- 48 Okunma
- 0 Yorum
- 0 Beğeni
ASİ EVLAT(KARADENİZ)
ASİ EVLAT
(KARADENİZ)
Akıllı köprüyü arayana kadar, deli suyu geçer…
Ayak bağı istemiyorum kendime; bana haritadan bir yer gösterin… Çantamı alıp gideceğim… Dağlar gibi olsun, dağ gibi olsun... Yağmuru olsun. Güneşi yalancı olmayandan... Üşütmesin, üşümesin kendi de. Bir kere soğukluk geldi miydi, daha ötesi yok, bilirsiniz...
Yağmurunda ıslandığım, yollarında yürüdüğüm bu şehrin tarihî güzelliklerinden bahsetmek isterdim ama şimdi değil...
Ben, gitmediğim o dağların eteklerinde. Ben, doğan sabah güneşin karşısında... Yağmurun hasret giderdiği toprakta, suyun sesinde... Ben, gözümü kapattığımda kâh yanında... Şimdi gidiyorum ama ayak izlerimi bırakıyorum buraya... Bir taşın altına sana yazılmış bir kaç satır... Elin değmeyecek, gözlerin değmeyecek. Dua salıyorum; Ahi Evran dedenin ocağından Allah’a... Her zaman tekrar ettiğim ama daha bir içten, daha bir yürekten... Çok bir şey değil bakılınca ama bir tebessüm ettirecek cinsten...
Yağmurunda ıslanıyorum... Sen varsın ama yokmuşsun gibi... Gözlerini anımsıyorum. Sorduğun soruları, cevap verdiklerimi dâhi veremediklerimi... Üşüyorum, sonra bir mekâna giriyorum niyetim aslında çay içmekti ama kırk yıl hatırı olsun diye sade Türk kahvesi söylüyorum... Hatır olunca insan küsmez belki bir daha arar sonradan...
Akşam ezanı salınıyor Müslümanlara. Hoca ezanı bitirmeden yetişeyim diye koşa koşa camiye yetişiyorum; yetişemediğim onca şey varken...
İliklerime kadar ıslanıyorum, üzerimin ıslaklığını aldırış etmeden; Ayasofya camisine sığınıyorum... Hz. İsa’nın ve Meryem’in figürleri olan; kilise ve cami beni ziyadesiyle hayran bırakıyor… Dakikalarca izliyorum…
Hemen hazırlanıp niyet ediyorum; imama uymaya... Azıcık sende bana ayak uydursan olmaz mı? Olmuyor ki olmuyor, olmadı. Dışarda, uzaklarda bekliyorsun. Sorun bu değildi elbette...
Benim şu kafamın içi yok mu? Bazen beni bile çileden çıkarıyor... Hiç tanımadığım bir kadınla omuz omuza akşam namazını kılıyoruz. İlk defa değildi ama kadının yüzüme bakmadan söylediği tüylerimi diken diken ediyor... "iyi ettin geldin, Allah için"...
Camiden çıkıp belki de son kez hırçın dalgalarını izliyorum; cami avlusundan... Çok öfkelisin. Çok öfkeliyiz... İmkânım olsa saçlarından tutup okşardım ya da dalgalarının üzerine uzanıp bırakırdım kendimi ve izin verirdim beni dibine çekip alabora etmeni...
Yorulduk, biraz da yorduk... Sen dalgalarını duvarlara çarpa çarpa ben ise kendimi araya araya... Sen önüne konan kayalara, duvarlara, kızarken ben ise kendime kızıyordum; sadece kendime...
Gömlek, kravat eşliğinde ellerini havaya kaldıra kaldıra konuşan resmiyetin ağababaların arasından soyutlayıp, dış yüzüme sızana bakıyorum; içimden. Burada herkes sen gibi burada herkes ben gibi... Çakmak çakmak gözleri üzerimden çekip kahverengi ile yeşile çalan mevsimine göre değişen gözlere meftun oluyorum...
Gülüyorum, kendi kendime. İçimden geçen bu satırları biri duysa zannedecek ki gönül hanesinde misafir var... Yok, efendi! Yok. Çakmak çakmak dediğim masmavi deniz, kahverengi ile yeşile çalan da dağların rengi. Elbette mevsime göre...
