Modern Bilimin Kökleri-2
Modern Bilimin Kökleri-2
MİT ve BİLİM
Mit ve Bilim, insan düşüncesinin ürünleridir, bu nedenle insanın tarihinden soyutlanarak ele alınamazlar. Mit, yaşamı açıklamaya çalışan tanrısal hikayelerdir; “soyut”tur ve sadece ‘sosyal evren’de vardır. Bilim ise gözlem ve gözleme dayalı akıl yürütme yoluyla dünyaya ilişkin olguları birbirine bağlayan yasaları bulma çabasıdır; “somut”tur. İnsan yaşamını kolaylaştırmak, refahını arttırmak için yapılan faaliyet uygulamalı bilimdir. Uygulamalı bilim "ilk insan" la, daha doğrusu “insanımsı insan”la (Homo Erektus) başladı; taşın bir kenarını incelterek avı öldürmede kullanılan bir silah (taş balta) haline getirilmesini belki binlerce, belki de milyonlarca yıllık bir süreçten sonra düşünebildi ve yapabildi. Böylece, uygulamalı bilimin, taştan aletler yapmayı başaran ilk insanla (Homo Erektus) ile başladığını, saban, balta, su yolu, mızrak, değirmen, kumaş dokuma aletleri, değirmen, vb aletlerin yapıldığı yerleşik-tarım toplumlarında çok geliştiği, “bilimsel bilgi”nin ise Eski Yunan toplumunda doğdu bilimsel saptamalardır.
Bilimsel düşüncenin ilk filizlendiği düşünsel alan felsefedir. Nitekim, Felsefe ve filozof sözcükleri ilk kez İ.Ö. 5. yüzyılda “Eski Yunan (Grek)” toplumunda kullanılmaya başlamıştır; Felsefe deyince, Yunanistan’da İ.Ö. 600 yıllarında doğmuş Yeni bir düşünüş biçimi kastedilir. Felsefe, Grekçe “Philosophia” sözcüğünün Türkçe söylenişidir. Philosophia, Yunanca seviyorum, peşinden koşuyorum, arıyorum anlamına gelen "phileo" ile bilgi, bilgelik anlamına gelen "sophia" sözcüklerinin birlikte kullanılmasından türeyen sözcüğün işaret ettiği entelektüel faaliyet ve disipline denir. Buna göre, felsefe Yunanlılar için, ‘bilgelik sevgisi’ ya da ‘hikmet arayışı’ anlamına gelmiştir. Başka bir söylemle, felsefe, varlık ve düşünmeyi oluşturan ilkeler, gerçeklik ve nedenselliğin araştırılmasıdır. Felsefe ile bilimin iç içe geçerek ve sinerjik etkileşim içinde birbirini nasıl geliştirdikleri bilim tarihinin özünü oluşturmaktadır. Oysa, “bilim adamı” sözcüğü 1840’ tan önce bilinmiyordu, o yıl İngiliz bilimci William Whewell tarafında ortaya atılmıştı (Hal Hellman: Büyük Çekişmeler, s: IX. Türkçesi: Füsun Baytok. TÜBİTAK).
Antik Yunanistan’da İ.Ö. 600 yıllarında doğan ve doğadaki olayları tanrısal hikayelerle açıklamaya çalışan düşünceyi (mit) reddeden ve “ bugün “bilimsel düşünce” olarak bilinen yeni bir düşünce/düşünme tarzı ortaya çıktı: Ondan önce, insanların tüm sorunlarına çeşitli dinler yanıt getiriyordu. Yani yaşam kuşaktan kuşağa aktarılan tanrısal hikayelerle açıklanıyordu; bu hikayelere “mit” denilmiştir. Mitler doğa güçlerini ve doğaüstü yaratıkları vurgulayan hayal ürürünü öyküler olmakla birlikte, evrenin ve insanın yaratılışı, dahası, doğa güçlerinin birer dev olarak türettiği tanrılar hakkında ana sorulara cevaplar da vermeleri nedeniyle ve böylece evrenin bilinmezliği karşısında iç huzur sağladıkları için herkes mitlere inanıyordu. Ancak, dönemin her toplumunda olduğu gibi, kültürünün temelinde mitsel hikayeler olan Yunan toplumunda –bugünde asıl etkenin ne olduğu bilinmiyor- İ.Ö. 6. yüzyıldan itibaren- mitsel düşünceden aklı rehber edinen yeni bir düşünüş şekli doğmaya başlar. Bununla birlikte, bilim yalnızca ussal, bilimsel süreçlerin ürünü değildir. Bilimsel keşiflerin temelinde us dışı, mantık dışı, bilim dışı öğelerin, fizik ötesi, dinsel, büyüsel, hepsinden önemlisi felsefi öğelerin de bulunduğunu bilim tarihi bize göstermektedir.
