- 103 Okunma
- 1 Yorum
- 2 Beğeni
BİR DAVET BU ASUDE
Ne ilginçtir şu tarih. O denli karamsarlığın, kaosun, anarşinin ve ümit yollarının kapandığını sandığımız anda bir sayfa daha açar kendine ve yeniden yeşillendirmek üzere bir kahramanı yahut o sıfatta bir milleti davet eder kutsi bir göreve. İster kuzeyinden bakalım mevzuuya isterse güneyinden, orta halli bir dünya vatandaşının memnuniyetle barışık olmadığını, elinden gelse bir kaşık suda çoğu haddi aşanı boğmaya gönüllü olduğunu da görürüz bu engin coğrafyada şüphesiz.
Ortadoğudaki kan ve nefretin yankılarının ta Latin Amerika ülkelerinde de yankı bulduğunu, en totaliter rejimim insanlarının dahi insan öznesi bağlamında kayıtsız kalamayacakları ekonomik, askeri, dini, ırka ve sapkın dayanaklı inanışlarla beslenen bu zulme duruşları kayda değerdir. Geniş bir yelpazede daha dünlerde İslâmafobi argümanıyla bizlerin maneviyatına olan tuhaf ve arzu edilmeyen bakış, bugünlerde daha istenilen seviyelerde bir açıdan bakışa evrilmekte ise, insanların sadece insan olmaları ve her birinin doğuştan getirdikleri bazı haklarını daha özgürce yaşayabilmelerine ve böylece de evrensel anlamdaki o beklenen huzurun teneffüs edilebilmesine de olanak verecek bu gerçeklik, bütün beşeriyetin sorgulaması gereken hale de gelmiştir çoktan.
Medeniyetin en büyük ölçülerinden ve tartışmasız bir öznesi de olan “insana saygı” bir kenara itildiğinde, elinizdeki türlü ve son derece hızlı, grift teknolojilerin, son derece devasa ekonomik gücümüzün, ulaşım, iletişim ve savaş doktrinindeki ezici üstünlüğünüzün kimselere bir fayda vermediği de acı bir gerçektir. Sadece kendinden olana göre endekslenmiş, diğerlerini bütünüyle dünyanın türlü nimetlerinden uzak tutarcasına ve hatta onların olanı da almak cihetiyle ortaya konulan, kökenleri de sömürgecilik yıllarına değin dayanan bu zillet, insanlığımızı bakın ne hale getirmiştir. Öz yurdunda ikinci ve belki de üçüncü sınıf insanmış gibi yaşamaya itilen, türlü sosyal haklardan, ekonomik paylaşımın adaletinden ve en kötüsü de hukuktaki eşitsizliklerinden ötürü yaşama mücâdelesi vermeye zorlanan milyonlar da bir çıkış aramaktalar. Bu çıkışı onlara, bu davaya baş koymuş, gözünü budaktan sakınmayan, cellâdın cellâdı olabilecek yüreklilikte, ölümüne de davasının arkasında duran bir millet verebilir.
Kadim medeniyetlerin genel özelliklerini irdelediğimizde onlarda bazı tele şeylerin değişmediğini, her türlü zorlukta bu milleti oluşturan unsurların sıkı sıkıya bağlılıklarıyla büyük sınavlardan da başarı ile çıkabildiklerini ve kısacası “milli güç” de dediğimizi ve binlerce yıldan bu yana zenginleşerek gelen mirastan güç aldıklarını görürüz şüphesiz. Bu manada kökleri binlerce yıla dayanan milletlerin sayısı bir elin parmaklarından daha azdır. Bu elit sıfata hazi milletlerden biri de hiç şüphesiz Türk Milletidir. Hal bu olunca, bazı mukayeselere de gitmek gerekebilir. Arap Yarımadası başta olmak üzere, Afrika`nın kuzey sahillerinde yaşıyor bulunan Arap halkının “millet” olma vasfı bakımından daha çok yol alması gerektiği de gün gibi ortadadır. İslâm`ın çatısı altında ve cihat ivmesiyle ciddi bir yol almış olsalar da, yüzyıllardır süregelen iç çatışmalarının bitmemesi ve başkaca güçlerin de tesiri altında bulunuyor olmaları, bizdeki gibi onların da bir millet olabilme şuurunun önünde engel teşkil etmiştir Ortadoğu`daki siyasi, ekonomik ve stratejik pazarlıkların en büyük nedenlerinden biri de budur aslında. Taşımakta oldukları kutsi görevden bir hayli uzakta yaşıyor olmaları, bu coğrafyadaki insanların gözyaşı ve kan ile son derece ilişikli olmalarına da neden olmuştur kuşkusuz. Kendinden başka milletlerin insan onuru ile bağdaşmayan hallerine kayıtsız asla kayıtsız kalmamış ve kalmayacak da olan milletimiz, medeniyetler beşiği bu coğrafyanın da kaderini değiştirebilecek, kara yazgısından ferasetle kurtuluşun yolunu açabilecek yegâne millettir.
