- 167 Okunma
- 4 Yorum
- 9 Beğeni
Anadolu Uyanırsa
Okuduğunuz yazı Günün Yazısı olarak seçilmiştir.
Anadoluda birçok köy kış gelince ölüm sessizliğine bürünür. Kış gecelerinin birisinde bu köylerden herhangi birisinin yakınından geçmek durumunda kalırsanız, göreceğiniz manzara sizi çok şarşırtabilir.
Gece olmasına karşın, karın beyazlığından dolayı oluşan aydınlıkla çevrenizde olan nesneleri seçebilirsiniz. İlk farkına varacağınız şey, etrafın sessizliği olacaktır. Bu sessizlik içinize inanılmaz bir ürperti verecektir. Tam bu sessizliğe alışmaya başladığınızı düşündüğünüzde ya bir köpeğin çemkirmesiyle ya da bir kurdun ulumasıyla yeniden irkileceksiniz. Sesten anlaşıldığı üzere yakınlarda bir yerleşim yeri olduğunu farkedeceksiniz. Sonra yanıp yanmamakta tereddüt eden, neredeyse karlarla aynı hizada duran sokak lambalarının cılız ışıklarını göreceksiniz. Çok geçmeden belirli aralıklarla semaya süzülen duman hüzmeleri gözünüze ilişecektir. Bu dumanların, evlerin bacalarından çıktığını düşüneceksiniz; ancak karların kapattığı evleri görmeniz için daha dikkatle bakmanız gerekecektir. Bir kurt keskinliğinde gözlerinizi kısarak baktığınızda, damların üzerinde ot birikintilerinin olduğu evleri seçebileceksiniz. Evleri görür görmez içinizdeki korku yerini garip bir heyecana bırakacaktır. Sonra gecenin bir vakti köye girmeyi isteyeceksiniz. Çünkü anadolu insanının misafirperverliğini duymuşsunuzdur. Hangi vakitte kapılarını çalarsanız mutlaka sizi “Allah Misafiri ” diye buyur edeceklerini bilirsiniz. Fakat aldığınız şehir terbiyesi sizin köye varıpta bir kapıyı çalmanıza muhtemelen müsaade etmeyecektir. Kendi kendinizle kavga ederek, kara yolları ekiplerinin açtığı yoldan, kasabadaki otellerden birisine gidebilmek için aracınızı sürmeye devam edeceksiniz. Ama hep içinizde bir merak olacak. Neredeyse karların içine gömülmüş, alt yapısı olmayan, kurt ulumalarının it ulumalarına karıştığı bu köylerde insanlar nasıl yaşıyor diye?
Siz merakınızla kalakalın; akşam yanından geçtiğiniz köylerde hayat olanca hareketiyle ve bereketiyle yaşanmaktadır.
Meslek sevdalısı, idealist genç bir öğretmen her sabah erkenden uyanarak traşını olur, takım elbisesini giyer, öğrencileri -ki her birini kendi evladı gibi görür- üşümesin diye sınıfın ortasındaki teneke sobayı yakar ve evlatlarını beklemeye başlar.
Çocukalar ya ellerinde birer ikişer odun paraçası ya da tezeklerle çıkagelirler. Her biri beraberinde getirdiği yakacağı önceden belirlenmiş depo olarak kullanılan bir yere bırakarak koşar adımlarla soğuğa ve ayaza aldırmaksızın okulun bahçesinde sıraya geçer.
Çocuklar büyük bir coşkuyla önce İstiklal Marşı’nı akabinde de Andımız’ı okuyarak sınıflarına girerler.
Eğitim sezonu boyunca köye bir kere müfettiş ya gelir ya gelmez. Kaymakam deseniz köylülerin çoğu tarafından tanınmaz. Belediye başkanı ilçenin işlerinden köylerle ilgilenmeye fırsat bulabilir mi, bilinmez.
Eğitimin tüm yükünü meslek aşığı öğretmenler halletmeye çalışırlar. Onlar her şeyin devletten beklenmeyeceğini bilirler. Aldıkları maaşın çoğuyla öğrencilerin defter, kalem gibi ihtiyaçlarını karşılarlar…
Onların zorlu eğitim sezonu böylece akıp gider. O öğrencilerden okuyan çıkar da adam olan çıkar mı, burasıda pek bilinmez…
Birde imam efendi vardır. Büyük ihtimalle vekil imamdır. Haftada birde olsa cemeate vaaz-u nasihatler etmeye çalışır. Tatillerde çocuklara Elif- Ba’yı öğretir, bazı duaları ezberletir. Ramazanlarda mutlaka mukabele okur. Evlenecek olan çiftlerin dini nikahlarını kıyar, düğünlerinde dualar eder. Cenazelerin tekfin ve definleriyle meşgul olur.
Yaşı küçükte olsa, büyükte olsa öğretmen ve İmam köylülerden mutlaka ayrı bir ilgi görür.
Köy halkı ekseriyetle -eski tabirle- mektep, medrese görmediklerinden okumuş adamı severler, onların sözlerine daha bir itibar ederler.
