- 68 Okunma
- 0 Yorum
- 0 Beğeni
Hatırlamak /1
“Ay doğmuyorsa yüzüne, güneş vurmuyorsa pencerene, kabahati ne güneşte ne de ay da ara! Gözlerindeki perdeyi arala!”
Mevlânâ Celaleddin Rumi
Zafer, gözlerini açtığında açık kalan pencereden odaya dolan rüzgârın perdeyle dansını, yarım bırakılmış maden suyunu, aşırı ısınmaktan patlayan sarı spot aydınlatmaları ve temizleme vakti gelmiş halının üzerine yüzüstü bırakılmış kitabı seyretmeye başladı. İçerideki kesif sigara kokusunu içine çekti. Birkaç dakika gözlerini kapatıp, bir açılıp bir kapanan perdenin arasından şehrin uyanışını izledi. Şafak sökmek üzereydi. Günün bu en karanlık anını bir sigarayla sonlandırmalıyım diye düşündü. Kibrit masanın kenarında duruyordu, ama o gaz ocağına yöneldi. Alevin yüzüne vurduğu sıcaklıkla bir an gözlerini kıstı. Yanaklarını içe, dudağını dışa doğru bükerek tüm dumanı içine çekti. İlk nefesini içine çekerken, sigaranın dumanı odaya yavaşça yayıldı. Her derin nefesi dikkatle saydı. Gecenin en karanlık sigarasını sekiz nefeste bitirebilmişti.
Balkona doğru yürüdü. Balkonun kapısını araladığında, yüzüne çarpan karışık kokular bir an irkilmesine neden oldu. Islanmış toprağın ferahlatıcı kokusuyla, egzoz dumanının keskinliği iç içe geçmişti. Zamanın ve doğanın hakir görüp yıprattığı, çürümeye yüz tutmuş balkon parmaklıklarına yaslandı. Evrendeki her şey mükemmel bir uyum içindeydi o an; buğulanan pencereler, usulca esen rüzgâr, yağmurla ağırlaşıp, aşağı sarkan yapraklar, dilsiz bir acelecilikle yürüyen insanlar… Ne tuhaf, cadde boyunca düzenli aralıklarla sırlanan şu yedi kızılçamın cüsseleri bile aynıydı. Bu mükemmel ahengi, karşısında yükselen gri ve solgun çehreli apartmanın dördüncü katında, loş bir ampul ışığı tarafından aydınlatılan mutfakta kahvaltı yapan çiftin uyumsuz görüntüsü bozdu: Kısa boyluydu kadın. Omuzlarına varmadan biten, bakımlı küt saçları vardı. Beyaz teni, daima düşünüyormuş gibi gergin duran alnı, gözlükleri ve gözlüklerinin üzerinden taşan düz bakışlarıyla soğuk ama güçlü bir kadın izlenimi uyandırıyordu. Adam ise uzun boyluydu. Yer yer kırlaşmış saçları, yumuşak yüz hatları ve yanaklarına kadar uzanan yayvan dudaklarıyla sevecen görüntüsünü pekiştiriyordu.
Zafer, gözlerini kapadı ve binlerce koku arasında bir şeyler aradı. Köşe başındaki fırından yükselen ekmek kokusunu yakaladı, apartman kapısını sertçe kapatan adamın telaşlı ayak seslerini duydu. Ancak asıl aradığı, toprak kokusuydu. Yağmurla ıslanmış toprağın o kendine özgü kokusu, ne kadar karmaşanın içinde olursa olsun her zaman tanıdıktı. Bir an aşağıya doğru baktığında, başka bir görüntü dikkati çekti. Karşı apartmanın açık penceresinin ardında, gardırobunun önünde duran genç bir kadın vardı. Askılar arasında gezinen elleri, kıyafetleri birer birer itiyor, yeni bir arayışla çekmeceye eğiliyordu. Siyah, düz saçları omzuna dökülüyor, kemikli yüz hatlarına ciddi bir ifade kazandırıyordu. Her kıyafeti, diğerine benzeyen ama bir şekilde farklı bir hikâye taşıyan parçalar gibiydi. Kadın, dizlerini yavaşça büküp çekmecesine doğru eğildi ve içinden ten rengi çorabını çıkardığı anda, Zafer’in yüzü aniden ısındı. Sanki kimsenin fark etmemesi gereken bir şey görmüş gibi hızla başını çevirdi. Adımlarını oturma odasına yönlendirdi, ama içindeki huzursuzluk onunla birlikteydi.
