- 164 Okunma
- 1 Yorum
- 1 Beğeni
Görülmeyen Emek Duyulmayan Ses
Yol, Çukurova’dan Amik Ovası’na doğru uzanıyordu; güneşin kavurduğu pamuk tarlaları boyunca ilerliyorduk. Tarlalar, sıcağın altında adeta eriyen insanlarla doluydu. Simsiyah yanmış, çatlamış eller, kurumuş dudaklar… Yorgun gözlerle toprağa gömülmüş bu insanlara biraz daha yakından bakmak istedik. Bir mola verdik. Yanlarına yaklaştıkça, terle ıslanmış, güneşle kavrulmuş yüzleri daha da belirginleşiyordu.
“Haliniz nedir, ne yapıyorsunuz burada?” diye sorduk naif bir merakla. Seslerindeki acı ve isyan bizi sarstı: “Anamızı sırtımızda taşımaya artık dermanımız kalmadı,” dediler. Dizleri titreyen, gözlerinde çaresizlik okunan bu insanlar, en büyük korkularını fısıldadılar: “Ya anamız, bu çileli yürüyüşte ölürse? O zaman gözleri açık gitmez mi, bu çektiğimiz acıları görmeden…”
Sözleri öyle ağır, öyle içten geldi ki, yüreğimize bir ateş düşürdü. Ama biz ne yaptık? Elbette ki içimizde bir boş vermişlikle, kuru bir gülümsemeyle cevap verdik: “Boş verin be, bu kadar büyütmeyin meseleyi.” Onlar ise sanki bu sözleri ciddiye alırmış gibi, gözlerini kısıp, anlamaya çalıştılar. Yüzlerinde buruk bir ifade belirdi; yıllardır söylediklerine kimsenin kulak asmamış olmasının o tanıdık burukluğu…
Bir tanesi, toprağa saplanan elleriyle bana döndü: “Ağabey, ne diyorsun? Dizlerim artık tutmuyor tarlalarda didinmekten,” dedi. Sesinde bir çaresizlik vardı; sanki toprak onu kendine çekerken, onun bu isyanı da havada kalıyordu. Ama ben ne yaptım? Tabii ki kaçınılmaz olanı: "O zaman ananı da al git ulan!” dedim. Kafam iyice bozulmuştu; ne yapabilirdim ki? Bir bu konuşuyor, bir öteki. Herkes derdini bizim sırtımıza yıkıyor. Onların dertlerini dinleyip çözmek zorunda mıyız? Zaten biz onların her sorununa bir çözüm sunmuşuz! Ama nafile… Hep daha fazlasını istiyorlar.
Bunlar zaten hep böyleydi. Ne yapsak yaranamazdık. Onlara traktör gönderdik, ama tarlalarda batırdılar. Kamyon krikosu verdik, yine bataklıktan çıkamadılar. Biz her yolu yapıp düzeltiyoruz, ama onlar her defasında bir şekilde çamura saplanıyor. Artık dedim ki, “Bunları susturmanın bir yolu olmalı.” Yoksa bu sürekli şikayetler, bitmek tükenmek bilmeyen isyanlar, başımızı daha fazla ağrıtacaktı. 4. Murat gibi mi yapsak, diye düşündüm; belki de ağızlarına kazık çakmak lazımdı ki bir daha konuşmasınlar!
Ama işler hiç de beklediğimiz gibi olmadı. Bir gün köylülerin başkanını, şu Nevşehir’deki çobana gönderdik, bir dertleri var mı baksın diye. Bize ne faydası oldu? Çobanın koyunları gibi bu çiftçiler de tekrar şikayet etmeye başladı. Her şey aynıydı: “Bizi niye unuttunuz? Biz bu toprağın emekçisiyiz, bizim de hakkımız var,” demeye başladılar yine.
Oysa biz hep onlara yardım ettik, değil mi? Ne yapsak yaranamadık. Hep yeni bir sorun, hep yeni bir şikayet. Ama aslında içimden geçeni söylemedim, söylemeye de çekindim. En iyisi, şu çiftçilere şunu demekti: “Yeter artık be! Ananızı da alıp gidin, kendi başınızın çaresine bakın!” Ama olmadı. Bu kadar yıldır onlarla uğraşıp duruyoruz. Bir yandan kendimizi savunuyoruz, bir yandan da bu çiftçilerin bitmeyen dertleriyle boğuşuyoruz.
“Her şey sizin için,” dedik, ama nafile. Biz yolumuzu asfaltladık, gökdelenlerimizi diktik, dünyayı kendi etrafımızda döndürdük. Onlar mı? Onlar hep aynı yerde kaldı. Sanki biz onlara bir iyilik yaparken, hep daha fazlasını beklediler. Ama gerçek şu ki, bu yolları birlikte yürüdük, bu yağmurlarda birlikte ıslandık. Bizim payımıza sefa düştü, onların payına ise cefa…
Bir gün yolculuğum sona erdi. Gözlerim kapanırken, ne olduğunu anlamadım. Yolun sonunda arabamız, karşıdan gelen silindirin altında kaldı. Ondan sonrasını hatırlamıyorum. Görgü tanığı mı? Çiftçiler. Onlara sorun, anlatırlar. Belki bu defa onların sesi duyulur…
Bahadır Hataylı/20.02.2009/Çengelköy/İST