- 47 Okunma
- 0 Yorum
- 0 Beğeni
Ya evrenin tamamı bir canlıysa?
"Bir adamın kuvve-i gadabiyesi olan dâfiası ve kuvve-i şeheviye olan cazibesi olmazsa ölmüş olmuş olur ve hayy iken meyyittir..." Münazarat’tan.
Hayatın özünde bir çeşit ’ilme’ dayandığını düşünüyorum. Ve her ilim esasında farkındalıktır. Sahibinin farkında olmadığı şey ilim değil kayıttır. Kitapta ilim kayıtlıdır ama kitap âlim değildir. Çünkü üzerindeki ilmin farkında değildir. Onun ne olduğunu bilmez. Onunla nereye varılacağını da bilemez. Evet. Hayat sahibi herşey, hatta tek hücreliler bile, en temelde iki şeyin farkındadırlar: 1) Kendi bütünlüğünün farkındadırlar. 2) Kendisine dair olmayanın farkındadırlar. Yani bir ’iç bilgisine’ ve bir de ’dış bilgisine’ sahiptir hayatlı herşey. ’Kendisinin varolduğunu bilir’ ve bir de ’kendisi olmayanların varolduğunu bilir...’
Böyle bir farkındalığı olmayan hayatta da kalamaz. Zira dışarısıyla içerisi arasında farklı düzenler işlemektedir. İçerisini dışarıya alabildiğine açarsa iç düzeni bozulacaktır. Alabildiğine kaparsa yine devamını sağlayamayacaktır. İşte tam da bu noktada kuvvelerimiz meydana çıkıyor. Varolan herşeyin de iki temel temayülü var: 1) Varolan herşey var kalmak ister. 2) Varolan herşey varlığını arttırmak ister. Var kalabilmeye devam etmesi için kendisini çevresinin zararlarından koruması gerekir. Herşeyi gelişigüzel düzenine dahil etmemesi gerekir. Ancak varlığının arızî oluşundan dolayı, yani kendi yaratılışını kendisi yönetmediğinden dolayı, yani yaratmak elinden gelmediğinden dolayı, yaralanan yanlarını da çevresinden sarmalıdır.
Bir ’tek hücreli’ bile şu temel temayüllere sahiptir. O yüzden çevresinin zararlarından sakınır. ’Kuvve-i gadabiye.’ Ve faydalarını elde etmeye gayret eder. ’Kuvve-i şeheviye.’ Geriye bir de zararlıları faydalılardan ayırmak kalıyor. ’Kuvve-i akliye.’ Bu üç temel kuvve varolan herşeyin varda kalması için sahip olduğu temayüllerdendir. Göze görünmeyen virüslerin dahi hayatı olarak bildiği şeyi/bütünlüğü korumaya/çoğaltmaya arzusu vardır. Bu yolda çabalar-çalışır. Ancak, elbette, hayat mertebesinin düşüklüğünden dolayı kuvvelerinin tezahürü zayıf görünür. Hem gazabı, hem şehveti, hem de aklı ’yüklendiğine göre’ zayıflar.
’Emanet’ yükü herkesin sırtındadır. Ancak insandan başkası için emanetin yükü daha hafiftir. Vacibü’l-Vücud olan Allah’ın bahşettiği vücud nimeti her varolanda bir emanettir. Sahibi değildir. Birşeyin asıl sahibi ancak yaratıcısı olabilir. Yoktan yaratamayan herkes emanetçidir. Yani emanetleri ancak Onun devam ettirmesiyle devamdadır. O devam ettirmeyi bıraktığında ellerinde tutamazlar. Ellerinde tutamamalarından asıl sahip olmadıkları anlaşılır. Hatta mecazî sahiplikler içinde de vesilelik gücü üzerinden mertebeler oluşur. Sözgelimi: ABD’dan F-35 alsanız bile aslında bir emanetçisinizdir. Çünkü onu üretecek gücünüz yoktur. "F-35 aslında kimindir?" sorusunun cevabı "Amerika’nındır!" diye cevap bulur bu yüzden. Fakat ABD’nin de F-35 üretirken kisbini dayandırdığı herşey aslında Allah’a aittir. Metalleri yoktan yaratmamıştır mesela. Yahut da uçağı yaparken kullandığı aklı yokluktan varlığa çıkarmamıştır. Bunlar hesaba katıldığında Amerika da bir emanetçiye dönüşür.
