- 77 Okunma
- 1 Yorum
- 8 Beğeni
ZAMANIN KÖR NOKTASI
Zaman, yalnızca bir ölçüm birimi midir, yoksa insanın varoluşuyla derinden ilintili bir hakikat mi? Eğer bir ölçüm birimiyse, kim tarafından, neye göre ve neden ölçülmüştür? Eğer hakikatin bir yansımasıysa, bu hakikatin kendisi nereye saklanmıştır? Bu sorular, zamanın kavramsal ağırlığını omuzlarımıza yükler ve bizi, görünmeyen ama hissedilen bir çelişkinin içine çeker: Zaman, hem bizi ileriye taşır hem de geriye çeker.
Zamanın doğası üzerine düşünürken, onun en büyük paradoksunu görmezden gelemeyiz: Zaman, algılarımızla şekillenir. Bir çocuğun bir saatlik bekleyişi sonsuz gibi gelirken, yaşlı bir insan için yıllar bir nefeslik an gibidir. Bu, zamanın sabit bir gerçeklik olmadığını, aksine deneyimle, algıyla ve belki de bilinçle şekillendiğini gösterir. Ama bu durumda, zamanın özünden bahsedebilir miyiz? Yoksa o, yalnızca bir yanılsama, algılarımızın yarattığı bir kurgu mudur?
Fizik, zamanın doğası hakkında çığır açan teoriler sundu: Görecelilik, zamanı bir boyut olarak tanımladı ve onu mekanla iç içe geçirdi. Fakat bu fiziksel tanımlama, insanın öznel deneyimini anlamakta yetersiz kalıyor. Çünkü biz, zamanı sadece saatler ya da takvimlerle değil, anılar ve beklentilerle hissederiz. Zaman, bilinçle birleştiğinde, matematiksel bir boyut olmaktan çıkar ve derin bir varoluş sorunsalına dönüşür. Geçmişte kaybolan anılar, bugünde yankılanır; geleceğin belirsizliği, şimdinin huzurunu bozar. Bu üç boyut –geçmiş, şimdi ve gelecek– birbiriyle çatışır ve insanın ruhunda bitmeyen bir gerginlik yaratır.
Peki, bu gerginlik nereden gelir? Belki de zamanın en büyük aldatmacası, onun sürekli hareket ettiğine dair duyduğumuz inançtır. Zaman bir nehirse, bu nehrin içinde sürüklenen biz miyiz, yoksa nehrin akışını yalnızca zihnimiz mi yaratıyor? Fiziksel dünya, her şeyin "şimdi"de var olduğunu söyler. Geçmiş, yalnızca beynimizin bir tasarımından ibarettir; gelecek ise olasılıklardan oluşan bir yansımadır. O zaman, varlık dediğimiz şey, yalnızca şimdide mi var olur? Eğer öyleyse, biz neden geçmişin gölgeleriyle ve geleceğin hayalleriyle yaşıyoruz?
Bu sorunun kökünde, insanın kendi ölümlülüğüyle yüzleşme korkusu yatar. Zamanın akışı, aynı zamanda bizim tükenişimizi hatırlatır. Her saniye, biraz daha azız; her nefes, sona bir adım daha yakındır. Zaman, bize bu gerçeği sessizce fısıldar. Ancak bu fısıltı, bazen öylesine yüksektir ki, onu duymamak için hayatı aşırı bir hızla yaşarız. Modern insan, zamanı bir düşman gibi görür; onunla savaşır, onu "yönetmeye" çalışır. Ancak bu yönetim çabası, yalnızca daha derin bir kaybolmuşluk getirir. Zaman, yönetilemez; çünkü o, bizim dışımızda değil, içimizdedir.
Bu noktada, insanın zamanla kurduğu ilişkiyi sorgulamak gerekir. Geçmişin anıları ve geleceğin umutları, bizi gerçek "şimdi"den uzaklaştırıyor mu? Şimdi dediğimiz şey, bir an sonra geçmişe dönüşüyorsa, bu anın değeri nasıl kavranabilir? Şimdi, insanın varlığını hissettiği tek gerçekliktir; fakat o da bir gölge gibi elimizden kayar. Belki de bu yüzden, "şimdiyi yaşa" mottosu, zamanın gerçek doğasını anlamaktan çok, onun ağırlığından kaçma arzusunu yansıtır.
Fakat asıl çözüm, zamandan kaçmakta değil, onun içinde var olmayı öğrenmekte yatıyor. Zamanın lineer bir çizgi olmadığını, bir döngü ya da hatta bir yanılgı olabileceğini kabul etmek, insanın bu ezici yükle barışmasını sağlayabilir. Çünkü zamanın içinde kaybolmak, onun gerçek doğasını anlamanın ilk adımıdır. İnsan, kaybolduğu şeyde kendini bulur. Ve belki de zaman, aslında bizi kendimize döndürmek için var.