- 84 Okunma
- 0 Yorum
- 1 Beğeni
HAYALOĞLU’NUN ‘AH ULAN RIZA’SI...(1)
1953 yılı, Tunceli-Ovacık doğumlu Yusuf Hayaloğlu... (2) Doğum yılını ve doğduğu bölgeyi dikkate aldığımızda, imkânsızlıkları çok olan bir dönemde ve coğrafyada hayata atıldığını söylemek gerekir. Buna karşın ‘Parasız Yatılı Okul’ sınavını ikinci sırada kazanıp öğrenimine iyi bir başlangıç yapar. Bu sonucun, onun hem zeki bir çocuk olduğunu, hem de o yıllarda söylenenlerin aksine ‘devlet elinin uzanabildiği her yere uzandığını’ göstermesi bakımından önemi büyüktür. Nitekim Haydarpaşa Lisesinde, sonra sırasıyla Elazığ ilindeki bir lisede tamamlanan orta öğrenim, İstanbul Devlet Güzel Sanatlar Akademisi ile taçlanacak, resim eğitimi aldığı süreçte, geçimi için grafik ve takı tasarımı işlerine girecektir.
Ani bir kararla 19 yaşında gençlik sevdasına tutulur ve evlenir (1972). Okulu boşlamış, askere gitmiştir. Dönüşünde bir süre Elazığ’da bir gazetede yerel muhabirlik yapan Hayaloğlu, ekmeğini İstanbul’da aramaya karar verir. 12 Eylül’de askeri darbe öncesi Yılmaz Güney’in yanında daha çok film ve senaryo işleriyle; darbe sonrası ise, yine matbaa ve yayınevleri için resim ve grafik işleriyle meşgul olur. Eniştesi Ahmet Kaya ile bu faaliyetlerine beste ve güfte işleri de katılır. Bu ikili; “Yorgun Demokrat”, “Adı Bahtiyar”, “Ayrılık Hediyesi”, “Hani Benim Gençliğim”, “Başım Belada” gibi pek çok esere imza atarak döneme damga vururlar. Şair ayrıca “Dağlarda Kar Olsaydım”, “Nankör Kedi”, “Sen Ağlama Yar” gibi şarkılar besteler; Ferhat Tunç, Fatih Kısaparmak, İbrahim Tatlıses ve Müslüm Gürses başta olmak üzere pek çok sanatçı ile birlikte çalışır. Nitekim 1999 yılında, Ahmet Kaya için yazdığı “Giderim” parçası yılın şarkısı olur. ‘Ah Ulan Rıza’ adlı albümü ve ‘Gözleri İntihar Mavi’ adlı ilk şiir kitabı çok beğenilir, ünü artar. Yurt içi ve dışı şiir dinletileriyle okuyucusuyla buluşan şair, bazı televizyon programlarıyla da şiirlerini daha geniş kitlelere ulaştırmayı başarır. Fakat bu yıllarda sağlığı giderek bozulmuştur. Doktor denetiminde tedavisine başlanmış olan Hayaloğlu, ne yazık ki bütün çabalara rağmen, henüz 56 yaşında aramızdan ayrılır (2009). Şiir kitapları ve albümleri şairin vefatından sonra da ailesi tarafından yayımlanmıştır.
...
Hayaloğlu’nun bu şiirini edebiyatımızdaki diğer ünlenmiş şiirlerden (3) ayıran temel fark; öncelikle dili ve üslubudur. İçimizden birine ait resim verir. Konu edilen kişinin kendiyle uyumlu, gerçekçi bir hikâyesi aktarılır. Nitekim daha şiirin adından başlayarak, okuyucu buna hazırlanır. ‘Ah Ulan Rıza’ seslenmesi; şairin, şiirin hikâyesine girecek olan Rıza ile münasebetini, Rıza’nın kimliğini ve muhtemel kaderini, Rıza’nın beklenmedik akıbeti karşısında şairin hayata ve ölümlü olmaya karşı sitemine karşılıktır. Yani ‘Ah Ulan Rıza!’ ünleminin kendisi bile tek başına hikâyesi olan bir seslenme, okuyucu tarafından tamamlanması istenen bir ‘kesik cümle’ niteliğindedir.