Muhtar vardır. Herkes onu hükümetin temsilcisi olarak görür, resmi bir evrak lazım olduğunda ilk onun kapısını çalarlar. Daha ziyade köyde en çok akrabası olan kişi muhtar seçilir. Bazı köylerde muhtarlık padişahlık gibi babadan oğula devreden bir hal almıştır. Fakat köylülerin bu durumdan şikayetçi olduklarıda pek söylenemez.
Saçları, sakalları ağarmış dedeleriyle, haya timsali nineleriyle aileler kalabalıktır. Oralarda yaşlılar huzuru, huzur evlerinde değil, evlad-ü iyalinin yanında bulurlar. Evlatlarda atalarına karşı saygıda kusur etmez ve ettirmezler. Onlar anneye-babaya “öf” bile denmeyeceğini bilirler.
Gençler vardır, kışın köyde yapılacak fazla bir iş olmadığından büyük şehirlere çalışmaya giderler, gurbetliği öğrenirler.
Genç kızlar gönüllü bir iki eli iş yapan, dikiş nakıştan anlayan ablalarının yanında dikiş nakış öğrenirler.
Anneler, babalar ailenin tüm yükünü omuzlarında taşırlar.
Çocuklar her şeyden habersiz doyunca çocukluklarını yaşarlar.
Köylüler, kış boyunca hayvanlarını kapalı mekanda beslerler. Bahara doğru yaşam yavaş yavaş hızlanır. Küçükbaş, büyükbaş hayvanlar yavrular, kapıdaki köpeğin havlaması bile değişir. Sonra yavaş yavaş tarlalar sürülmeye, ekilmeye başlanır. Zaman geçer sürüler çobanlara teslim edilir. Yeterince yağmur yağarsa iyi bir hasat mevsimi yaşanır. Peynirler yapılır, yayıklar yayılır. Bazı yörelerde yaylalara çıkılır. Kışın yakacak sıkıntısı yaşamamak için gerekli hazırlıklar yapılır. Değirmenlere gidilerek arpa ve buğdaylar öğütülür. Elde edilen mahsulün bir kısmı satılarak gerekli olan diğer malzemeler alınır…
Bu döngü üç aşağı beş yukarı anadolunun köylerinde yıllardan beri sürüp gitmektedir.
Eskiden iyi kötü köylümüz ektiğiyle, biçtiğiyle kendi kendine yetebiliyordu.
Bu gün gelinen noktada, köylünün pek bir şey kazanmadığı aşikardır.
Köylü tarlasını işliyor, mahsülünü topluyor, fakat parsayı üç beş komisyoncu götürüyor.
Hayvanını yetiştiriyor, sütünü sağıyor, parsayı üç beş mandıracı götürüyor.
Küçükbaş, büyükbaş hayvanını, hayvan pazarına götüremeden değerinin altında miktarlara besicilere kaptırıyor.
Elde ettiği gelirle aylık bağ-kur’unu yatıramadığından ne emekliliğe hak kazanabiliyor ne de sağlık sigortasından faydalanabiliyor.
Yıllardır siyasiler seçim programlarında şunu söylerler:
“Ulu önder Atatürk’ün dediği gibi: Köylü milletin efendisidir. Köylü’ye hak ettikleri efendiliği biz vereceğiz”„
Hangi sebepten olursa olsun köylerini terkederek büyük şehirlere gelenlere sorulduğunda;“köyünüzü bırakarak büyük şehre göç ettiniz, pişman mısınız? ” Alacağınız cevap büyük ihtimalle;“Evet, pişmanım ama başka çaremiz yoktu” Şeklinde olacaktır.
Büyük şehirleri daha çok büyütmenin hesaplarını yapanlar, küçük köylere gereken özeni ne zaman gösterecekler?
Devlet ve millet olarak içinde bulunduğumuz sııkıntılardan ancak taşraların kalkınmasıyla kurtuluruz.
Unutmayın ki; ANADOLU UYANIRSA VATAN KURTULUR!
2011
yusuf akkaya
Not: Bu yazı Hasat Mevsimi isimli romanımızın önsözüdür…
Hatalarımız affola...
11.12.2024 tarihi için yazımı "Günün Yazısı" olarak seçenlere teşekkürlerimi sunuyorum...
YORUMLAR
Yazınız beni Doğu görevimi yaptığım Kiğı'nın 90'lı yıllarına götürdü. Betimlemeler o kadar gerçekçi olmuş ki kendimi bir zaman yolculuğu içerisinde buldum.
Anadolu'nun uyanması ile ilgili çağrınıza tüm yüreğimle katılıyorum.
Güne düşen kardan aydınlığı kutluyorum.
Yusuf Akkaya
İnsanı çocukluğuna götüren, dupduru ve sımsıcak bir anlatım.
Anadolu insanı gönül insanıdır; yürekleri ve kapıları, ayrım gayrım yapmadan, herkese açıktır.
Gözlerimiz önünde harika bir tablo canlandı.
Teşekkürler yazarına.
Kutluyorum.
Selâm ve muhabbetle...