- 63 Okunma
- 0 Yorum
- 4 Beğeni
Camdaki Adam
Başımda tuhaf bir ağrı var. Daha farkına varmadan tüm bedenimi ele geçirdi. Tam olarak ne zaman başladı bu ağrı veya neden başladı hiçbir fikrim yok ama şimdi bütün bedenimi kölesi etmiş. Herkes ve her şey geçip gidiyor herkesin hayatından. Benim hayatımdan da! Tam tutayım, sahipleneyim birini, bir şeyleri diyorum, hop! en başa. Çok uzatmaya gerek yok. Diğerlerini bilmem ama benim hayatım özetle bok gibi. Bu ağrının başımdan başlayarak tüm bedenimi kendisine esir etmesi yetmezmiş gibi her geçen gün üzerimde bıraktığı tembellik felç ediyor hayatımı.
Pencerenin önünde, bu, gün geçtikçe bana benzeyen topal berjerde otururken, evdeki eşyaların hayatımdaki yerini düşünüyorum. Kendime mi benzettim onları yoksa zavallıcıklar istemsizce bana mı benzedi zamanla, anlamıyorum. Koltuğun bir ayağının kısalığı biraz da bu boktan hayatımı özetliyor. Yerdeki halının renklerinin solgunluğu ve sökük püskülleri… nasıl da hayatına bir şeyleri, birilerini yamalamaya çalışan ve birçok hassasiyetini kaybetmiş beni andırıyor bana. Pür değilim artık. Kim var ki pür kalan… bir de, bir de… düşüncelerinden mi başlıyor insan yaşlanmaya, kokmaya.
Yemek masamın üzerindeki kargaşa peki… market poşetleri, kirli şarap, su bardakları, elimde çevirip çevirip oynadığım tespihim, daha geçen hafta eşi öldü diye yalnız kalan kırmızı Japon balığım, gırtlağına kadar dolu küllüğüm… boş sigara paketlerini saymıyorum bile.
Eşyalara yüklediğim anlamla birlikte kendimden çıkardıklarımı da düşünmüyor değilim. Böyle değildim ki. Ya da böyle olmak için neden acele ettim, hiçbir fikrim yok. Sanırım üzerinde durup düşünmem gereken konu tam olarak bu. Herkes, herkes büyürken yabancılaşıyor mudur uzuvlarına? Yabancılaşmışım.
Uzunca bir zamandır karşı dairedeki kadını izliyorum; saatler, yıllardır. Onu izlerken kendime çok kez neden sorusunu da sordum. (Neden izliyorum?) “Dudakları amma dolgun”. Art niyetli olmadığımı biliyorum. Bunu benden daha iyi kim bilebilir. “Saçları ıslakken elinde o koca kupa bardağıyla sokağı izliyormuş gibi yaptığı zamanlar…” hoş kadın. Boşanmış mı yoksa hiç evlenmemiş mi emin değilim. Hep korktum onun hakkında birilerine bir şeyler sormaya. “Çok düşündüm saymayı; dudaklarını diliyle ıslattığı zamanları.”
Onu izlediğimi bildiği halde hep gözleri aşağılarda duruyor o camın önünde. Yoldan geçen bir şeyi kesiyor uzun ve derin bakışlarıyla. Ne zaman uzun ve derin baktığını görsem, muhakkak bir boşluk görüyorum asfaltta.
Her zamanki karanlığında oturuyor. Ona göre gün batmak üzere veya sabahın yedisi ama ben onu her zaman bir karanlıkta yakalıyorum. Karanlığında, oturduğu kuru sandalyenin tepesinden aşağı, yine caddenin boşluğunu seyrediyor. “Yine ıslak ıslak saçları…” burnunun önüne dayadığı kupa bardağından kokladığı buhar çayın mı kahvenin mi kestiremiyorum ama yıllardır onu kahve içiyor diye hayal ediyorum.
“Bana mı baktı o?” Bakmış olamaz. Burada olduğumu biliyor. Benim burada olduğumu bildiği için o, orada duruyor. “Gerçekten baktı mı? Baksana, bir daha baksana, bakıyor musun?” Baktığı ve gördüğü şeyin ne olduğu konusunu ne çok isterdim onunla uzun uzun konuşmak. “Bir daha baktı.” Bu kez eminim; bana baktı. “Neden el sallamadım? El sallayarak göt mü var sende Sadık. Al işte bir daha baktı.”
Şeytan diyor in aşağı, dayan apartmanın kapısına, bas zile. Bas, bas, bas! “Saçmalama!” Belki ona farkında olmadığı bu karanlığından çıkmasına yardımcı bile olurdum. “Kendime faydam varmış gibi… saçmalama Sadık!”
Bu aralar uzun uzun hayaller kurarken saçmaladığımı fark ediyorum. Küme küme komşu kadın birikiyor rüyalarıma. “Adı neydii… Necla, Nalan? Off! Bilmiyorum ki! Ne demişti bakkal… Neslihan? Neyse ne! Dudakları çok güzel!”
