- 231 Okunma
- 0 Yorum
- 2 Beğeni
BİLİM VE ÖZGÜRLÜK YOLUNDA HAYATINI VERENLER
SOKRATES MÖ 469 – MÖ 399 yıllarında Atina’da yaşamış olan bir Yunan filozofudur. “Kimseye hiçbir şey öğretemem, sadece onların düşünmelerini sağlayabilirim” onun insanlara nasıl faydalı olabileceğini gösteren sözlerinden sadece birisidir.
Üstelik sık sık “Kendini tanı” söylemi ile insanlardaki öz benlik duygusunu açığa çıkarmak istemiştir. Bunun yanında kendini tanımaktan maksat insanın içe bakışta kaybolması değildir, bu, insanın yeteneklerinin ve sınırlarının bilincine varmasıdır.
“Ne kadar az bildiğinin bilincine var!” Fazilet ruhun güzelliğidir.X
Platon’un “Sokrates’in Savunması” adlı eserinde anlattığı kadarıyla, Sokrates, şehrin tanrılarına inanmamak, onların yerine başka tanrılar koymak ve böylece gençliği zehirlemekle suçlanmıştır. Böylece bu suçlamalar sonucunda ölüme mahkûm edilmiştir. Rivayete göre, ölmeden birkaç saat önce vedalaşmak için eşi yanına gelir. Eşi bu sırada ağlar ve “Ah, bu kötü adamlar seni haksız yere öldürecekler” der. Sokrates ise karısına şöyle cevap verir:
“Evet, haksız yere öldürecekler, haklı yere öldürseler daha mı iyiydi?”
Sokrates kendini bilmenin güçlülüğünü bilen ama bunun önemli ve mümkün olduğunu da hatırlatan önemli bir düşünce insanıdır. O, erdemi söylemlerine uygun yaşayarak göstermiş bir filozoftur, bir aydındır. Ancak Sokrates hayatı boyunca inandığı ve taviz vermeden savunduğu düşünceleri uğruna ölüme gitmiştir.
HYPATİA (370-415) yıllarında yaşamış filozof, matematikçi ve astronomide başarılı bir bilim kadınıdır. Dönemin ünlü matematikçisi Theon’un kızıdır. Hypatia, Atina’da eğitimini aldıktan sonra 400 yılına doğru İskenderiye’ye dönmüş ve İskenderiye Kütüphanesi’ndeki Platon Okulu’nda dersler vermeye başlamıştır.
Hypatia, Roma’nın yavaş yavaş çökmeye başladığı, karmaşık bir dönemde yaşamıştır. Bu dönemde genel eğitim seviyesi çok düşüktür, bilgiye ulaşmak zahmetlidir, mesafeleri aşmak çok zordur. Kısacası bu dönem ortaçağın göbeğidir ve Hypatia bilime yaptığı katkılarla o döneme ışık olmuştur. Doğayı mantık, matematik ve deney ile açıklamaya çalışmıştır.
Bu çalışmaları nedeniyle İskenderiye piskoposu Cyril tarafından şeytan veya cadı olduğu ilan edilmiş ve İncil’den ayetler gösterilerek halk Hypatia’ya karşı kışkırtılmıştır. Savunmasız bir halde okulun kapısında yakalanıp, taşlanıp, işkence ve linç edilerek 45 yaşında öldürülmüştür.
Tarihçi Socrates Scholasticus bu cinayeti şöyle tasvir eder:
“Hypatia’yı iki tekerlekli bir at arabasından zor kullanarak indirdiler. Caesarium adını verdikleri kiliseye götürdüler ve şiddet kullanarak soydular. Sonra yüzünü tahrip ettiler ve son nefesini verene kadar ellerindeki keskin deniz kabuklarıyla vücudunu parçaladılar. Gözlerini oldular. Sonra bedenini dört parçaya ayırdılar ve bu dört parçayı Cinaron diye adlandırdıkları yere götürdükten sonra yakıp kül ettiler.”