Burada bir parantez açarak “Güneşmerkezli Evren Modeli“nin temelindeki mitsel algılamayı örnek olarak vermek istiyorum. Bugün, eskilerin sezgiyle buldukları hayatın gerçek kaynağını biz onların başlattıkları uygarlık sürecinin birikimiyle; “bilimsel bilgi”yle biliyoruz. Biliyoruz ki, güneş yaşamın kaynağıdır: güneş enerjisi topraktaki maddelere aktarılır; bitkilerin besleneceği moleküller oluşur, böylece güneş enerjisi bitkilere aktarılır; bitkiler büyür-gelişir. Bitkileri (karbohidratlar, bitkisel proteinler) hayvanlar yer, bu kez güneş enerjisi hayvansal moleküller (proteinler ) şeklinde depolanır. Bunlara “yüksek enerjili moleküller” denir; güneş enerjisi elektron denilen enerji yumaklarında(?) depolanır. Bitki ve/veya hayvansal besinleri (molekülleri) insanlar yer, güneş enerjisi insana hayat verir: İnsanın bütün eylemlerini (düşünme, yürüme, görme, duyma, hissetme, vb) yapabilmesi için şart olan enerji (ATP), gerektiği zaman, vücudumuzdaki yüksek enerjili (güneş enerjisi) molekülerdeki elektronların soluk havasıyla aldığımız oksijen ile “oksidatif fosforilasyon” denilen bir dizi reaksiyonlar sonucu birleşmesiyle ortaya çıkar ve kullanılır. Kısacası, hayatımızın kaynağı güneştir, güneş yok=hayat yok.
Güneş’e tapınan –bilinen- ilk toplum Eski Mısırlılardır. Güneş, Eski Mısır ve Eski Yunan gibi yerleşik (uygar) toplumların yanında Türk-Moğol göçebe ( arkaik) toplumlarda da kutsaldı. Örneğin, bir Moğol kabilesi olan Kara Hitaylar ile Uygur Türkleri’nin bir kısmı güneş’e taparlardı. (Vasilij Vladimiroviç Barthold: Moğol istilasına Kadar Türkistan, s: 412).
İnsanın "GÜNEŞ" e olan hayranlığı, yoğun sevgi ve tapınması “güneşmerkezli evren” modelinin ve modern uzay biliminin doğmasına neden olmuştur.
"GÜNEŞ" e olan yoğun ilgi, bugün uzaya yerleştirilen "uydular" aracılığıyla iletişimi sağlayan televizyon, cep telefonu, vb araçları pratik yaşamımıza sunan modern gökbilimin (uzaybilim) doğmasını da sağlamıştır. Son 30-40 yıldır tanık olduğumuz uzay bilimleri Nicolaus Copernicus ’ un (1473-1543) 400 yıl önce ortaya koyduğu çalışmalarla olanaklı olmuştur. Copernicus, geometrik yalınlık arzusunu karşılayan bir gezegenler sistemi bulmaya girişmişti, 1543’de “Kürelerin Dönmeleri” hakkında” adlı kitabı yayınlayarak bilimin dikkatini uzaya çevirdi. Katolik bir papaz olan Copernicus, o güne kadar geçerli olan “yermerkezli” düşünceyi tersine çevirerek “güneşmerkezli” uzay düşüncesini yerleştirdi. “Yermerkezli sistem”in kurucusu Ptolemaios ( MS 150) adlı Eski Yunan bilgesidir. Bu sisteme göre dünya evrenin merkezinde ve hareketsiz dururken, Ay, Güneş, gezegenler ve yıldızlar onun çevresinde eş merkezli bir sistemle, saydam küreler içinde dönüyordu. Copernicus’un kuramı ( MS 1543) ise Ptolemaisos’unkini ters çeviriyordu; Güneş hareketsizdir, Dünya ise iki yönlü hareket eder; günde bir kez kendi etrafında, yılda bir kez de Güneş’in etrafında döner.