Atın üzerinde Fatih, Yavuz Sultan Selim, tefekkürde de Yunus ve Mevlânâ olabilmek her millete mahsus bir özellik değildir. Kapkara bir manzarada Afyon Sırtlarından ta 9 Eylül`ün İzmir`ini gören bakış, bu milletin bağrından çıkmıştır. Farklı coğrafyalarda ve temelde de iki ana karada yer bulan Türk ulusu, dildeki bazı sorunlarına karşın, kendine ortak Türk mirasında yer veren; büyüğe saygı, yabancıya hoşgörü, üstün misafirperverlik, damak çatlatan yemek kültürü, binicilik ve atıcılıktaki üstün meziyetleri ve hele ki vatan sevgileriyle değişmeyen bir ortaklığın paydaşıdırlar. Dilde sözü edilen iletişime dair sorunlar da aşılamayacak kadar derin değildir. Zira, binlerce yıldır Çin Halk Cumhuriyeti sınırları içinde yaşamakta olan Uygur Türkleriyle üç aşağı beş yukarı Anadolu Türkçemizle halen anlaşabiliyor olmamız da ayrıca not alınması gereken bir gerçektir. Dünya üzerinde böylesine köklü, ortak mirasça sayıyla ifade edilemeyecek kadar hacimli, dili ile de son derece derin anlamları ifade edebilen başkaca bir millet yoktur. Bu büyük toplumun, ecdadından aldığı büyük miras gereği sadece kendisi için değil, bütün insanlık adına yeniden ayağa kalkmaya ve üstün Türk Törelerini hayata geçirmesine ivedilikle ihtiyaç vardır. Her ne kadar bu büyük ülkünün hayata geçirilebilmesinde karşılıklı ilişkilerin, anlayışların, ortak çıkarların bir araya gelmesi gerekirse de, bu durum nedensellik ölçütlerini dışında, mazlum milletlerin de en büyük dileği olarak bizi bu kutsi göreve davet etmektedir. Belki de en büyük cihat budur.
Yeryüzünde Allah`ın bir sopası olsaydı, bu kesinlikle Türk`ün ; imanı, irfanı, bükülmez kolu, azmi, ölüme de cennet bahçesine koşarcasına duruş, asude bir hayat için onurlu yürüyüşü olurdu. Kâinatın yaratısından başka hiçbir güce boyun eğmeyen, zulme seyirci kalmayan, mazlumlar için gök kubbeyi dahi yıkmaya tevessül eden yatağına sığmayan seller gibi coşkun, dizginlemez bir millet daha var mıdır?
Bize rağmen zaman zuhur etmekte ve onun içinde seyrüsefer olan insanoğlu bazı şeylerin dizginini vaktinde eline almaz ise, yarınların bugünkü gözyaşlarını kurutmayacağı, akan kanı durdurmayacağı ve zulmü nihayetlendirmeyeceği de gün gibi ortadadır. İlmi ile zihinlerimize zuhur eden, fıtratın ayak izlerinden yürünmesini de mükerrer kez peygamberleri vasıtasıyla da dikte eden yaratıcı, kendisine kulak veren bir milleti de asla mazlum kılmayacak, ortaya konulan emeğin, alın terinin ve gerektiğinde de kanın karşılığında ona elbette izzetli bir makam da verecektir. Bizler için bu coğrafya bir sıkışmışlık halidir. Gürlemenin, ben de varım oyununu perde perde ortaya koymanın tam da vaktidir. Sayıca az olmamız geçmişte nasıl hezimet olmamış ise, bugün de öyle olacaktır. İmanlı yüreklerin ortak atan yüreklerini topun, merminin, hile ve düzenbazlıkların engelleyemeyeceğini bilen milletimiz, tarihten gelen çağrıya, daha net bir ifadeyle de davete asla “hayır” demeyecektir. Bu milletin varoluş nedenlerinden biri de kutsal davetin gereklerini her türlü zorluğa karşın icrâ edebilmesidir. Kendi içimizdeki ayrılıkları, hesaplaşmaları bir an önce bir kenara bırakmalı, bazı medya organlarında süreklilik arz edecek biçimde ecdadımızla ilgili ileri geri şeylerin dile getirilmesine de bir son verilmelidir. Tarihi köklerimize inmeye başladıkça, davetin neden bir farz gibi dikte edildiğine dair şuur da elbette can bulacaktır.