Şiirde hikâyenin ‘giriş bölümü’ ilk iki dörtlüktür.
Şairin yol arkadaşı olan Rıza, nasıl biridir? Bunu yine şairin gözünden, onun bakış açısından anlarız. Sokak ağzı; dostluk derecesi, şairin onu kendiyle eşitlemesi ve mekân ile içkili hâlin rahatlığı şiire özensiz bir konuşma diliyle girse de, bu hâliyle okuyucuyu şaşırtmaz. “Hıyar!” diye tavsif edilen Rıza, şair tarafından gelmesi acil beklenilen, bu yüzden şairi kaygı ve merakta bırakan arkadaşıdır. Satır arasında Rıza’nın sınıfsal (ekonomik) durumunun da yine muhtemel olasılık-saat / zaman bağlamında altı çizilir. “Rıza, bir saati bile olmayan yoksul, biraz aylak bir tiptir.” Ama beklendiğini, buluşma saatini bir saate sahip olmadığı için bilemeyecek olsa da şaire göre, hiç değilse bunu bir başkasına sorarak öğrenebilir biridir:
“Neden halâ gelmedi, yoksa
Saati mi şaşırdı bu hıyar?
Gerçi hiç saati olmadı ama
En azından birine sorar.”
Şair de, beklediği arkadaşından farklı değildir. Zaten yana yakına arkadaşı Rıza’yı bekleme sebebi de, züğürtlüğüdür. Ona güvenerek içki masasına kurulmuş, fakat söz verdiği saatte gelmeyince, lokantaya karşı mahcup duruma düşmekten tedirgin olmuştur. “Madara olduk meyhaneye, ah eşek kafam, güvenmemeliydim bu hergeleye.” diye sızlanır, çünkü cebinde bir lira desen, yoktur.
“Cebimde bir lira desen yok,
Madara olduk meyhaneye!
Ah eşşek kafam benim,
Nasıl da güvendim bu hergeleye!”
Şiir, Rıza’nın üzerine dönerken hikâyenin ‘gelişme’ bölümüne başlanmış olur.
Hemen ardınca gelen dörtlükte, Rıza’yı bekleme nedenine bir başka sebep daha eklenir. Tam da birlikte balığa çıkmayı, denizden ne çekerlerse pişirip yemeyi, bira ile kafaları bulup şarkılar eşliğinde düşler kurmayı hayal ederken ‘Ah ulan Rıza’ gördün mü yaptığını!
“Gelse, balığa çıkacaktık,
Ne çekersek kızartıp birayla yutacaktık.
Kafamız tam olunca, şarkılar döktürüp
Enteresan hayâllere dalacaktık.”
Üstelik ucuz paraya, çalıntı bir sandal satın almışlardır bir hafta önce. Aynı çevreden kendilerine benzeyen arkadaşları da kendilerini ikna edince, çalıntı malı almak ‘bize uyar’ diye düşündük der; sandala sahip olma hikâyesini de aktarır okuyucuya. Tabii bunu, bu şekilde nakletmesi de boşuna değildir. O çevre insanlarına gerçekçi bir profil çizme çabası açıkça görülür ve okuyucuyu yadırgatmaz, bu olumsuzluk.
“Bu sandalı geçen hafta denk getirip
Çalıntıdan düşürdük.
Arkadaşlar ısrar etti,
Biz de, iyi olur, bize uyar diye düşündük.”
İlk üç dörtlüğün ardından gelen diğer üç dörtlük, gerçeklik algısını tamamlar. Evet, Rıza içki içer, günlük yaşar, iki yakası bir araya gelmez, ayak takımı arkadaşlarıyla düşüp kalkıp evi ihmal eder ama haksız da değildir. Rıza’nın karısını tarifi, onu karikatürize edişi gerçeklikten koparmaz okuyucuyu. Muhtemeldir ki içki sofrasında Rıza’nın kendisine anlattığı olaylara, şairin bizzat kendi teşhisi de katılmıştır. “Nemrut, gudubet, kafadan çatlak” bu kadın, ufak tefek görünüşüne rağmen, tam bir ‘baş belası’ sayılmalıdır. Bir gün kendine veya Rıza’ya zarar vereceğinden korkulur. “Acaba evi terk etti de, Rıza, peşinden mi gitti?” diye hükümler çıkarması, yine bu gecikmenin sebeplerinden biri olarak, okuyucuyla paylaşılır.