PİSAGOR, Pythagoras , MÖ 570 – MÖ 495 yılları arasında yaşamış olan İyonyalı filozof, matematikçi ve Pisagorculuk olarak bilinen akımın kurucusudur.
Matematik ilminin atası sayılan Pisagor, matematiksel ispat düşüncesini ortaya atan ilk bilim insanıdır. Ona göre aksiyomlar her şeyin temelidir. Pisagor’un en önemli buluşu ve kendisini tanınır kılan görüşü ise Pisagor Teoremi’dir.
Ayrıca Pisagor, Dünya’nın yuvarlak olduğunu iddia eden ilk bilim insanıdır. Akşam ve sabah yıldızı olarak adlandırılan yıldızların da Venüs gezegeni olduğunu keşfetmiştir. O dönemlerde hakim olan Güneş’in Dünya etrafında döndüğü görüşüne de karşı çıkmıştır ve Dünya’nın Güneş etrafında döndüğünü savunmuştur.
Bilimsel felsefe adına kurulan bu okulun din ve bilim üzerine yaptığı çalışmalardan rahatsızlık duyan halk okulu ateşe vermiştir. Pisagor ve öğrencileri diri diri yanarak hayatlarını kaybetmişlerdir. Pisagora ve oluşturduğu ekole ait birçok belge de bu yangında yok olmuştur.
ANTOİNE-LAURENT LAVOİSİER (d. 26 Ağustos 1743, Paris–ö. 8 Mayıs 1794, Paris) Fransız bir kimyacıdır.
1794’te solunum üzerinde deneylerini yaparken, Lavoisier, Devrim Mahkemesi önüne çağrılmıştır. İki suçlamaya hedef olmuştur: Devrim karşıtı olarak karalanan aristokrasiyle ilişkisi ve vergi toplamada yolsuzluk. Zira Lavoisier topladığı vergilerin küçük bir bölümünü laboratuvar deneyleri için harcamıştır.
51 yaşında iken, “devrim” adına giyotine maruz kalmıştır. Lavoisier, boynunun vurulmasını beklerken kitap okuyordur. Cellat, onu giyotine götürmek için yanına geldiğinde, Lavoisier, nerede kaldığını unutmamak için okuduğu kitabın arasına bir kitap ayracı koymuştur.
GİORDANO BRUNO (1548-1600 İtalya). İtalyan filozof, rahip, gökbilimci ve okültistdir. Rönesans felsefesini biçimlendiren filozofların en önemlilerinden biridir ve şair yönüyle de edebiyata en yakın duranıdır.
Aristotelesçi kapalı evren görüşünden ilk sıyrılanlar arasında yer alan İtalyan filozof, Kopernik’in tezini savunmuştur. Evrenin sonsuz ve eşdağılımlı olduğunu ve evrende, dünyadan başka birçok gezegenin bulunduğunu söylemiştir
Dinsizlik ile suçlandığı için hiçbir yerde kalıcı olarak yaşayamamış, sürekli gezmiştir.
Sekiz yıl hapiste kalarak tanrıya saygısızlık, ahlaksız davranış ve dinden çıkmak suçlarından soruşturulmuş ve yargılanmıştır. Uzun bir yargılamanın sonunda Hristiyanlık’ın ünlü ilkesine göre, “kanı akıtılmadan eziyet edilerek öldürülmesine” karar verilmiştir. Ölüm kararını Bruno’ya bildiren yargıç, ondan şu cevabı almıştır:
“Ölümümü bildirirken siz benden daha çok korkuyorsunuz”
Kilisenin bu kararı, Roma’da Campo dei Fiori meydanında 17 Şubat 1600 de Bruno’nun diri diri yakılması ile yerine getirilmiştir.
HALLAC-I MANSUR; Asıl adı "Ebû’l Moğıt Huseyn bin Mansûr bin Mehemmed Beyzâvvî" idi. Babasının mesleğinden dolayı “Hallâc” lakabını aldı.