Şevkimiz vardır yazmaya belki de bu yüzden bu kadar müptela söz ederim. Nasibimiz kelamda bellidir ama kimin dilinden, nasıl, nerede düşer bilinmez... Bu yüzdendir, sözleri dikkat kesilmem. Manasız söz olmaz öyle değil mi?
Yol üzerinde Leyla’ya denk geliyorum.
- Bir daha gel diyor ve ekliyor; belki de hiç gitmezsin diye umutla...
Nasip deyip kesiyorum. Hemen atılıyor yanımdaki çokbilmiş ağababa;
- "çulunu yırttırmaz o"
Ben hariç, benim adıma herkes benimle ilgili bilgiye sahipti... Tanımasa konuşurlar mı? Üzerine konuşulacak konu ama başımı sağa çevirip dağların o derinliğinde kaybediyorum kendimi...
Boztepe’nin askeriye duvarlarına dayanıp bir sigara tüttürüyorum. Aklıma düşüyorsun. Ne olacak sorusuna ‘hiç bir şey’ deyip kestirip atıyorum... Gitti! Cümlesi bütün defteri olduğu gibi kapatmaya yetiyordu…
Çay içecek bir yer arıyorum. Gözüm yeşil, geniş koltuklara gidiyor köşeye geçip ağzıma bulaşan demli çayı içiyorum...
Benim gibi birine bir bardak çay mı yeter... İki... Üç... Beş derken
‘Hadi’ diye işaret geliyor... Kalkıyorum...
Hala ağlıyor, hala öfkeli Karadeniz...
- Hep sana denk geliyor arkadaş!
‘Vardır hikmeti’ diyorum. Öyle ya hikmetsiz iş mi olur?
Sana yazdığım notlara bakıyorum... Karadeniz gibi dolup taşıyor satırlar içimde... İlk oturduğum yerde başlayacağım yazmaya ki o his yoğunluğu kayıp olmasın...
... Saatler sonra bir odaya giriyorum… Ağababa kıvranışımı anlamış olacak ki cebinden puroyu çıkarıp masaya bırakıp gülümsüyor; ‘çayın geliyor, başla sen’ deyip arkasına bakmadan gidiyor...
Gönül cebinden çıkarıp, seni karşıma alıyorum; elim kâğıda gidiyor... Bende bulduğun eksiklikleri düşünüyorum. Kızıyorum, her an sana kızmaya hazırım sanki... Öfkeyle ateşliyorum hayalini... Kabul edemiyorum, sessizliğini…
Bütün öfkeme rağmen ihtiyar gönüllü olmayı talip oluyorum… Her şeye herkese rağmen… İhtiyar gönüllü olmak diye bir şey var... Kemale ermiş, tek beklentisi son deme ulaşmak isteyen o insanları anlatır...
Onlar her şeyi kabul etmiş, şüpheye düşmeden inanmışlardır...
Birde Musa’nın Firavunu gibileri var... İlla görmek, bilmek ister...
Derviş gönüllü ya da ihtiyar gönüllü olmak isterdim...
İşimi, aşımı, eşimi o gözle; gönül gözüyle bakanlardan...
O zaman bu kadar eksik bulamazdım önce kendimde sonra karşımdaki insanda...
Beşeriz ettik bir hata nasıl çıkılır bilinmez… Sustu, sustuk ya! Diyorum. Bu hatanın büyüklüğünden miydi yoksa karşımdaki insanın büyüklüğü mü? Anlam veremedim. Tek bildiğim sessiz sessiz uğurladık sanki birbirimizi…
Tam bu noktada Karadeniz’in dalgaları aklıma geliyor… Asi genç, asi evlat… Çok genç geliyor... Bu kadar öfke… Bu kadar dik duruş… Yıkmaya, yıkılmaya hazır sanki… Denizi ile isyankâr, dağı ile başkaldıran, sisi ile ortalığı tozu dumana katan...
Olsun...
Evlat bizim evladımız. Hangi parmağımızı kesip atabiliriz ki…
Ismahan Çeribaşı
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.