Dağıtmayalım. Konumuza dönelim. el-Hayy olan Allah Teala’nın da hayatı bu çeşit bir ’farkındalıkla’ açıklanabilir. Ancak elbette Subhaniyetine yakışır manalarla düşünmek gerekir bunu. Allah hiçbirşeyin sonradan farkına varmaz. Sonradan farkına varmak öncesinde bir cahillik imâ eder. Ancak el-Alîm-i Hakîm elbette yarattıklarına karşı cahil değildir. Olamaz. Zira onları yaratan zaten Odur. "Yaratan bilmez olur mu hiç?" diye soran Kur’an bu hususta da gözlerimizi açar. Yarattığını sonradan öğrenen bir ilah ’ilah’ olamaz. Eğer O sonradan öğreniyorsa vücuda gelenin inşası kimin ilmine yaslanmaktadır? Tabii ki bu soruya verilecek cevapların sürükleyeceği çıkmazlardan kurtulmanın yolu Allah’ın ilminin herşeyi kuşattığını kabullenmektir.
’Farkındalık’ kelimesini bu yönüyle eksik buluyoruz. Evet. Şân-ı Uluhiyete yakıştırmıyoruz. O yüzden yerine ’bilmek’ koyacağız. el-Hayy olan Allah Teala da hem Zat-ı Subhanîsini bilir hem de mahlukatını bilir. Yukarıda ’iç-dış’ dedim. Elbette Hüda’nın cihetten, mekandan, mahlukata ait özelliklerden münezzeh oluşuyla bu iki kelimenin de bir anlamı kalmadı. Yerine ’kendisi-başkası’ yahut ’Zâtı-masivası’ demeyi tercih edeceğim. Kendi Zât-ı Sübhanîsini, sıfatlarını, isimlerini, yaratışını en bilen yine Cenab-ı Haktır. Yine kendisi olmayanı, yani masivasını, kusurlarını, dualarını, ihtiyaçlarını, yaralarını vs. en iyi bilen Odur.
Kendimizde kuvvelerden bahsediyoruz. Çünkü bizim varlığımız arızî. Biz varolmakta tedirginiz. Varlığımızın yaratılışı elimizde olmadığı gibi devamı da elimizde değil. ’el-Hayy’ Hak Teala olduğu gibi ’el-Kayyum’ da yine O. Zaten O, el-Hayy olup, kendisi-masivası ilmine sahip olmasa bizi devam ettirmenin ilmine de sahip olamaz. el-Hayy ile el-Kayyum isimlerinin kardeşliği de buradan. Allah, hayat sahibi olduğu için, kayyum da oluyor. Çünkü Zât-ı Sübhanîsini bildiği gibi mahlukatını da biliyor. Ve Onun varlığı bizim varlığımız gibi, hâşâ, arızî değil. Başkası tarafından varda tutulmuyor. O Kadîm. O Ezelî. O Bakî. Bu nedenle kendi kuvvelerimizden Cenab-ı Hakkı tenzih ederiz. Zira bu kuvveler bizde bizim arızîliğimizden dolayı varlar. Biz varda kalmak elimizde olmadığı için varda kalmaya çalışıyoruz. Aslında varda kalmaya dualanıyoruz. Kuvvelerimizi varlıkta tutuşunun vesilesi yaparak vücudumuzu devam ettirense el-Hayyu’l-Kayyum olan Rabbimizdir. Onları kendisine yakarmamıza sebep kılmıştır.
Varlığını şehvetle arttırmaya çalışan herşey Allah’a dualanıyor. Varlığını menfaatini celble arttırmaya çalışan herşey Allah’a dualanıyor. Aynı şekilde gadabıyla korunmaya çalışan herşeyde de aynı dualanma mevcuttur. Bizim gibilerde bu iş şuur düzeyine de çıktığı için lisan-ı kâl ile de dua edilir. Ancak varlığın tamamı fiilen zaten dua etmektedir. Herşeyin ameli onun duasıdır. Tohumu tarlaya atmak yaratılışının içinde zerre kadar yer tutar. Olmazsa olmaz. Tamam. Ama olmasına da yetmez. Tohumun bin ihtimal içinde serpilip ekin haline gelmesi Rabbin her an devam eden birbir yaratışından başkasıyla açıklanamaz.