Hallâc’ın Allah’ta eriyip yok olmak anlamında söylediği "En-el Hak", yani "Ben Hakk’ım" sözü bahane edilerek 912 yılında tutuklandı.
Hallâc’ın savunduğu Tâsîn tevhîd akîdesinin özü olan "Fî" ve "An" kavramı Vahdet-i Vücud’daki "Her şey Allah’tır" akîdesinden farklı olup, "Her şey Allah’tadır ve her şey Allah’tandır" anlamına gelmektedir.
Kendisinden sonra gelen ve "Yetmiş iki millete bir gözle bakmak" gibi sözlerle tüm farklı inanç ve kanaatleri ötekileştirmeyen Yunus Emre gibi sûfilerde görülen kucaklayıcı, anlamaya dönük yaklaşımın kökleri Hallac-ı Mansur’a kadar uzanmaktadır.
Hallac’a göre Tanrı dahi kulunun sınırlılığını bilip buna göre ona muamele edecektir. Yine ondan aktarılan şu satırlar onun Tanrı ve insan arasındaki ilişkiye bakışındaki geniş perspektifi ortaya koymaktadır: "Yeryüzünde hiçbir imansızlık yoktur ki, altında iman saklı olmasın; itaat yoktur ki, altında kendinden büyük isyan saklı olmasın ve kendini tamamen ibadete adama hali yoktur ki, altında saygıdan feragat hali olmasın; sevmek iddiası yoktur ki, altında edepsizlik saklı olmasın. Fakat ulu Tanrı, kullarına istidatlarına göre muamele eder.
Vezir Hâmid b. Abbas tarafından idam isteğiyle tekrar hakimler heyetinin önüne çıkarıldı. Delillerin yetersiz olduğunu söyleyen hakimler idamı için hüküm vermekten kaçındıklarından mahkeme uzun sürdü. Fakat Vezir Hâmid’in ısrarlı takibi ve baskısı karşısında Mâlikî kadısı Ebû Ömer Muhammed b. Yûsuf el-Ezdî idamına hükmetti. Hanefi kadısı İbn Bühlûl’ün muhalefetine rağmen bu hüküm diğer kadılara ve şahitlere imzalatıldıktan sonra Halife Muktedir-Billâh tarafından tasdik edilince Hallâc, 26 Mart 922 tarihinde Bağdat’ın Bâbüttâk denilen semtinde önce kırbaçlandı; burnu, kolları ve ayakları kesildikten sonra idam edildi. Başı kesilerek Dicle üzerindeki köprüye dikildi; gövdesi yakılıp külleri nehrin sularına savruldu. Kesik başı iki gün köprüde dikili bırakıldıktan sonra Horasan’a gönderilerek bölgede dolaştırıldı.
Hallâc’ın idam fetvası dini olmaktan çok siyasi bir karar olup ancak siyasi baskılar ve entrikalar sonucunda çıkarılabilmiştir. Onun büyük bir üne sahip olması, çevresinde çok sayıda mürid toplaması, sarayda ve yüksek rütbeli devlet adamları ve kumandanlar arasında bile taraftar bulması, Zenci Kölelerin İsyanı’na sıcak bakması, "Mehdi olduğu ve Abbasiler’e karşı Karmatiler’le gizlice iş birliği yaptığı yolunda söylentiler çıkması devlet adamlarını endişelendirmiş, bu yüzden baskı altında çalıştığı ileri sürülen bir hakimler kurulundan fetva alıp idamı gerçekleştirmişlerdir.
ŞEHÂBEDDİN SÜHREVERDÎ (27 Ocak 1154 - 26 Eylül 1191), İranlı İslam filozofu ve işrakilik isimli fikrî akımın kurucusu.