Bazen, sürekli beyaz gömlek giyen uzun boylu, hafif sakallı bir adam geliyor evine. Pencerede bir de onunla poz veriyor bana. Yanındaki adamla kazara göz göze gelmişliğimiz de oldu ama ses çıkarmıyoruz birbirimizin camdaki varlığına. Onlar bu ilişkinin içinde camdaki adam olmamı, ben de camdaki adam olmayı kabullendik. Beyaz gömlekli adam soğuk havalarda üzerindeki montu atar koltuğa sonra kadının peşinde dolanır it eniği gibi. Şimdiki gibi ılık, güzel, teni yalayan havalarda direkt divanın üzerinde yarı çıplak başlıyorlar sevişmeye. Gözümün içine baktıklarını söyleyemem ama bana mesaj gönderircesine öpüyor biri diğerinin bedenini. Bu kadın o adamı her öptüğünde vücudumun sertleştiğini, kaslarımın mütemadiyen gerildiğini hissediyorum. “Aslında öpmek istediğin ve aklından geçen benim değil mi… seni gidi yosma!”
Geçtiğimiz hafta büyük bir fırtına oldu. Yine camda durmuş pencereyi gözlüyordum. Yoktu. Uzaktan, bir odadan diğerine bile geçmiyordu. Bir kahve, bir kahve daha… kesmeyince bir kadeh şarap içtim. Böylesi büyük bir fırtınada evde olmaması mümkün değildi ama yoktu, görmemiştim. Pencereme iri iri yağmur taneleri vura vura düşerken de ağaçların saçları elektrik direklerini kırbaçlarken de yoktu. Bir saat, iki saat uzun uzun saydım dakikaları. Üçüncü kadehten sonra farkına varmadım kaçıncı saatindeydim bekleyişimin. Yalnız anlamlandıramadığım bir şey vardı. Evinde değildi madem, o beyaz gömleklik adam ne arıyordu evin içinde telaşla bir odadan diğerine geçerek. “Uyuyordur belki.”
Her sabah bambaşka bir insan oluyordu. Her defasında yüzündeki mimiklerle ele veriyordu kendisini. En sevdiğim zamanlarki o, bir askısı düşmüş ipek mi yoksa saten mi uzaktan ne olduğu anlaşılmayan o pembe geceliği giydiği zamanlarki oluyor. O zamanlar kahvemi bile tazelemiyorum. Sırf o geceliğin hatırına elimde boş kahve fincanı, saatlerce dikiliyorum camın önünde. Annemin kazaklarını andıran kazaklar giydiği zamanlar tuvalete işemeye de gidiyorum, kedimi sevmeye de. Saçlarını topladığı zamanlar sırılsıklam terli olduğunu düşünüyorum. Hiç görmedim ama ev işi yapıyor da telaşlı, yorgun, nefes nefeseymiş hissiyatı duyuyorum. Onu takım elbiseli gördüğüm çok az olmuştur ama o zamanlar da yatılı okulların ya da hani şu yurt müdireleri vardır ya? Onları andırır bana. Gerçekten değişken mi yoksa ben mi yüklüyorum bu anlamları bilmiyorum. Bana baktığı zaman üzerinde incecik bir bluz vardı, beyaz. Sütyen giymemişti. Giymemişti yemin edebilirim. Meme uçları camdan bana el sallıyorlardı adeta.
O da beni mi düşünüyor diye çok düşündüm. Ama ne zaman bu düşüncem üzerinde yoğunlaşsam, beyaz gömlekli adam çıkageldi, dağıldı düşüncelerim. “Zihnini sikeyim senin Sadık!”
Bir sabah tam apartman kapısının önünden geçerken karşılaşmıştık. Öyle bakmakla bakmamak arasında göz göze gelir gibi olduk, bana “günaydın” demişti. “Ağzının kenarında bir damla tükürük kalmış, dur dilimle alayım” diyecek oldum, demedim. “Kibarlığını sikeyim senin Sadık! Kuru bir günaydın da ben bırakmıştım apartmanın kapısında. Arkama bakmayacağıma yemin ederek içimden, önünden hızlı adımlarla geçtim. Sobelenmiş gibi hissetmiştim. “Ya sobelenmek isteyen oysa? Ya bu bir davetse, tesadüf değil, istekli ve planlı bir karşılaşmaysa? Ya çıktığımı gördüyse ve beni köşe başında görünce aşağı inip karşılaşmak için aynı anda çıktıysa kapıdan? Kafanı sikeyim Sadık!”
Bu gece onu izlerken saçları yine ıslak, tek askısı düşmüş o pembe geceliği üzerindeydi ama onu artık eskisi kadar sevmediğimi anladım. Belki de aslında sevmediğimi fark ettim. Ellerini önünde bağlamış duruyordu öylece camın önünde. Asfaltta değil, binaların pencerelerinde geziyordu gözleri. Bir an göz göze geldik. Baktı baktı, sonra sanki her zaman yaptığı bir şeymiş gibi başıyla hafiften selamlar gibi oldu; dudaklarında belli belirsiz bir gülümseme…
Dudaklarındaki o tuhaf gülümseme beni huzursuz ediyor. Davetkâr ama ürpertici de. Sanki davetine karşılık versem ben, o ve beyaz gömlekli birkaç adam, aynı yatakta biteceğiz aynı anda. Sanki karşılık versem, üç beş adamla el ele kapıma dayanacak.