Sınırlarımız, coğrafyalarımız farklı olsa da aynı hilâlin gölgesinde nefeslenmekteyiz. Dostumuz da düşmanımızı da iyi tanımalı, dünyanın kaderini kendi benliklerine göre dizayn etmeye çalışan bir avuç gürûha boyun eğmemeliyiz. Bu noktada çok stratejik bir zeminde hayat süren Türk ulusunun her bir ferdinin bu bilinci kazanması için bütün çaba ortaya konulmalıdır, kanaatindeyiz. Bizler her millete ev sahipliği yapabiliriz ve fakat bize gerçek manada ev sahipliği yapabilecek büyüklükte bir milletin olmadığını da bilmek durumundayız. Zira, Türkler için şu söz daima temeldir: Vatansız kalacağımıza ölürüz. Ana-baba her ne ise, vatan da odur bizler için.
İyi ile kötünün çatışmasının bitmediği ve iyinin kazanabilmesinde de ortak şuurun son derece hayatî bir mevzuu olduğu gerçeğini doğru okur isek, Sibirya`dan Kafkaslara, oradan Çin`e, Anadolu ve Rumeli`ye değin çok geniş bir alanda hüküm sürmekte olan Türk ulusunun bütüm maddi ve manevi güç unsurlarıyla ortak davları için harekete geçmeleri, aralarındaki sorunları çözüme kavuşturmaları ve ortak bir ivme ile de sahaya inmeleri vaktidir. Üçüncü Dünya Savaşı`nın hasımlarının da yavaş yavaş belirginleştiği günümüzde geleceğin dünyasının dizayn edilmesinde söz sahibi olunacaksa, fiiliyata geçilmesi için ivedilikle planlar yapılmalı, ortaklıklarla vuku bulacak güç dosta düşmana gösterilmelidir. Tarihe mal olmuş onlarca ismiyle belleklerde yer edinmiş kadim medeniyetimiz, izleyici olmaktan çıkmalı ve kendine biçilen rolü değil, kendinin yazdığı senaryoyu sahnelemedir artık. Bizler tarihe daima yön verdik, onun akışını değiştirdik. Görev bizi yeniden çağırmaktadır.
Beklenen olmak kadar bahtiyar edebilen bir duygu yoktur yeryüzünde. Bosna Hersek`in yaylalarında, Sudan`da , Arakan`da, Filistin`de, Uygur Özerk Bölgesi`nde ve zulmün kol gezdiği kim bilir daha nerelerde medeniyetimizin sunduğu ve beşeriyette derin izler bırakan Türk`ün eli, aklı selimi ve samimiyeti ve insanlığı beklenmektedir. Sözün özü daha asude, kardeşçe, faklılıkları kavga değil zenginlik olarak gören, dini ve geleneğinden ötürü, rengi ve ekonomik durumundan kaynaklı ötekileştirilmeyen insanların hayat bulabileceği bir gerçeklik ancak bizlerle mümkün olabilecektir. Bize rağmen türlü kelime oyunları ile onlarca ulusun kanını adeta vampir gibi emen sömürge devletlerin nasıl bir dünya orta koydukları da gün gibi ortadadır. Paylaşımcı, barışçı, insana değer veren, onun değerlerine saygı gösteren, iktisadında özgür bırakan ve kısacası onurlu bir hayatı her kültür için mihenk edinmiş başkaca bir millet var mıdır?
Kötüye, çirkine, adil olmayana kat-i bir duruşla rest çeken, bu hususlarda üzerine gidildiğinde de sınırlarını aşarak devasa dalgalar gibi coşan, sayıları kale almayarak hasmına yalın kılıç hücumda gözünü bile kırpmayan bu millet, başkaca ulusların da elbette daha yalanılabilir bir dünya için beklediği olacaktır. Bizler artık bekleme modundan çıkmalı, yüce lütfuyla fıtratımıza verilen güzelliklerin yeşermesi için hayatın her sathında boy göstermeliyiz. Bu mesele bir tercih değil, tercih üstü bir durumdur, var oluşumuzun gereğidir, bizi bu mayayla yoğuran Rab`bin verdiği en asil de yükümlülüktür.