Aslında, “Güneşmerkezli Evren” kuramını ilk ileri süren kişi Eski Yunan bilgesi Aristarchus (M.Ö. 310-230)’tur. Aristarkus, güneşin ve diğer gök cisimlerinin dünyadaki gibi topraktan, taştan olduklarını, kutsallıklarının olmadığını söylemiş ve güneşin sabit olduğu ve dünyanın güneş çevresinde çembersel bir yörünge izleyerek döndüğü iddiasını da ortaya atmıştır. Arsitarkus’un ortay attığı “Güneşmerkezli Evren” düşüncesi, Nicolaus Copernicus (1473 – 1543), Tyhco Brahe (1546 -1601), Giordano Bruno (1548-1600: Böyle düşündüğü için Kilise’nin verdiği karar gereğince 1600 yılında Roma’da odun yığının üstüne bağlanıp diri diri yakılarak öldürüldü), Galileo Galilei, (1564 – 1642) ve Johannes Kepler(1571-1630 ) tarafından daha da geliştirildi. Ancak bu düşünceyi rayına oturtan bilim adamı, gezegenlerin yörüngelerinin daire değil, elips şeklinde olduğunu keşfeden Alman gökbilimci, fizikçi ve matematikçi Johannes Kepler’dir.
Aristarkus, güneşi fizik kuralları ile ele alır. Oysa, modern gökbilimin kurucuları Nicolaus Copernicus , Galileo Galilei ve Johannes Kepler fiziki dünyayı anlamak için oluşturdukları kuramlar (teoriler), fizikötesi (metafizik) kaynaklıdır; Üçü de “güneş” e tapıyorlardı.
Doktor, matematikçi ve aynı zamanda da Katolik papaz olan Nicolaus Copernicus’un (Kopernik),günmerkezli kurama inanmasının temel nedeni, kendi deyişiyle, “ bütün evreni aydınlatan ışık kaynağı için merkezden daha iyi bir yer olamaz.” Kepler de, tıpkı Copernicus gibi, Günmerkezli sistem düşüncesini Güneş’e olan hayranlığından dolayı savunuyordu. Copernicus ile aynı nedenlerden ötürü; Güneş, ona göre, Tanrıyı simgeler; yaratılmış Evren’de kendini dile getiren yaratıcı Tanrı’nın simgesi, Evrenin görülür Tanrı’sıdır; bunun içindir ki, Evren’in merkezinde bulunması gerekir. Aslında bu düşünce Kepler’e göre, evrenin yapısının anahtarıdır. Onun evreni, Güneş’e göre sıradüzenle yapılmış , kendindi orada engin bir simge olarak dile getiren Yaratıcının uyum içine düzenlediği bir evrendir. ( Alexandre Koyre: Bilim Tarihi Yazıları, s: 51-125. TUBİTAK yayınları )
Yani, bilim salt deney ve gözlemle bir yere varamaz. Her bilimsel yöntem, gerçekliğin üzerine metafizik bir temel ya da en azından birkaç ilksav gerektirir. Dolayısıyla, bilimsel ilerlemenin tarihi yalnız deneysel yanıyla değil kuramsal yanıyla da ele alınmalıdır. Söz konusu kuramlar metafizik öğeler tarafından az çok etkilenmişlerdir ve bunun kökeni kurumsal dinlerin çok ötelerine, en ilkel inançlara –animizm teknikleri olarak bilinen “büyü” ve sihir’e”- kadar gider.