Bugün çalışmıyordu Zafer. Bu boşluk, ona bir huzur sunmak yerine daha çok içinde büyüyen kararsızlığı besliyordu. Kalın pardösüsünü omuzlarına alırken bir an durdu, pencerenin camına doğru yaklaştı. Sokak lambalarının su birikintilerindeki yansımalarını izledi. Işıkların kırılgan titreşimleri, ona insanların hayallerini hatırlattı; bir an parlak, sonra bir anda sönük ve bulanık.
Nefesini pencereye verdi, camda ince bir buhar tabakası oluştu. Parmak ucuyla kendi yüzünü çizdi. Ancak bu şekil, ona bir başkasını hatırlatır gibi olmuştu. Hızla parmağını camdan çekti, şekli sildi ve geri adım attı. Gözlerini birkaç saniye pencerenin dışına dikti, sokağı izlerken düşüncelerini toparlamaya çalışıyordu. Ayakkabılarını giydi ve kapıyı arkasından kapattı. Apartmanın soğuk taş merdivenlerinde yankılanan adımları, içindeki huzursuzluğa karışıyordu. Bir adım, sonra bir diğeri... Her basamakta daha da ağırlaştığını hissediyordu. Dış kapıyı açtığında, yüzüne vuran serinlik, günün başlangıcına dair ani bir tokat gibi hissettirdi.
Serin havaya rağmen, aracını kullanmayıp yürümeyi tercih etti. Kaldırım boyunca sıralanan dükkânlar, yavaşça uyanıyordu. Kapıların önüne atılan tabureler, yeniden başlanan hayatların işaretiydi. Bir manav, sebzelerin üzerindeki yağmur damlalarını özenle siliyor, yanında duran müşteri, domateslerin parlak yüzeyine dikkatle bakıyordu. Dükkânların camları, içeriği birer sergi gibi sunuyordu; ama Zafer’in bakışları hiçbirinde takılmadı. Köşedeki berber dükkânından yayılan tıraş kolonyasının keskin kokusu, ıslanmış toprağın serinliğiyle yarışıyordu. Zafer, adımlarını yavaşlattı. Islanmış sokak taşlarının üzerindeki gözleri, köşede hareketsiz duran bir kediye takıldı. Kedinin tüyleri, yağmurdan ağırlaşmış bir yorgan gibi üzerine serilmişti. Bir an için göz göze geldiler; kedi, Zafer’in içinden geçenleri anlayabilirmiş gibi başını yana eğdi, sonra başka bir yöne bakarak kuyruğunu kıpırdattı. Zafer, bu görüntüyü birkaç saniye izledi, ama ne duymak istediğini bilmiyordu. Gözleri tekrar ıslak kaldırıma, su birikintilerinde yansıyan bulanık şekillere kaydı.
Yağmur damlalarının yeniden hızlanmaya başladığını fark etti. Belki de yağmur, insanların düşüncelerine eşlik ediyordu; bir durup bir hızlanarak, ne zaman susacağına bir türlü karar veremeyerek... Otobüs durağında bekleyen insanlara baktı. Gür sakal ve bıyıkları birbirine karışmış ve fazla kilolarıyla başı dertte olan bilet satıcısından, Sarıyer durağı için aldığı biletle, durakta bekleyen otobüse yetişmek için herkesin yaptığı telaşlı koşuya ortak oldu. Hiç tanımadığı insanların bakışları arasında gözleri alışkın olmadığı her varlığa sıçrayıp durdu. Yaşadığı şehirden çok farklı bir hava teneffüs ettiğini düşündü o an. Sanki daha önce yaptığı kahvaltılardan birinde anımsadığı bir baharat kokusunu duyuyordu. Aldırmadı. Aracın ortalarına doğru ilerleyip, boş bir koltuğa oturdu.