“Saat sekizde gelecekti,
Bana birkaç milyon borç verecekti.
Yoksa o nemrut karısı kaçtı da
Onun peşinden mi gitti?
Eğer öyleyse yandık,
Gudubet gene yaptı yapacağını!
Geçen sene de merdivenden itip
Kırmıştı Rıza’nın bacağını.
Abi, kadında boy şu kadar;
Kalça fırıldak, göz patlak, kafa çatlak!
Korkuyorum, bir gün ya kendini asacak,
Ya horlarken Rıza’yı boğacak!”
Şair, Rıza’yı haklı görürken, erkek merkezli bir bakış açısı geliştirir. “Bak, şimdi acıdım, aşkolsun adama” der. Sonra, bu kez kendini Rıza’nın yerine koyar. “Hele beş tane veled var ki boy-boy” diye Rıza’nın mutsuzluğunun sebebi saydığı çocuklar ise, şairin gözünde “düşmanıma dilemem” dediği varlıklardır. Kadın da çocuklar da, bu hayatın içine kendi arzularıyla gelmedikleri hâlde var oluşlarıyla suçlanırlar. Bunu Hayaloğlu’nun kendi yaklaşımı olarak alamayız elbette. Şiirin realist atmosferini ve halk yaşantısında ülke gerçeğini bütünleyici bir tasvir saymak gerekir.
“Bak, şimdi acıdım, aşkolsun adama,
Ben olsam, vallahi baş edemem!
Hele beş tane veled var ki boy-boy,
Allah’tan düşmanıma dilemem!”
Rıza, sıralanan bu olumsuzlukları hak eden biri değildir aslında. Dışarıdan bakanın ‘efendi’ sayacağı, ‘iyi huylu bir çocuktur’ Kavgadan, gürültüden uzak durur; herkesin suyuna gider. Kadından korktuğuna değil; biraz da sevip saydığından ona ses etmez. Karısına el kaldırmaz. Yoksa iri yarı, kalıplı bir adamdır. Nitekim şair, onun öfkelendiğinde neler yapabildiğine bizzat tanık olmuştur.
“Aslında iyi çocuktur Rıza, efendi huyludur,
Herkesin suyuna gider.
Yoksa kalıba vursan hani,
Tek başına on tane adam eder!
Bir keresinde, hiç unutmam
Üç-beş zibidi haraca dadandı;
Rıza, sandalyeyi kaptığı gibi
Herifleri hastaneye kadar kovaladı!”
Şairle Rıza’nın tanışıklığı çocukluk yıllarına gider. Aynı mahallede büyümüşler, aynı kızı sevmişlerdir. Orta ikiden terk sebebi de kafalarının aynı olması, matematik dersinden anlamamalarıdır. O kadar ki, aynı desen gömleği, aynı marka sigarayı içecek derecede zevkleri benzeşir. Aynı takımı tutar, takımın her maçında iddialaşır; bahsi kaybettiklerinde ceplerinden yemek ısmarlamak zorunda kalırlar. Bu birlikte oluşun iki yol kazası vardır. Biri askerlik görevi, biri de Rıza’nın bekârlığa erken vedası... Şairin ise, böyle bir salaklık yapma lüksü; evlenmeye parası zaten yoktur. Anası evlendirmek için kız beğenir ama onun beğendiğini şair beğenmez. Bu yüzden tek tabanca gezer, askerlik dönüşü.
“Aynı mahallede büyüdük, aynı kızları sevdik,
Aynı kafadaydık.
Orta ikiden bıraktık, matematik ağır geliyordu,
Biz, başka havadaydık.
