- 46 Okunma
- 1 Yorum
- 3 Beğeni
Safiye’nin Ucu Yanık Anıları
Safiye’nin Ucu Yanık Anıları
Orta yaşı geçmişti Safiye. Kolay geçmeyen hayatı Safiye’yi olduğundan yaşlı gösteriyordu.
Zalim babası karışık işlerinden dolayı daha on sekizinde olan kızını Sincap Hasan’a peşkeş çekmişti. O günden sonra Safiye’nin hayatı zindana çevrilmişti. Babasına öfkesi gönlünde günden güne artmış ayyuka çıkmıştı.
Yakın bir köyde yalnız yaşıyordu babası. Hasta olduğunu duyduğunda gidip görmek istemedi. Daha sonra öldüğünü komşulardan duymuştu. Yine içine garib bir hüzün tortusu çöktü. Çok duygusal olan Safiye’yi hayat, soğuk bir nevaleye çevirmeyi kusursuz becermişti.
Sincap Hasan mendeburun biriydi. Sevgi ve saygıyla hiç tanışmamıştı. Safiye’yle, elinde kocaman bir bilye gibi oynuyordu. Kimsesiz olan Safiye “Annem yaşasaydı hayatım böyle olmazdı” diye bazen düşünmeden edemiyordu. Bir ağabeyi vardı kendinden üç yaş büyüktü. O da babasının yolunu seçmişti. İlişkileri hiç iyi olmamıştı.
Sabah evden çıkarken Hasan eve geç geleceğini, şehire ineceğini söyledi. Yıllardır ahırda samanların içinde sakladığı bez torbayı çıkardı Safiye. Üzerindeki samanları eliyle temizledi. Göğsünün üzerine özlemle basıp sevdi.
Gün aşmıştı. Gece lacivert karanlığını dağların üzerine göndermişti. Gökyüzüne baktığında ayın ışığı ortalığı aydınlatıyordu. Zemheri soğuğu doruktaydı. Üstüne kalın kıllı kabanını aldı. Bir eline küçük odun saplı küreği, diğer eline torbayı ve feneri alarak ufak patika bir yoldan yakındaki ormana doğru yürüdü.
Etrafına bakındı. Karışık kuş seslerinin ötüşünden başka kimseler yoktu. Torbayı yere bıraktı. Küçük küreğiyle toprağı kazmaya başladı. Sabahtan yağan yağmur toprağı yumuşatmasıyla kazmakta zorluk çekmedi. Elini çabuk tutmalıydı. Sincap Hasan gelmeden eve dönmesi gerekti. Kızdırılmaya hiç gelmezdi.
Yarım metreye yakın eştiği çukurun içine torbayı, tekrar kalın naylona sararak çukura bıraktı. Üstünü toprakla örttü. Küreğin altıyla düzledi. Giyindiği lastik çizmelerle yeri tepeledi.
Yerden topladığı sarı yaprakları toprağın üzerine serpti. Bir de az ileride duran büyük taşı getirip koydu. Değerli bir şeyini kaybetmiş duygusuyla üzgündü Safiye. Küreği ve feneri alarak evinin yolunu tuttu.
Sincap Hasan’ı hiç sevmemişti Safiye. Sevilecek huyu yoktu zaten. Gençliğini ve hayatını bu sinsi, pos bıyıklı adamın yanında bitirmişti. Bunca yıl öyle bir adama kadınlık görevini getirmekte ayrı cabasıydı.
Safiye son defa ormana buğulu gözleriyle baktı. Torbayla beraber yüreğini de bırakmıştı orada. Kalbinin derin yerindeki heyecanı eriyip boşluğa düşmüştü. “Sahipsizliğin ve fakirliğin gözü kör olsun” dedi. Tutunacak bir dalı yoktu. Allahtan bir evladı olmasını çok dilemişti. Velakin çocuğu olmadı.
Otuzlu yaşlarındaydı Safiye. Marangozcu Feyzi ile aşkları evinde kırılan kanepeye borçluydu. Feyzi kırılan kanepeyi götürmek için Safi’nin evine geldiğinde başlamıştı her şey. İlk bakışta hoşlanmışlardı birbirinden. Sevgileri uzun yıllar mektuplaşarak devam etti. Küçük Anadolu kasabasında aşikar yaşanmazdı böyle şeyler. Hele evli biri için hiç düşünülmezdi. Köy enstitünde okuma yazma öğrendiği için Safiye kendini çok şanslı ve mutlu hissetti. Gizli mektuplaşmak aşkların en güzeliydi. Mektuplara tüm saklı duygular direm direm dökülürdü.
Akşam üzeri köyün tüm kadını ve kızları çeşmeye suya giderlerdi. Köyde genç bekar erkekler, kadınları ve kızları görme manasıyla sokağa çıkar, yürüyüş yaparlardı. Gençlerin aşkları evlilikleri genel olarak böyle başlardı. Safiye’de bakır bakraçlarını doldurup eve dönerken, Feyzi ilk mektubunu önüne kimseye çaktırmadan atmıştı. Safiye çok şaşırmış halde alıp ayakkabısının içine koydu. Böyle başlamıştı bu umutsuz sevdanın mektupları işte.