Tam gözlerini kapatıp, vücudunu yolculuğun rehavetine bırakmak üzereyken, yanı başında beliren genç adamın sesiyle irkildi: “Oturabilir miyim” dedi adam. “Oturabilir miyim “deyişindeki rahatlığı ve “y” harfini çenesinde yaylı bir düzenek kolaylığıyla söyleyişiyle, ondan izin değil sadece boş bir koltuk istediği belliydi. Kelimeleri, giysilerine ne kadar da çok benziyordu: Üstten birkaç düğmesi açılmış, vişne rengi keten gömleğinden taşan göğüs kılları, dizleri yırtık, eskitilmiş kot pantolonu ve ne renk olduğuna dair hiçbir fikrinin olmadığı tüvit ceketinin vücuduna kattığı rahatlıkla, kelimeleri tam bir uyum içindeydi. Zafer, bir an düşündü: Kelimeler giysilere, giysiler ise insanlara benziyordu. Ve herkes, bir başkasına baktığında, aslında bir insanı değil, yalnızca onun taşıdığı giysileri görüyordu. Aceleyle koşuşturan pantolonları, uzayıp kısalan eteklerin gölgelerini, yol kenarında kar yığınlarını ezen koca ayakkabıları, terleyen ve ıslanan gömleklerin koltuk altlarını, gece yarısı birbirine sarmaş dolaş olmuş iç çamaşırlarını... İnsanlar birbirinden çok, bu parçalardan ibaretti.
Otobüs, kalabalıklaşan yolların arasında ilerlerken birkaç koltuk ötede oturan yaşlı bir kadına takıldı Zafer’in gözleri. Beyaz bir yazma, zayıf gövdesini sarıp sarmalamış büzgülü bir şalvar… “Hayır, hayır! Yaşlı kadın değil, yaşlı giysi” dedi içinden. Yaşlı kadın, önce bakışlarını, sonra bedenini Zafer’e doğru çevirdi. Buruşmuş teni ve ütüsüz gömleği, gözlerindeki kırışık bakışlarla uyum içindeydi. Bu bakışlar, onun üzerine kaydıkça Zafer, hafifçe öne eğilip selam verdi. Yaşlı kadın, ritmik bir şekilde elini kucağında tuttuğu kese kâğıdının içine daldırıyor sonra oradan aldıklarını atik bir hareketle ağzına götürüyordu. Bunu o kadar hızlı yapıyordu ki ağzında neyi gevelediğini anlayamıyordu Zafer. Zamanla yaşlı giysinin, ağzında bilinmez bir yiyeceğe uydurduğu bu gürültülü melodi sinirlerine dokunmaya başladı. Kaşlarını çatarak kese kâğıdına baktı. Duyularını altüst eden bu tıknaz desibele bir an önce son vermesini istedi. Neden, mesela kese kâğıdına kızgınlıkla bakıp, yaşlı giysinin gözlerine bakmadı, bilmiyordu.
İneceği durağa yaklaşırken, oturduğu koltuktan yavaşça kalkıp arka kapıya doğru yürüdü. Kapının önünde yeşil gözlü, turunçgillerden meyve rengindeki uzun dalgalı saçları, elmacık kemiklerinin üzerinde belli belirsiz serpiştirilmiş çilleri olan, onunla aynı yaşlarda görünen bir kadın duruyordu. “İnebilir miyim” dedi Zafer, rahat ve “y” harfini çenesinde yaylı bir düzenek kolaylığıyla söyleyerek. Kadın, onu daha net görebilmek için olsa gerek, gözlerini kısarak baktı ve “elbette” dedi. Bu kelimenin bu kadar güzel telaffuz edildiğine şaşırdı; bastırmaya çalıştığı şaşkınlığa yenik düşüp bir müddet hiçbir şey söylemeksizin kadının yüzüne baktı. Kadına teşekkür bile etmeden otobüsten indi.
Elleri cebinde, ağır ve ritmik adımlarla yürüyordu Zafer. Sokak boyunca sıralanan apartmanlar, birbirine yaslanmış devler gibi etrafını çevrelemişti. Solgun cepheleri, pencerelerinden taşan tekdüze yaşamlarıyla bu binalar, hayal gücünü yutmaya hazır bir boşluk gibi hissediliyordu. Adımları, farkında olmadan kendisini caddenin sonuna getirdiğinde, gözü elinde büyük bir çöp torbası taşıyan bir adama takıldı. Adamın omuzları çökmüş, sırtı bir yüzyıllık yorgunluğu taşır gibi bükülmüştü, ama ağır ve kararlı adımlarla ilerlemeye devam ediyordu. Zafer, bu manzarayı izlerken, kendisini bu görüntünün içine yerleştirdi. “Hepimiz böyle değil miyiz?” diye düşündü. “Kendi çöplerimizi taşımaktan başka bir şey yapmıyoruz.”