Aynı gömleği giyer, aynı sigaraya takılır,
Aynı takımı tutardık.
Fener’in her maçına iddialaşıp
Millete az mı yemek ısmarladık!
Bir tek askerde ayrıldık,
Bana Bornova düştü, ona Gelibolu.
Döner dönmez evlendirdiler,
En büyük salaklığı da bu oldu!
Bense hiç düşünmedim, zaten param yoktu.
Hep tek tabanca gezdim.
Benim beğendiğimi anam istemedi,
Onun gösterdiğini ben sevmedim.”
Şiir boyunca anlatılanlar hikâye edilen hayatın kişileri, ilişkileri, ele alınan sosyal hayatın ipuçlarıdır da. Bunlar zaten ‘derin mevzu’ sayılır. Daha ayrıntıya girmek yersizdir. Şair, bulunduğu mekândan biraz canı sıkkın vaziyette ayrılır; anasıyla birlikte yaşanılan evine gider ve hemen yatar. Hatta rüyasına girer Rıza... Gülümseyerek kendisine doğru gelmektedir. Oysaki Rıza, bir kamyonun çarpması sonucu hastane yolunda ölmüştür.
“Neyse, bunlar derin mevzu...
Anlaşıldı, bu herif artık gelmeyecek.
Ufaktan yol alayım
Anam evde yalnız, şimdi merağından ölecek!
Gittim, vurup kafayı yattım;
Rüyamda gördüm, gülümseyerek geldiğini.
Ne bilirdim, yolda kamyon çarpıp
Hastaneye kavuşmadan can verdiğini!”
Şiirde hikâyenin ‘sonuç bölümü’ ise düğümün çözüldüğü bu noktada başlar.
Şaire Rıza’nın ani ölüm haberi, “Sanki dev bir taş ocağını kökünden dinamitleyip üstüne devirmişler gibi” tesir eder. Ona ölümü konduramaz. “Ah Ulan Rıza!” seslenişi, onun bir başka duygusuna, ölüm karşısındaki çaresizliğine dönüşür. “Vay be Rıza!” Onun ölümünü haber verenlerin rahatlığı, ölümünü kabullenişleri şairi öfkelendiren bir ruh hâline, âdeta taşınmaz bir yüke evrilir. Dostluğuna güvendiği Rıza’ya, “Azrail peşine takıldığı” için ve “bu mahallenin nesini beğenmedin de taşındın” diye sitemi sekiz dörtlükte ardı ardına, çeşitli yönlerden tekrarlanır.
“Vay be Rıza!
Sonunda sen de düşüp gittin Azrail’in peşine!
Dün, boşuna günahını almışım,
Ne olur, kızma bu kardeşine!
Öğlen kahvede söylediler, Rıza öldü, dediler
Ne kolay söylediler!
Sanki dev bir taş ocağını
Kökünden dinamitleyip üstüme devirdiler!
Ah dostum... o kocaman gövdene
O beyaz kefeni nasıl kıyıp giydirdiler?
O zalim tabutun tahtalarını
Senin üstüne nasıl böyle çivilediler?
Yani sen şimdi gittin, yani yoksun,
Yani bir daha olmayacak mısın?
Yani bir daha borç vermeyecek,
Bir daha bira ısmarlamayacak mısın?
Peki, beni kim kızdıracak,
Kim zar tutacak, kim ağzını şapırdatacak?
Peki, beni bu köhne dünyada
Senin anladığın kadar kim anlayacak?
Ulan Rıza... Ne hayâllerimiz vardı oysa...
Ne acayip şeyler yapacaktık.
Totoyu bulunca dükkân açacak,
Adını Dostlar Meyhanesi koyacaktık.
Talih yüzümüze gülecekti be!
Karıyı boşayıp sıfır Mercedes alacaktık.
Hafta sonu iki yavru kapıp
Boğaz yolunda o biçim fiyaka atacaktık!
Ah ulan Rıza... Bu mahallenin,
Nesini beğenmedin de öte yere taşındın?