Sühreverdî âlemi dikey bir düzlemde açıklar, onun bu yön sisteminde Doğu maddiyetten tamamen sıyrılmış saf ışık ve meleklerin mekânı; Batı ise maddiyetin dünyasıdır. Bu iki yönün tam ortasında ışık ile karanlığın birleştiği noktadır. Bu kutsi yön - kutsi düzen düşüncesi büyük oranda Antik Pers kaynaklarından etkilenmiştir.
Sühreverdî ışığı, nûr, hakikatin cevheri olarak tanımlamıştır. Ona göre kavrama ışığın bir şuur aydınlığı oluşturmasıyla oluşur ve eşyayı kavramamızı sağlayan ışıktır. Fakat doğrudan ışık ile hâsıl olan bilgi, Tanrı katından geldiği için, insanüstüdür. Hem Eşariliğe hem de mutezile ekolüne ters düşmüştür.
Sühreverdî’nin bu düşünceleri Sünni çevrelerce ve belli başlı itikad mezheplerince, İslam akidesine ters düştüğü gerekçesiyle tenkit edilmiş ve din dışı sayılmıştır.
Eğitiminin ilk yıllarında Sühreverdî Meşşâi ekole yakınlık duymuş, bu konuda kendisini geliştirmiş ve bazı eserler kaleme almıştır. İlk zamanlardaki bu eğilimini daha sonra kendi felsefesi olan işrâkîliğe dair yazdığı eserlerde de belirtmiştir. Eğitimini tamamladıktan sonra birçok bölgeyi ziyarete gitti ve dönemin bazı önemli isimleriyle fikir alış verişinde bulundu. Bu sıralarda felsefesinin temelini oluşturacak çeşitli deneyimler yaşadığını açıklamıştır. Yine bu sıralarda adı duyulmuştu, saray çevrelerine yakınlaşmıştı ve birçok önemli devlet adamına ders verdi.
Anadolu’da yıldızı parlamaya başlayan Sühreverdî’nin başarısı çeşitli kimselerin ona karşı çıkmasına yol açmış ve sonuç olarak öldürülmesi gerektiğini savunan birçok kişi ortaya çıkmıştı. Sonunda bir Halep fakihlerinin kararıyla Sühreverdî, 37 yaşındayken 1191’de idam edildi.
NESİMİ; İmadeddin Nesimî (d. 1369, Şamahı - ö. 1417, Halep), 14. yüzyılda yaşamış Hurûfi meşrep Azerbaycanlı divan şairi. Alevilik ve Bektaşilikte Yedi Ulu Ozan’dan birisi olarak kabul edilir.
Şiirlerini Hurufilik inançlarını yaymak için yazdığı ve bu inancı yaymak için Azerbaycan, İran ve Arap ülkelerine gittiği; I. Murad Hüdavendigâr döneminde Anadolu’da Osmanlı topraklarına da gelmiştir.
Azerbaycan’dan ayrılıp Türkçe şiirleriyle tanındığı Anadolu’ya gelen Nesimi’nin, I. Murad devrinde Bursa’ya ulaştığı ve burada iyi karşılanmadığı anlaşılmaktadır. Kendisinin de Hacı Bektaş-ı Veli’den etkilendiği ileri sürülmektedir.
Nesimi’nin fikirleri ve şiirleri günümüz Türkçesine uyarlandı. Günümüzdeki şairlerce de dile getirildi. Onun hayata bakışı ve felsefesi onun ağzından şiirlerde yaşatıldı;
Har içinde biten gonca güle minnet eylemem
Arabi’yi, Farisi’yi bilmem, dile minnet eylemem
Sırati müzre müstakim gözetirim rahimi
Zalimin talim ettiği yola minnet eylemem
Bir acayip derde düştüm herkes gider karına
Bugün buldum bugün yerim, hak kerimdir yarına
Zerrece tamahım yoktur şu dünyanın varına
Rızkımı veren Hüda’dır kula minnet eylemem
Ey Nesimi, can Nesimi ol gani mihman iken
Yarın şefaatlerim Ahmedi Muhtar iken
Cümlenin rızkını veren ol gani serdar iken
Yeryüzünün halifesi hünkâra minnet eylemem.