Kafasını kaldırdı, uzakta denizden gelen tuzlu kokuyu duydu. Birkaç derin nefes aldı, ama bu nefesler içindeki ağırlığı hafifletmeye yetmedi. Bir süre sonra, gözleri küçük bir kafeye takıldı. Penceresinin kenarında oturan bir çift, bardaklarındaki buharı izliyor, aralarında kelimelere ihtiyaç duymadan bir şeyler paylaşıyordu. O an, Zafer kendi yalnızlığını fark etti. Ağır adımlarla kafeye doğru yürümeye başladı. Kafenin kapısını ağır bir hareketle açtı. İlk adımını attığında, ayakkabılarının altında hissettiği taş döşemelerden çıkan soğukluk, onun yüzündeki huzursuzluğu daha da belirginleştirdi. Etrafına bakındı. Sessiz bir köşe arıyordu; düşüncelerini rahatsız etmeyecek kadar yalnız, ama çevresinde olup bitenleri de gözlemleyecek kadar açık bir yer… Kapının hemen sağında, kurulmuş oyuncaklar gibi yerinde duramayan, hıncını peş peşe yaktığı sigarasından çıkarmak isteyen, kirli sakallı adamın yanından temkinli adımlarla geçip, kapıya yakın, üzerinde çiçek işlemeli örtü bulunan boş bir masaya oturdu.
Garson yaklaştı, elindeki küçük bir not defterini uzatarak sordu:
“Ne alırsınız?”
Zafer, düşünmeden cevap verdi:
“Bir orta kahve.”
Garsonun, siparişi alırken kalemi sanki hayatının en önemli kararını verecekmiş gibi tutması Zafer’i gülümsetti. “Ne gerek var?” dedi içinden. “Bütün bu törensel hareketlere, o kadar ciddi, o kadar dikkatlice hazırlanan notlara ne gerek var?” Garson uzaklaştığında, Zafer küllüğün içindeki yanmış sigara izmaritlerine baktı. Hepsi aynı yere bırakılmış gibiydi. Sanki burada oturan herkes, bir şekilde aynı sona varmıştı. Her bir izmarit, geride bıraktığı hikâyeyi fısıldıyordu: Bazısı aceleyle bitirilmişti; bir telefon görüşmesi ya da beklenmedik bir haberle yarım bırakılan hayatlar gibi… Bazısı, sonuna kadar tükenmiş, artık içilecek bir şey kalmamıştı; sanki yaşadığı her şeyi tüketmiş bir insan gibi… Kafe, yağmurun ardından yavaş yavaş dolmaya başlamıştı. Cam kenarındaki masalarda oturanların yüzlerinde, havanın serinliğini taşıyan bir yumuşaklık vardı. Küçük buğular, pencerelerin kenarına işlenmişti; şehir, içeriden dışarıya doğru bir resim gibi görünüyordu. Bir masada oturan genç bir çift, birbirlerine fısıldayarak konuşuyor, kahkahaları, bir balon gibi havada yükselip sonra sessizce sönüyordu.
Yavaşça yanına yaklaşan kısa boylu, yuvarlak yüz hatlarına sahip garson elinde tuttuğu tepsinin üzerindeki kahveyi masanın üzerine bıraktı. Garsonun elinde not defteri yoktu bu kez. “Zaten gereği de yoktu.” diye düşündü. Fincanı eline alıp, dudaklarını fincanın kenarında gezdirdi. O esnada garson, Zafer’in hafifçe kıpırdayan dudaklarından çıkan mırıltıları fark etti. İlk başta anlamlandıramadı. Bir adım geri çekilip, Zafer’in yüzündeki ifadeyi dikkatle izledi. Zafer, dudaklarını fincanın kenarında gezdiriyor, kahvenin acılığıyla yüzüne yayılan ekşi bir ifadeyi bastırmaya çalışıyordu. Ancak mırıldanmaya devam ediyordu:
“Leblebi... leblebi... leblebi...”
Garson, birkaç saniye tereddüt ettikten sonra hafifçe eğilerek sordu:
“Anlamadım efendim, bir şey mi istediniz?”
“Tabii ya, otobüsteki yaşlı elbisenin elindeki kese kağıdında leblebi vardı”
“Pardon?”
“Kelimeleri giysilerine benzeyen yaşlı kadını diyorum…”
“Neyse boş ver!”
“ Bugün günlerden ne?”
Devam edecek ...
Hatırlamak /1 Yazısına Yorum Yap
"Hatırlamak /1" başlıklı yazı ile ilgili düşüncelerinizi ve eleştirilerinizi diğer okuyucular ile paylaşın.
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.