- 71 Okunma
- 1 Yorum
- 1 Beğeni
CEYLAN SOKAĞININ UŞAKLARI 5
Fidanlıktan kalkan köy minibüslerine binip on kilometre uzaktaki Tibil(Öncüpınar)köyüne gittiğim zaman hayatım bambaşka güzel oluyordu.
Kilis’te evin curcunası , kalabalığı beni boğuyordu.
Dört duvar arasında hapsolmuş gibi hissediyordum kendimi.
Çocuk bile olsanız, kimsenin evine gidemezsiniz,sokaklarda oyun oynayamazsınız.
“Kız çocuğusunuz başınıza bir şey gelir !” söylemi ile evin içine adeta hapsedilirdik.
Oldum olası sevdiğim insanlarla steril bir ortamda zaman geçirmeyi çok severim.
Fatma nenem sanki benim yaşıtım ,arkadaşımdı.
Onu çok seviyordum.
O saman kokulu kerpiçten odaları, ekmek damındaki tandırın kokusunu ve tavuklarının yumurtlarken çıkardığı sesleri duyup , o taze yumurtanın sıcaklığını duyumsamayı çok seviyordum.
Fatma nenemin( babaannemin) elinden tutup köye gitmek bana bayram havası yaşatıyordu.
Leylit karakolundan sağa köy yoluna döndüğümüz zaman yolun yarısını geçmiş oluyorduk.
Yollar üzüm bağları ile çift taraflı çevriliydi.
Bağların eteklerinde beyaz beyaz çiçekler açmış kebere (kapari)çalıları ne de güzel görünürdü gözüme.
O çiçeklerin güzelliği beni büyülerdi adete!
Belki de o büyünün etkisi ile ben hala o güzelim köyümüzü unutamadım.
Köye yaklaşırken kavun tarlalarının kokusu havaya yayılırdı.
Köy girişinde bir dere şırıl şırıl akarak nar ağaçlarını ve iğdeleri sulayarak yoluna devam ederdi.
Nar ağaçlarının meyvesi o kadar çok olurdu ki, meyvelerini taşıyamaz dallar yerlere eğilirdi.
Çoğu tadının güzelliğinden yarılır, “beni ye! “diye gülümserdi yüzünüze.
Nenemin bir karyolası vardı.
Karyolasının altında kalaylı bakır dığanlarda (küçük kazan)minik patlıcan reçelleri, kabak reçelleri ve et kavurması mutlaka olurdu.
Buzdolabı diye bir şey yoktu ama yaz mevsiminde o kerpiç odalar buz gibi serin olurdu.
Odanın birine kurduğu salıncakta yufka tepsisi olurdu.
Sabahleyin oradan bir kaç tane alır sular, komşuların bahçesinden topladığı domates, biberi hazırlar,carradan çıkardığı pendir ile sıkmaç yapar bana yedirirdi.
Nereye giderse gitsin elimden tutar beni götürürdü.
Babası ile annesi sağdı nenemin. Büyük dedem köyün imamı olduğu için cübbesini hiç çıkarmazdı üzerinden.
Hanifi Hoca’ ya gidelim kızım deyip beni üç dört kapı ötedeki babasıgilin evine götürürdü.
Hanifi dede uzun boylu mavi gözlü , elinde bastonu ile sert görünen biriydi.
Geniş bir alan içinde çift katlı kerpiç binası ve bir sürü odası olan bir yapısı vardı.
Ben Hanifi dedenin çalışma odasını çok severdim.
Yüzlerce kitabı olan bir kitaplığı vardı.
Bir sürü misafiri olurdu.
Hiç boş kalmazdı o misafir odası.
Haco nenem ( babaannemin annesi) ile Fatma nenem sürekli o misafirlere yemekler pişirir servis yaparlardı.
Onların da bahçesinde nenemin bahçesi gibi kocaman bir dut ağacı vardı.
Altında arı kovanları vardı bir sürü.
Arılardan korktuğum için o taraflarda fazla dolaşmazdım.
Nenemin yanından hiç ayrılmazdım.
Pilav üstüne koyduğu köy tavuklarından bana yedirir,
“ nenem sen ye! Misafirleri ağırlayalım sonra evimize gidelim” derdi.
Harman yerinde çocuklarla oynar, ağaçlardan mişmiş ( minik kayısı ) toplar karnımız şişinceye kadar yerdik. Mayhoş mayhoş onkadar güzel olurdu ki, sonunun ne olacağımı düşünemezdik.
O yetmezmiş gibi bir de dut ağacına tırmanır, tatlı niyetine de onu mideye indirirdik.
Eh aradan yarım saat geçmeden ağaçtan nasıl aşağı indiğimizi bilemezdik.
Dış kapının arkasında tek göz bir yapı olan ayakyoluna kendimizi zor atardık.
“Bir kaç gün yemem artık tövbe!” diye söz verir ertesi gün sözümüzü unuturduk.
Hele Kadir amcam, Ankara veya İstanbul’dan gelmişse, mutlaka bavulunda klarnetinin yanısıra keçiboynuzu poşeti olurdu.
Keçiboynuzunu oturur kıtır kıtır yerdim. İçinde bal var sanırdım.
Akşam olup ortalık kararınca , amcam neneme “dış kapının ardına kilit vur da az demleneyim!” derdi.
Nenem kızardı.”içme şu mereti!
Hoca torunusun! “ derdi.
Amcam da “ anam benim kimseye zararım yok, bak şimdi sana kırnata ile neler çalacağım” der ve klarnet parçalarını o ince uzun siyah kadife kaplı kutusundan çıkarır, birbirine eklerdi.
Sabırsızlıkla beklerdim amcamın demlenmesini.
Bazen nenemin kardeşi olan Hoca Mehmet dayımın benden bir kaç yaş büyük oğlu (Antepli) gelirdi amcamın klarnetini dinlemeye .
Nenem onu sıkı sıkı tembihlerdi.
“Aman oğlum sakın gidip te sizinkilere söyleme !”
“Ne derler sonra?” diye ürkek bir şekilde tembihlerdi.
Antepli, “ yok âmti yok söyler miyim? Söylersem beni bir daha buraya göndermezler!
Çalsın da dinliyelim derdi.
Amcam bir başlardı çalmaya ben daha o yaşta mest olur doymazdım dinlemeye.
Yıldızlı semalardaki haşmet ne güzel şey Mehtâba dalıp yâr ile sohbet ne güzel şey Dünyamızın üstünde bütün ruhlar uyurken Dünyada senin âşıkın olmak ne saadet Bir bitmeyecek aşk u muhabbet ne güzel şey Yıldızların altında ibâdet ne güzel şey
Ben ben olmaktan çıkardım adeta.
Daha o yaşta o musikinin nağmelerine aşık olur kendimden geçerdim.
Ah güzel köyüm neredesiniz şimdi?
Ah Hanifi Hocam!
Ah Fatma nenem!
Ah Kadir amcam!
Ah benim çocukluğum!
Neredesiniz?
Neden yalan oldunuz bu yalan dünyada?
Biliyorum bir gün ben de yalan olup yok olup kalacağım tıpkı sizler gibi!
Selam olsun ruhuma güzellik nakşeden o güzel ruhlarınıza!
Selam olsun sizin gibi güzel insanlara!
29.2.2024
Tülay Sarıcabağlı Şimşek
YORUMLAR
AYRIKOTU
Aynı ortamlarda büyümek, aynı havayı solumak!
Aynı geçmişe sahip olup, kelimelere dökebilmek!
Yüreğinize sağlık!