(Uyarlama: Ahmet Aslan)
Nesimî şairlik gücünü fikirlerini yaymak için kullandı. “Tanrı’nın insan yüzünde tecelli etmesi” ve “vücudun bütün organlarını harflerle izah” gibi fikirleri dönemin dini yetkililerince tepkiyle karşılandı. Bir süre sonra Halep uleması, görüşlerinin İslam’a aykırı olduğunu ileri sürerek öldürülmesi için fetva verdi. Mısır Çerkes kölemen hükümdarı Muavyed Şeyh’in onayını alan saltanat naibi Emir Yeşbek tarafından boynu vurulup derisi yüzülmek suretiyle 1417 yılında öldürüldü. Cesedi Halep’te 7 gün teşhir edilmiş, sonrasında vücudu parçalanarak birer parçası inançlarını bozduğu düşünülen Şehsüvaroğlu Ali Bey’le kardeşi Nâsırüddin ve Kara Yülük Osman Bey’e gönderilmiştir.
***
Kâtip Çelebi’de felsefeye olan düşmanlığın sonuçlarını şöyle değerlendirir: “Anadolu fethedildikten sonra ilim pazarı çok verimli ve kârlı bir şekilde çalışıyordu. O çağlarda bir âlimin değeri şer’î ve felsefi ilimlerdeki bilgilerine göre idi. O zaman el-Cami beyne’l hikme ve’ş-şeria adı verilen felsefe ile dini bilgileri nefsinde toplayan ve birleştiren âlimler vardı. Çöküş dönemine girilince, ilim meltemi ve rüzgârı esmez oldu. Bazı müftülerin felsefe okunmasını yasaklamaları ve halkı Hidaye ve Ekmel okumaya yöneltmeleri ilmin gerilemesine yol açtı. Netice olarak ilim, şekle ait pek az kısmı müstesna tamamen yok olup gitti. Anadolu’da ilmin yok olup gitmesine bu gibi müftüler sebep olmuşlardı. İbn-i Haldun’un da işaret ettiği gibi, bir devletin çöküşünün alametlerinden biri de bu durumdur”
Bugün Müslümanlar tarafından büyük bir övgüyle sahiplenilen ve daha çok tıp alanında yaptığı çalışmalarla tanınan İbn-i Sina da yaşadığı dönemde büyük sıkıntılar yaşamıştır. Üstelik O’na bu sıkıntıları çektiren isimlerden biri de Müslüman lider Gazneli Mahmut’tur. Öyle ki İbn’i Sina adı geçen ismin gazabından kurtulmak için arkadaşı Ebu Sehl el-Mesihi ile birlikte yaşadığı ülkeyi bile terk etmiş; bu kaçış esnasında matematik ve tıp alanındaki çalışmaları ile bilinen Ebu Sehl el-Mesihi susuzluktan ve açlıktan Harizm çölünde hayatını kaybetmiştir. Gazneli Mahmut’un tarihe bıraktığı tek kara leke bu da değildir. Örneğin Astromi alanında uzman olan Biruni’nin hocası Abdüssamed’te dinsiz olduğu ve Karmatiliği kabul ettiği gerekçesiyle Gazneli tarafından öldürülmüştür. Kimi kaynaklar Biruni’nin de benzer gerekçelerle Gazneli tarafından hapse attırıldığını yazar. Nihai olarak Matematikçi Harezmi ile İbnu Heysem (11.yy) ve psikoloji, biyoloji, tarih çalışmalarıyla adını duyuran Cahız da (9.yy) dönemin din adamları ve kadıları tarafından kafir ilan edilmiştir. (Yazar Aydın Tolga’nın derlemeleri)
Ya ülkemizde sırf düşünceleri için öldürülen aydınlar! Onları bir başka yazımızda ele alacağız.
Aydınlık için hala bedel ödenmeye devam ediliyor.
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.