Ara sıra gıcıklaşırdın ama inan ki,
Benim en kıral arkadaşımdın!”
Şiirin son dörtlüğü ise, ölüm gerçeğini kabul ediş ve tam bir teslimiyettir.
“Ah ulan Rıza... Ben şimdi,
Bu koca deryada tek başıma ne halt ederim?
Senden ayrılacağımı sanma,
Bir kaç güne kalmaz, ben de gelirim.”
...
Şiir boyunca giriş, gelişme, sonuç bölümleri olan bir hikâye ediş vardır. Uyaklı ama serbest şiirin dörtlüklerle kurulmuş hâli söz konusudur. Kafiye için abartılı tercihlerle ifade zorlanmamış, günlük konuşma dilinin imkânlarıyla uyak örgüsü şiirin doğal akışında sağlanmıştır. Şair de (birinci tekil kişi), arkadaşı Rıza da sosyal konumları ve çevreleriyle gerçekçi, abartısız ortaya konmuştur. Şiir gücünü; kişi, çevre, dil ve üslup uyumundan alır. Hikâye boyunca âdeta kısa metraj bir film akar gözümüzün önünden. Konuşma dilinin toplumda tek örnek olmadığı, toplumsal kesitlere (zümre ve sınıflara özgü) uygun jargon geliştirildiği düşünülürse, şairin ifade ediş tercihleri realisttir. “Ulan, hıyar, madara olmak, eşşek kafam, hergele, balığı kızartıp birayla yutmak, kafamız tam olmak, çalıntıdan (sandal) düşürmek, bize uyar, nemrut, gudubet, kafa çatlak (kadın), aşk olsun, baş etmek, başka kafada ve aynı havada olmak, aynı (sigaraya) takılmak, en büyük salaklık, tek tabanca gezmek, bunlar derin mevzu, ufaktan yol almak, merakından ölmek, vurup kafayı yatmak, vay be, boşuna günahını almak, talih yüzümüze gülecekti be, karıyı boşamak, iki yavru kapıp o biçim fiyaka atmak, ara sıra gıcıklaşmak, en kral arkadaş, halt etmek...
Biz tasvip edelim veya etmeyelim böyle hayatlar vardır ve yine biz beğenelim veya beğenmeyelim içkinin, sigaranın, parasızlığın, olumsuz karı-koca ve aile ilişkilerinin olduğu, konuşulduğu eğitimsiz zümreler bu toplumun bir parçası olarak aramızda yaşamaktadırlar. Bu gerçeğin fotoğrafını çeken Hayaloğlu, bize bir hikâyenin şiirle nasıl anlatılabileceğini göstermiş, başarılı da olmuştur.
...
(1) Bu inceleme yazımızın konusu şair Yusuf Hayaloğlu’nun külliyatı içinde ayrı ve önemli bir yere sahip olan ‘Ah Ulan Rıza’ adlı şiiri olacaktır. Özellikle belirteyim: İnceleme, şiir altına düşülen yorum notu değil, akademik ve bağımsız bir türdür.
(2) Bkz. Yusuf Hayaloğlu, Vikipedi, Özgür ansiklopedi.
(3) Mesela hemen hatırlayıverdiğim Faruk Nafiz Çamlıbel’in ‘Han Duvarları’ adlı şiirindeki tasvirler ile hece şairi Maraşlı Şeyhoğlu Satılmış dizeleri de okuyucuya bir hikâye aktarır ama konuya, şiirin genelinde şehirli şair dili ve üslubu hâkimdir. Şair o ortamda konuya dışarıdan bakar; kendini olay örgüsüne doğrudan katmaz. Yine hemen aklıma geliveren Mehmet Akif Ersoy şiirlerinde, söz gelimi “Küfe” manzumesinde, aruza uyarlanmış dönemin konuşma dili ve hikâye ediş şekli hatırlanmalıdır. Sait Faik hikâyeciliğinin kişileri, insancıl yaklaşımı ile bu şiirin benzeşen atmosferi ayrıca değerlendirilmelidir.
Abdurrahman GÜNAY
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.