- 138 Okunma
- 2 Yorum
- 1 Beğeni
ÖRTÜLÜYOR GERÇEKLİK
Tozun dumanın altındakileri net bir şekilde görebilmek, onların yankılamakta olduğu gerçekliği kavrayabilmek ne mümkündür. Yeterince içine girmeden suyu, toprağı, havayı ve insanları da tanımak tıpkı bunun gibidir, yanıltıcıdır. Önyargılar mevzuu bir yana, potansiyeli oldukça güçlü ve esin veren bir kültürün de olağanca renkleriyle etrafında hissiyatlar oluşturabilmesi için; yaşaması, beslenmesi, devamlılığı için tedbir alınması gerekir ki bir değer olarak anlaşılabilsin. Sadece cephedeki gürlüğü ile öne çıkan, misafirperverliği, mutfak lezzetleri, doğal ve tarihi güzellikleri ile insan öznesi bakımından zengin maneviyatının anlatılamamış, saklanmış ve adeta örtülmüş olması, bir medeniyet için en büyük ziyandır. Bu anlamda dünya medeniyeti de doğru tarif edilememiş olur. Öyle yukarıdan kuşbakışı bir perspektifle bakmakla veya kitabın içinden birkaç sayfa kıvırıp olayların, kişilerin iç dünyalarından yankılanan rüzgarın hissiyatını yakalamadıkça o değer hakkındaki bütün yazılı çizilenler eksik kalmaz mı?
Daha çok biz olabildiğimiz o yıllarda kendimizi daha bir güzel ifade ediyor ve dünya ile de daha barışık yaşıyorduk, düşüncesi bizi bu metni hazırlamaya itti, diyebilirim. Şimdilerde bütçe denkleştirmek denen ve herbirimiz için adeta bir eza haline gelen bu aşılmaz duvar, diğer bir deyimle hayatımızın üzerini flulaştıran bu örtü, kadim medeniyetimizin güzelliklerini yaşamaızı da onu anlatmamızı da bir hayli engellemiş durumda. Sizce de öyle midir bilemem ve fakat, yeni neslin de daha 20-25 yıl önceki gerçeklikten bile habersiz olduğunu görünce, bu uyanışın gerekliliği ve ona giden yoldaki açmazları dile getirmeye çabasına girdik haliyle.
Asırlar ve hatta binlerce yıldan bu yana görünenin, hissedilenin, bulunanın, dokunulanın ve kısacası akla ve duyulara, hatta hislere yankı uyandıran hakikatlerin arayışı hiç bitmemiştir, bitmeyecektir de. İyi de bu realiteye ulaşmak nedendir ki giderek daha bir zorlu yokuşu tırmanmayı gerektiriyor. Günümüzde öteki asırlardan daha da ileri bir bilgiye, madde ve mana aleminde derinliklere inilmek üzere daha fazla enstrüman varken, niçin tuhaf engellerle yüzleşmek durumunda kalıyoruz?
Kitabî hakikatler ile realitedeki yani pratikteki gerçeklikler örtüşmüyor galiba. Hipokrat yemini eden beyaz önlüklülerin sayıca da pek küçük bir kısmının, dünyayı kasıp kavuran Covit Pandemisi`ne çare olacağı iddiasıyla milyonlarca insanın hayatının adeta kobaymış gibi kullanıyor olduğunu bile bile risk alarak ve yiğitlik göstererek mesleğe bağlılığın gereği olan yeminlerinin gereğini yerine getirme gayretleri gidişatı değiştirebildi mi? Giderek artan ölümler ve sapasağlam göründüğü halde aniden gelip götüren kalp krizlerindeki fahiş kabilinden sayıların nedeni ne olabilir? Bir düzendir uyuldu gidiliyor. İnsanlığı tüketmek, doğayı bitirmek ve adeta dünyanın nihai sonunun tanrılığına bürünmüşlükle, binlerce yıl öncesindeki beşerin sürüklendiği, savrulduğu ve ecelini de kendi elleriyle hazırladıkları bir kıyamete doğru gidilmekte ne yazık. Düpedüz bir sapkınlık durumu olan bu duruma maneviyat önderleri de pek kısık sesle karşılık vermekteler.
