayı kendi dillerinden üstün tutarak Türkçeyi, İslam dinini de kabul ederek, yani teslim olarak (İslam= Teslim) kendi öz dinleri olan Şamanizm’den kopmuşlar ve kendi dillerini ve dinlerini yaşayanlara da amansız düşman olmuşlardır; onları “kafir” olarak niteleyerek toplu kırımlara uğratmışlar, genç kız ve oğlanları Bağdat, Şam ve Horasan insan pazarlarında satmışlardır.
Yukarda vurgulandığı gibi, Şamanizm ile kastedilen yalnızca bir inanç biçimi değil; kendine özgü teknikleri ve iş yapma tarzları, toplumu oluşturan grup, zümre ve sınıfların özgül doğası, düşünce ve duyuş biçimleri, manevi alışkanlıklarıyla bütün bir varoluş tarzıdır. İslam’ın ilk dayatılmasını izleyen yaklaşık 300 yıl içinde bu varoluş tarzının bazı ögeleri, belki büyük bir kısmı, bütün Türk topluluklarında yok oldu, yok olmayanlar ise, dönüşüme/ değişime uğrayarak ve mutlaka İslami bir örtüyle saklanarak, Kızılbaş-Alevi-Bektaşi kültürünün ögeleri olarak günümüze kadar geldi.
1. Yves Lacoste: Büyük Oyunu Anlamak. NTV Yayınları
2. Prof. Dr. Boris Yakovleviç Vladimirtsov: Moğolların İçtimai Teşkilatı, s:60. Türkçesi: Abdulkadir İnan. Türk tarih Kurumu Yayınlar.
3. Leon Cahun: Asya Tarihine Giriş, s:17. Türkçesi: Sabit İnan Kaya. Seç Yayın
4. Prof. Dr. Vassiliy Viladimiroviç Barthold: Moğol İstilasına Kadar Türkistan. Hazırlayan: Hakkı Dursun Yıldız. Türk Tarih Kurumu Yayınları
5. Cengiz Özakıncı: Dünden Bugüne Türklerde Dil ve Din.
6. Erdoğan Aydın: Nasıl Müslüman Olduk.
7. Nevill Drury: Şamanizm. Türkçesi: Erkan Şimşek. Okyanus Yayınları.
8. Prof. Dr. Muharerm Ergin: Orhun Abideleri. Boğaziçi yayınları, 2003.
9. Doğan Avcıoğlu: Türklerin Tarihi (5 cilt)
10. Moğolların Gizli Tarihi. Türkçesi: Prof. Dr. Ahmet Temir. Türk Tarih Kurumu.
11. Jean-Paul Roux: Moğol İmparatorluğu Tarihi, s: 55. Türkçesi: Aykut Kazancıgil-Ayşe Bereket
12. Lezzet Tülbasiyeva: Kazakların Yaşam Estetiği, s:1,2,10, 11, 13, 24,25. Türk Tarih Kurumu
13. Prof. Dr. Yalçın Küçük: İsyan- 1.
14. Arthur Koestler: Onüçüncü Kabile: Hazar İmparatorluğu ve Mirası.
15. Prof. Dr. Muharerm Ergin: Dede Korkut Kitabı. 1000 Temel Eser. Milli Eğitim Basımevi. 1971
YORUMLAR
Profesör Yaşar Çoruhlu "TÜRK MİTOLOJİSİNİN ANA HATLARI " kitabını da incelerseniz ayrıntılı şeklinde makalenize tamamlayıcı olacaktır. Kitabı zamanında almıştım ve özellikle Şaman nerden gelir? Hangi koşulları barındırır? Tüm ana hatlarıyla ve heyecanla okunması gereken bir kaynak. Tavsiye ederim...
Detaylı bilgiler vermişsiniz bir çok kaynaktan
teşekkür ederim
Türklerin dini tarihçesini bilmeyenler için muhteşem eğitim yazısı
Günümün yazısı.
Yıllar önce Prof. Hikmet Tanyu'nun ''Türklerin Dini Tarihçesi'' kitabını okumuştum.
ve başka kitaplardan faydalanarak Lahey Ülkü Ocağında seminer vermiştim. Yıl 1984.
Makale olarakta çıkardığımız dergide yayınlamıştım ama sizin verdiğiniz bilgilerin üçte biri bile değildi.
Sağolsın bende yazınızdan çok istifa ettim.
Nice yazılarınızı beklerim hocam.
Saygılar, selamlar
Yeni yılınız, Nardugan bayramımız kutlu olsun. Mutlu ve sağlıklı bir yıl dilerim size.