Bununla birlikte, modern bilimin doğuşuna ve gelişimine neden olan koşulların ne olduğu bugün de tartışma konusudur: Kimi bilim tarihçileri, bugünkü modern bilimi, kökü ilk uygarlıklara uzanan bir deneyim ve bilgi birikimi olarak değerlendirmektedirler. Kimisi ise bilimi bazı kültürel koşullarda ortaya çıkan kimi üstün yetenekli seçkinlerin öğrenme ve arayış tutkusunun ürünü saymaktadır. Öte yandan, Karl Marx (1818-1883 ) ve izleyicileri, tüm kültürel etkinlikler gibi bilimi de toplumsal sınıfların karşıtlığına bağlamışlardır. Onlara göre, bilimsel gelişmeyi tetikleyen etken öğrenme, araştırma merakı değil, toplumun içinde yaşadığı ekonomik, yani maddi koşullarıdır. Bazı bilim adamları ise, bilimin doğmasında-gelişmesinde Marksist görüşün tam tersini, yani maddi olmayan etkenlerin başat rol oynadıklarını savunmuşlardır. Bu görüşün temelinde Felsefe’nin maddi düşünceden değil, soyut varlıkları düşünmeden/yorumlamadan ortaya çıktığını varsayımıdır. Örneğin, Fransız düşünür Auguste Comte’e (1798–1857) göre, bilimin gelişiminde ilk tezi “insan tininin tedrici gelişimidir.” Bu gelişim, “üç durum” denen “büyük temel yasa” biçimin alır. Şaşmaz bir zorunlulukla, her bir bilgi dalı art arda üç farklı teorik durumdan geçer: Teolojik ya da kurgusal durum; metafizik ya da soyut durum; bilimsel ya da olgucu durum. Teolojik durumda, insan tini gözlemlediği doğal fenomenleri önemli miktarda olduğunu hayal ettiği doğaüstü faillerin eylemine bağlar. Comte’e göre, özellikle evrenin görünür anormalliklerini açıklayan şey, bu faillerin müdahalesidir. Bu teolojik durumun mükemmelliğine, doğal fenomenleri biricik ve kişisel bir Tanrı’nın iradesine indirgeyen monoteizmle birlikte erişilir. Metafizik evredeyse, tin bu doğaüstü faallerin yerine soyut güçleri, sonuçta doğa fikri altında bir araya gelen “kişileşmiş soyutlamaları” koyar. (Tin: evreni açıklamak için her şeyin özü, temeli veya yapıcısı olarak benimsenen madde dışı varlık. ) Felsefe yapmanın bu iki evresini birbirine bağlayan şey temel önemdedir: Her iki durmada da, insan tini, Evren’in başı ve sonu üzerine, fenomenlerin üretim nedenleri üzerine, “içkin doğaları” üzerine düşünür. Aslında metafizik düşünce biçimi, teolojik yöntemin basitçe değişimden başka bir şey değildir. Fenomenlerin nedeni olarak Tanrı’yı değil de Doğayı gören insan tini, kuşkusuz, soyutlamada bir ilerleme göstermişti; ama, başlangıçtaki insanbiçimci cevaplarından kopmuş olsa da, aynı soruları soramaya devam etmiştir. Comte, “ metafizik, gerçekte, öz itibariyle, bir tür teolojidir; yıkıcı basitleştirmeler tedricen gücünü kesmiştir” demiştir. (Fenomen: Felsefede somut, algılanabilir ve denenebilir olay ve nesne demektir. Bir nesne, olay ya da sürecin nesnel gerçekliğini vurgulayan bir ifadedir.)
Metafiziğin tedrici tarihsel rolü, yine de, insan tinini olgucu duruma erişmeye hazırlamak olacaktır. Böylece, gerçekte “entelektüel devrim“ aracılığıyla, kökten yeni bir felsefe yapma yöntemi ortaya çıkar. Tinin kendisine sorduğu sorular bile değişir. Evrenin başlangıcı ve sonu üzerine, fenomenlerin üretim nedenleri ve içsel doğaları üzerine kendini sorgulamaktan vazgeçer. Bu türlü sorulara tatminkar biçimde cevap verebilecek tek şey olan mutlak kavramları oluşturmanın imkansızlığını kabul eder. Dolayıyla, tin en eski itkisine karşı çıkar. Artık fenomenleri nedenleriyle açıklamaya çalışmaz, bunların fiili yasalarını keşfetmeye kalkışır; gözlenen olgulardan yola çıkarak değişmez ardışıklık ve benzerlik ilişkileri saptar. Nihayet, bu yasaların sayısını mümkün olduğunca azaltmaya çalışır. Dolayısıyla, “olgucu sistemin kusursuzluğu gözlemlenebilir çeşitli fenomenlerin tümünün tek bir genel olgunun özel durumları olarak temsil edilebiliyor olmasıdır.
Kaynaklar
1. Domınıque Lcourt: Bilim Felsefesi. Türk: Işık Ergüden. Dost Kültür Kitaplığı 29)
2. Sigmund Freud: Totem ve Tabu, s:14. Çev
3. İ. Zeki Eyüpoğlu: Bütün Yönleriyle Bektaşilik, S: 47
4. Ord. Prof. Landnderber : Gılgamış Destanı. Muzaffer Ramazanoğlu, s: 18. )
5. Colatte Estin, Helene Laporte: Yunan ve Roma Mitolojisi. Türk: Musa Eran. TÜBİTAK
6. Jastein Gaarder: Sofinin Dünyası .
7. Cemal Yıldırım: Bilimin Öncüleri. TÜBİTAK
8. Domınıque Lecourt: Bilim felsefesi.
9. Platon: Sokrates’in Savunması
Dr. Sadık Top (Gacceygaripoğlu
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.