Ekonomik bunalımlarla ele ve ayaklarından adeta bağlanmış durumundaki vatandaşlar, kadim geleneklerinden gelen güzellikleri de paylaşmakta bırakın zorlanmayı, karşı hatta geçerek onları neredeyse bütünüyle perde arkasına iteklemek durumunda kalmışlardır. Bu anlamda halen elinde var olan nimetleri paylaşabilme yiğitliği gösterebilenleri ayakta alkışlamak gerekir kanımca. İnsanlar o denli kişisel hesaplarla yaşamaya başladılar ki, hayatın her deminde bir maddi hesaplaşma, menfaatler için alabildiğine çekişmeler bitmeyecek gibiler. Belki de haklı olarak bu tepkileri gösteriyorlar ve fakat, onları yani bizleri yöneten erkin ortaya koyduğu bu politik arıza, bütün yılın milli gelirlerinin oluşumunda arı gibi çalışan ve hazineye akan paraları aylıklarından da peşin peşin ödeyen büyük kesimin, iş paylaşıma gelince sahanın dışına itilmesi neticesinde değerlerdeki erozyona değin çokça şeyi talan eden tercihlerden dolayı bu haldeyiz desek, asla yanlış olmaz, olamaz. Bir ülkenin ekonomik fizibilitesindeki yanlı davranışlar ve hatalı tercihlerle ortaya konulan reçeteler, büyük bir çoğunluğu açlıkla terbiye noktasına getirirken, diğerlerini de elde edilen kazancı nereye harcayacaklarını bilmeyen bir canavara dönüştürmüş durumda korkarım. Birileri akşam yemeğinde ne pişirilecek, bunun için neler alınacak, bütçe nelere karşılık verebiliyor hesabındayken, diğerlerinin bu akşam yemeğinde karides mi olsun yoksa Fransız mutfağından da tadalım mı gibi absürt bir durum, aklî, vicdanî, milli olabilme, hakça paylaşmayla bağdaşabilir mi? Önlerinde yemekte oldukları, altlarında bindikleri, içinde yaşadıkları her türlü nimetin nereden ve nelere rağmen kendilerine sunulduğunun bile farkında olmayan, asla sorgulamayan bir güruh var, bundan büyük bir acı olabilir mi? Eminim, onların ellerindeki bu olanakların çoğu içimizden birilerinin olsaydı mahallede, sokakta, semtte, köyde, kasabada aç, yoksul, yoksun, boynu bükük kalmazdı kanaatindeyim. Aramızda ne kadar da büyük farklar var değil mi? Bizdenmiş gibi görünen ve fakat asla bizim gibi olamayanlar.
Rayından çıkmış bir ekonomik manzaradan bakılınca, o milletin gerçek hasletlerinin örtülü kaldığı, unutulmadığı ve fakat önceliklerdeki yerinin son sıralara kadar gerilediği de bir gerçektir. 25-30 yıl öncesinin ekonomik ibrelerinin gerçekliğinde insanların bu değerleri hayata aksettirdikleri oranla, günümüzdekini mukayese bile edemeyiz. Zira, geçmişte net bir şekilde yaşayana ve ona değerleriyle renk ve derinlik katan insanımız artık yaşamıyor, yaşam mücadelesi veriyor. Bu, tartışılmaz bir gerçek. Peki bu durumun aktörleri kimdir ve nelere karşın bizleri bu ekonomik darboğazla yüzleştirmişlerdir? Hep söylüyoruz ya, maddi kuvvet, fiziksel olanaklar elbette iyidir, güzeldir. Ve fakat, değerleriyle barışık olmayan bir elitin eline geçen bu olanaklar tam da bugünkü gibi har vurulup harman savrulur tabii. Bunları bizlere dikte etmekte olanlar ne beceriksizdir, ne yetersizdir, ne de cahildirler. Bu durum tümüyle onların seçimidir. Birkaç ensesi kalının daha da hacimlice gelirlerimize çöreklenmesini öncelik olarak belirlemişler, milleti de mazideki yaşamdaki o saadet dolu günleri anar hale getirmişlerdir. Mesele kısaca budur. Bütün bunları neden yazdık o halde. Siyasal eleştiri için mi? Elbette hayır, bu durum bizler gibi pek çok farklı ulusun da sorunu olma yolunda süreğendir. Burada değinmek istediğimiz şey, bizi biz eden o güzelliklerin, maddi hayattaki kaoslar yüzünden çok geri planda kalmış olmasıdır. Bölüşen, dinleyerek sağaltan, kapısını tıklatarak yanındayım imajı veren, sokakta selamın alıp vermeden geçmeyen, alış-verişler sonrasında gönül almalık ikramlarda bulunan, ihtiyat çiftin elindeki ağır yükleri görünce durumdan vazife çıkaran insanlarımız da bu zeminde değiller miydi? Neler oldu bu hayatı daha da yaşanılabilir kılan kadim geleneklere, göreneklere. Bir hoyratlaşmanın içinde kültürel erozyonu yaşıyor olduğumuzun farkında mıyız?