Safiye hemen okuyamazdı bu mektupları. Hasan’ın olmadığı zaman gaz lambasını eline alır ahıra giderdi. Açardı buruşmuş kâğıdı titrek elleriyle. Okurken çok karışık ruh haline bürünürdü. Feyzi her satırında sevdiğini anlatmaktan hiç bıkmıyordu. Bir mektupta “Kaçalım seninle Safiye. Artık sensizliğe dayanamıyorum” diyordu. Safiye Hasan’dan çok korkuyordu. Eli uzundu. Nereye gitse bulacağını bilirdi. Safiye “Yok olmaz. İkimizi de öldürür Hasan” diye mektubunda yazmayı unutmadı.
Günler ayları aylar yılları kovalamış böyle gitmişti. Safiye bir yaz günü işten güçten yorulmuş havludaki kanepeye oturdu. Eline ayna ve tarağını aldı. Başörtüsünü çıkarıp saçlarını taradı. O eski gür siyah saçlarının azalıp beyazlaştığına tanık oldu. Aynayı üzülerek yere bıraktı. Ne zaman ağarmış bu saçlar, o güne kadar farkına varmamıştı bu ağaran saçların.
Günlerden bir gün Feyzi’nin çeşme yakınlarına gelmediğini gördü. Bir iki gün derken haftalar geçti. Kurt Safiye’nin yüreğine düşmüştü. Bu hayıra alamet değildi. Komşusu Esma kadından Feyzi’nin amansız hastalığa yakalandığını duydu. Ne diyeceğini bilmeden başını öne eğdi, kelimeler boğazında sıra sıra düğümlendi. “Yazık öyle mi” dedi. Eve geldiğinde Hasan, karısının yüzünün sapsarı olduğunu gördü.
“Ne oldu kadın sana” derken işaret parmağı ile dişlerini karıştırıyordu Hasan.
“Yok bir şey! Kalbim sıkıştı su taşırken” deyip odasına geçti.
Safiye o geceyi uykusuz geçirdi. Sabahı zar zor etti. Hasan erken kalkıp gitmişti yine. Safiye odunları aşağıdan getirip ocağı yaktı. Tarhana çorbası yaptı. Yemeklerini çok güzel yapardı. Hasan Safiye’nin yemek marifetini köyün kahvesinde öve öve bitiremezdi. Safiye mor çiçekli elbisesini giyindi. Esma kadının yanına gitti.
“Esma abla seninle beraber Feyzi’yi ziyaret etsek. Bir geçmiş olsun diyelim. Hasta ziyareti sevaptır” dedi. Esma ile giderse Hasan da bir şey demezdi. Esma kadın “ Çok iyi düşünmüşsün ben de börek yaptım. Zaten sana gidelim demek için gelecektim” dedi.
Safiye, Esma ve iki komşu daha katılıp Feyzi’nin evine ziyarete gittiler. Kapıyı dövdüler. Ses çıkmayınca Esma kapının kolunu çevirdi. Feyzi odanın sağ tarafında yatakta yatıyordu. Yanında annesi ve ablası üzerini değiştiriyorlardı. Havlıda beklediler. Kıyafet işlemi bitince hastanın yanına geçtiler. Feyzi Safiye’yi görünce kırık manasız bir gülümseme dudaklarından kıvrıldı. Hepsi geçmiş olsun dileklerinde bulundu. Yatağın yanına yemekleri bıraktılar.
Safiye sakin görünmek için çabalıyordu. Feyzi’yi zayıflamış buldu. Üzüntüsü tarifsizdi. Evde ablası annesi etrafında dört dönüyordu. Bakanı var diye Safiye içinden sevindi. “Allahım şifa versin” deyip Feyzi’nin yanından Safiye ve komşular hep beraber ayrıldılar.
Safiye’nin mektupsuz geçen günleri yüreğini dağlıyordu. Mecali yoktu Feyzi’nin artık mektup yazmaya. “Doktor evine götürün. Yaşadığı kadar yaşasın”. Çok geç kalındığını itiraf etmişti.
Soğuk yağmurlu bir mart sabahı köyün içine Feyzi’nin ölüm haberi yayıldı. Safiye samanlığa girip hıçkıra hıçkıra ağladı. Sonra Safiye, Esma kadın ve diğer komşular cenaze evine gittiler. Safiye’nin derin üzüntüsü iliklerine kadardı. Lakin dışarıya metanetli görünüm sergilemek zorundaydı. Hiç bir şey göründüğü gibi değildi.
Annesi ve ablası uzun ağıt yaktılar. Her şey çar çabuk oldu. Feyzi toprağına huzur içinde kavuşmuştu. Safiye kökten yalnız kaldı. Dünyası başına yıkıldı.
Aradan bir kaç ay geçmişti. Safiye samanlıktan torbayı çıkarıp ormana gömdüğü gün, Feyzi’nin ölüm günüydü. Ucu yanık anıları saklamak kendine iyi gelmiyordu. Feyzi’nin umutsuz aşkından kurtulmayı artık içten istemişti. Gönlü önüne bakmaktan yanaydı.
Feride Temel
18-11-2024