Bizdeki kuvveler gitti. Onlar kusurlu. Ve onlar arızîlerin lazımı. Hüda ise Vacibü’l-Vücud’dur. Samediyetinin şânı gereği herşey Ona muhtaç ama O hiçbirşeye muhtaç değildir. O halde Hakkın hayatında kuvve-i gadabiye yok. Hayır. Hâşâ. Ona zarar verebilecek hiçbirşey yok ki korunmaya çalışsın. Fakat Onun da gazabı var. Evet. Çünkü rızasına uygun işler yapmayanlar isimlerini-sıfatlarını tahkir ediyorlar. Muhtemel hayırların ademine sebep oluyorlar. Rabbimiz mahlukatını onlardan korkmadan cezalandırıyor. Onlardan sakınmıyor. Onları cezalandırıyor. Bu ayrıma dikkat edelim. Ve bizdeki kuvve-i şeheviye de Hüda’nın Zât-ı Sübhanîsinde, hâşâ, bulunmuyor. Onu faydalandıracak, yokluğunda eksik kalacağı, bir varlık çeşidi yok ki öyle birşeyi olsun. Fakat Onun da rahmeti var. Çünkü rızasına uygun işler yapanlar isimlerini-sıfatlarını hamd u sena ediyorlar. Hak Teala mahlukatını faydalarından yararlanmadan mükâfatlandırıyor. Onlardan yararlanmıyor. Fayda görmüyor. Onlara rahmet ediyor. Bu ayrıma da dikkat edelim. Rahmeti asla mecburiyeti değildir. Kibriyasının şânıdır. Azametine yakışandır.
Son olarak, "Küremiz hayvana pek benziyor, âsâr-ı hayat gösteriyor. Eğer yumurta kadar küçülse, bilfarzımuhal, mini mini bir hayvan olması pek muhtemel. Yuvarlak bir huveyne, küre kadar büyüse, o da böyle olması pek karîb bir ihtimal. Âlemimiz insan kadar küçülse, yıldızları zerreler suretine dönerse, bir zîşuur hayvana dönmesi caiz olur, akıl da bulur mecal..." bahsine de bir dokunalım. Yukarıda dedik ki: Hayatlı olan herşey bir iç-dış farkındalığına sahip olur. Dışının düzeninin kendisi gibi olmadığını bilir. O yüzden biyolojide öğretilir: Canlı olan herşeyin seçici-geçirgen bir zarı bulunur. Yani zararlıyı bünyesine almaz. Faydalıyı bünyesine katar. Böyle baktığınız zaman dünyanın atmosferi de bir hücre zarı gibi çalışmaktadır. Mesela: Güneşten gelen zararlı ışınları süzer. Almaz. Veya uzaklaştırır. Fakat yararlı ışıkları da içine çeker. Bırakır. Yolunu açar. Yine meteorların zarar verecek büyüklükte bünyesine katılmasına izin vermemeye gayret eder. Ufaltır. Parçalar. Fakat meteorlar aslında dünyanın gıdasıdır. Madenler onlarla birlikte dünyaya teşrif ederler. O yüzden büsbütün de almamazlık etmez onları.
Arkadaşım, çok konuştum, belki kafanı da karıştırdım. Özetle demek istiyorum ki: Kendi iç düzenini dış düzenden ayıran, korumaya çalışan herşey, şuur düzeyi ne olursa olsun, ’canlı’ olarak isimlendirilebilir. Çünkü hayatın şânı böyle eylemektir. Bilimadamları da diyorlar ki: Güneş sistemi de dışından içini korumaya çalışıyor. Jüpiter de diğer gezegenleri göktaşlarından korumak için yaratılmış. Ay da dünyayı zararlı taşlardan koruyor. Daha büyük bakınca galaksilerin de böyle koruyucu reflekslerinin bulunduğu söyleniyor. Yani sanki evrende herşey kendinin iç düzenini seziyor. Dış düzene karşı da devamını kollamaya gayret ediyor. Evet. Bediüzzaman rahimehullah küremizi canlıya benzetti. Belki de az dedi. Bize bir ışık çaktı. Devamını aklımıza bıraktı. En nihayet evrenin tamamının da canlı olduğu ortaya çıkabilir. Kıyamet de onun ölümü olabilir. Yukarıyı anladınsa, aşağıya şaşırmazsın, inşaallah. Eh, bitirelim, Cenab-ı Hak sırr-ı hayattan istifademizi ziyade eylesin. Âmin.
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.