Eliyle yanına gelmemi işaret ediyor. O hareketi anlamlandırmam biraz zaman aldı. Evde başkaları varmış gibi sağıma soluma baktım, kendimi işaret ederek,” ben mi?” Diye sordum. İşaretimi okuduğundan olsa gerek, başını sallayıp tekrar etti eliyle gel gel!
Ne anlatacak? Gecenin bu yarısı masumane bir anlatım olmasa gerek. Bir derdi olsa, bunu paylaşacağı kişi de ben olamam herhalde. Öyleyse ne anlatacak. Emin olduğum halde dayanamadım bir kez daha kendimi işaret ederek, “ben mi?” Diye sordum şaşkın bir tavırla. Elini alnına kapatıp başını salladı yine. Beni çağırıyordu evet. Beni çağırdı. Ne anlatacak ki?
İçimden koşar adım, dışımdan ağır adımlarla ama düşünceli düşünceli aşağı indim. Apartman kapısını aralık görünce çekingen adımlarla girdim, ikinci kata çıktım. Kapısı aralıktı. Fısılıdan biraz yüksek bir tonla “Müsaadenizle, merhaba!” diyerek kapıyı ittirip içeri girdim. Antrenin karanlık olması biraz ürkütmedi değil. Loş ışığı arkasında bırakıp, ağır adımlarla yürüyecek şimdi bana doğru diye düşünürken yürümeye devam ettim.
İki elini karnına birleştirmiş ikili koltuğunda öylece uyuyor. Şaka mı? “Senin hayal gücünü sikeyim Sadık!”
Etrafa bir göz gezdirdim. Köşede yanan abajur, orta sehpanın üzerindeki kalınca mum ve siyah beyaz bir filmin oynadığı küçük ekran televizyon ışığından başka bir ışık yoktu. Mumun altında üst üste yığılmış birkaç kitap. Baktım, hepsi roman. Üstü toz tutmuş ve öylece unutulmuş dergiler, mecmualar. Koltuğun yanındaki küçük sehpanın üzerinde, sık sık elinde gördüğüm kirli kahve kupası, kupa, kupalar lar lar lar!
Sessizce gidip televizyonu kapattım. Çıplak bacaklarının titrediğini hissettim. Koltuğun kenarında dağınık bulduğum küçük poları yavaşça alıp üzerine örttüm. Daha elimi çekmemiştim ki gözleri aralandı. Önce gülümsedi. Baktı, baktı… sonra birden yerinden kalkıp boynuma sıkı sıkı sarılıp ağlamaya başladı. “Korkuyorum,” dedi, “korkuyorum.”
Tir tir titriyordu. Nasıl bilmiyorum ama bahsettiği korkunun yalnızlıktan veya karanlıktan olmadığını anladım. “Düşüyor, kayboluyor, bulamıyor gibi hissediyorum aradığımı,” dedi hemen ardından. İnsan bazen öyle olur. Kendimden biliyorum.
İyi ki gelmekten korkmamışım diye geçirdim içimden. İçimde bir çocuk, dışımda ağlayan başka bir çocuğu kucaklıyor gibiydi. “Senin vicdanını sikeyim ben Sadık!”
Beyaz gömlekli odaya dalıp öfkeyle bağırmaya başladı. Çocuklar korktu, saklandılar neresi olduğunu bilmediğim bir şeylerin arkasına. Kadın, bir yandan omuz askısını kaldırırken, diğer yandan gözlerini sildi avuç içiyle. Korkmuyordu. Belliydi. Öfkeliydi daha çok. Birbirlerine öfkelilerdi. İkisi arasında öylece dururken, kendimi nereye konumlandıracağımı bilmediğim gereksiz bir orta sehpa gibi hissettim. Adam burnundan değil kulaklarından soluyordu adeta. “Senin burda ne işin var, hay senin amaçsızlığını sikeyim Sadık!”
Öylece kalakaldığım yerde kendimi ait hissetmediğim bu ikilemde ilk kez ısınmayı özlemeden üşüyorum. Aklıma küçük çocuklar geldi. Sağımda solumda bağrışlar yükselirken onları aradım gözlerimle odayı didik didik ederek. Hiç kimseyi görememiş olmam korkumdan mı emin değilim ama kimseyi göremedim. Bazı sesler yükseldi, bazıları sustu. Kadın bir şeyler fırlattı, adam birkaç tokat savurdu. Ben hala yerini arayan bir sehpa gibi oracıkta durmuş çocukları arıyorum. “Senin zayıflığını sikeyim Sadık!”
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.