Doğruluktan şaşmasaydık, yanlışların içinde boğulmaz, ruhaniyetimiz karamsarlıkların içinde yitmezdi. Hor görmeseydik diğer kulları Yaratan`dan ötürü, dünya ulusları arasında böylesine gerilimler ve bütçeleri derdest ederek o toplumların insanlarını ağır savunma giderleri yüzünden fukaralığın, açlığın içindeki bir drama itmezdik. Küçücük yaşlarında amansız hastalıkların pençesinde yaşama tutunmaya çalışan onlarca, yüzlerce çocuğa, gence bütçede yeterli imkân yoktur söylemleri ile umutsuzluk aşılanmazdı. Sayları giderek artan ve ekonomik darboğazlardan öylesine de etkilenerek bunalıma giren milyonlarca genç, var olan potansiyellerini daha yaşanılabilir, paylaşan, üreten ve mutlu insanlardan oluşmuş bir toplum için işe koşabilirlerdi. Ne denli örnek verirsek verelim, her zeminde öne çıkmakta olan bu gerilimler, insan öznesinin ve onun ihtiva etmekte olduğu derin anlamın yeterince işlenmediği ve anlaşılamadığından hayatlarımız bu vehâmetin içinde savruluyor.
Bütün şerlerin hayra devinimi, ortak anlayışların, kavrayışların öne çıkması ve duygu yüklü nice paylaşımlarla bu zorba düzen elbette değişebilir. Biz, bu büyük ve anlamlı, derin ve unutulmaz yankılar uyandıracak değişiminin, devinimin lokomotifi olmak durumundayız. En barışsever millet olma vasfımızı her zeminde öne çıkarabilmeyi başardığımızı, hasmımızla mücadelelerimizde de onların da insan olduklarını derinden anımsatan dramatik öykülerin de mimarı olarak, bu kutlu görev bizi tarihi misyonumuzun değişmez bir gerçeği olarak milletimizi göreve davet etmektedir.
Belki de son on yıllardır dile pelesenk ettiğimiz ve sınırları da bulunmayan “ kızıl elma” mefkûremiz, bir ütopya olmaktan çıkmalıdır artık. “Kızıl Elma” öylesine büyük bir hedeftir ki, salt Türk ailesini değil, onunla birlikte bu kutlu davaya inanan bütün ulusların da ortak çıkarı ve paydasıdır. İnsanlığı el ve ayaklarından pranga altına almış ve adeta tahakkümle dikte eden güçlerin zincirlerinin ne ile kırılacağı da bellidir. Bütün zincirleri kırarak bizle birlikte bütün beşeriyet asrısaadete ulaşacaktır. Bizler buna iman etmiş, bunun için ant içmiş bir milletiz. Burada esas konu, bizi eden şeyin salt bir ırk mevzuundan öte, töremizle tüm farklılıkları bir potada kaynaştıran yüksek Türk kültürüdür. Bu bir anlayış, kavrayış, düşünüş, yaşayış ve kısacası hissediş meselesidir. Onun içindeki engin insan sevgisine, hoşgörüsüne, yardımlaşma ve dayanışma ile işbirliği ruhuna, acıma duygusuna, zulme dik duruşuna her şeyden daha öncelikli olarak bir ihtiyaç vardır. Adına ister Türk Birliği, istersek Türk`ün ayak sesleri diyelim, öfke ve baskının, anarşinin, kaosun kol gezdiği yeryüzünü yaşanabilir kılabilecek reçetenin ortak ve vazgeçilmez adı “Türk” tür. Ne mutlu Türk`üm diyene, ne mutlu Türk gibi anlayana, bakana, duruş gösterene, hissedebilene!
Oğuzhan KÜLTE
YORUMLAR
Oğuz hocam, yazınızı büyük bir imreniyle okudum. Elbette dünya insanlığı Türk'ün elini bekliyor. O el ki, asırlar ötesinden bu günlere de uzanan kutlu bir eldir aslında. Bunu tarihimizi öğrenerek görebiliriz. Günümüzün eğitim sistemi, maalesef bir takım "Soros" kıskacına düşmüş durumda. O zihniyetin temel ilkesi eğitim yoluyla Atatürk, cumhuriyet ve laik anlayışı yok etmektir. Türk dediğimiz o kutlu güç bunu iyi öğrenmelidir. Asla batı dayatmalı mali yardımlara, eğitim sistemlerine ve sosyal anlayışlara geçit vermemelidir. Bunun için milli bilincimizin yükselmesi ve gelecek nesillere bunu hakkıyla aşılayabilmelidir. Aksi halde Türk'ün kutlu gücü de kutlu davası da efsaneler arasında yok olma tehlikesiyle karşı karşıya kalacaktır. Bu yazınızı yürekten tebrik ediyorum. Saygılar selamlar usta kaleme.