Çıkarların, gereğinden çok fazla öne çıkmasıyla sade ekonomik teraziler sarsılmadı elbette. Bu arızdan en fazla nasibini alan diğer kurum maalesef hukuk oldu. Mahkemelere sakın işiniz düşmesin. Masum girdiğiniz bir davadan hüküm alarak çıkabilirsiniz, durumundayız artık. Bu kurumun toplum barışı ve kadim değerlerin hayat bulabilmesi için ne denli önemli ve vazgeçilmez olduğunu birileri hatırlatsaydı bari iş işten geçerken. Karakterce güçlü olanlarla aşılabilecek bir savruluşun içindeyiz hepimiz. Bu mimarinin altına imzasını atanlar. Gün gelince malum ülkenin veya ülkelerin bankalarındaki paralarına yaslanarak ilkin ülkeyi terk edeceklerdir ve hiçbir üzüntü de duymadan. Bir Anadolu çocuğu mesleğinin gereği, kariyerinin icabı ve gelecekteki ikbali için yurt dışına çıkarken gözlerinde mümkün müdür ki nemlenme olmasın. Ne kadar dejenere olmuş bir elit. Vatan, millet, tarih, ortak mefkûre gibi pahasız şeylerden bihaberdar. Sanki Osmanlı`nın son demlerini yaşayanlardanmış gibiyiz. Ulusal kurtuluş savaşımızı başarıyla zafere taşıyan Gazi gibi birileri daha mı çıkacak içimizden bilemeyiz ve fakat, olağandışı durumlar tarihte olağandışı kişileri de elbette doğururlar.
İlk suresindeki ilk ayette ”Oku” demekte olan bir dinin paydaşları olarak, bu sözcüğün hak ettiği yeri iyi anlamalı ve dolaylı bilgilerle kafa doldurup ikna olmak yerine, bilgiyi kaynaklarından edinen, manipüle edilmemiş haliyle alan, yordayan ve bu gerçekliğe göre bir yol tayin eden olmak durumundayız. Politikacıların gizli öğretilerinde yığınları yönetmek vardır. O yığınlar ki, ekonomik dayatmalardan ötürü başlarını yerden kaldırmasınlar, onlar da bildikleri gibi ve sorgulanmadan, üstelik bilgelik makamındaki edalarıyla sömürülerine devam ede dursunlar. Bu devirlerin bitimi de elbette yakındır. Esasen, millet olmanın gerçekliğiyle de bağdaşmayan bu durum, bilgelik yoluyla da zamanla aşılacaktır kuşkusuz. Tam da bu kıvama gelindiğinde merhum Cahit Sıtkı Tarancı`nın “Memleket İsterim” adlı şiirindeki bir gerçeklik câri olabilecektir. Ne güzel bir şiirdir bu eser. İki dörtlüğünü paylaşmak isterim.
“ Memleket İsterim
Gök mavi, dal yeşil, tarla sarı olsun;
Kuşların, çiçeklerin diyarı olsun.
…..
Memleket isterim
Yaşamak, sevmek gibi gönülden olsun;
Olursa bir şikâyet ölümden olsun.” Ruhu şâd olsun merhum şairimizin.
Kibriyle değil, bilgi ve birikimiyle hafızlarda kalan kaymakam, geniş öngörüsü ve halka inişiyle, hayatın içinden bir vali, mesai saatlerini kendisi için de hakkaniyetle uygulayan okul müdür, öğrencilerine sevgiyle yaklaşan öğretmen, hastalarını azarlamayan, tebessümle karşılayan hekim, işini sapasağlam yaparak ikinci kez tamiratla cebelleştirmeyen usta,… Bunları vardı geçmişimizde. Bunların yeniden terkibinin yolu da yöntemi debellidir. Bilgiye rağmen bir otorite olamayacağı gibi, otoritenin de hukukla küskünlüğü söz konusu olamaz. Herbir kurum başat kültürümüzün hamiliği için vardır. Gelecekte bizi bekleyen zorlu günlerin üstesinden gelebilme azmini asla yitirmemiş olan milletimiz, daha iyi şartlarda yaşamayı her daim hak etmektedir. Millete rağmen bir demokrasiyi, hukuku tasvip edemeyiz.
Devamlılığı olamayacak ve bir yıkıma sürükleyebilecek şu bürokrasi kanserinden de acilen kurtulmamız gerekiyor. Her işimizde güveni, sadeliği ve pratik çözümlerle işleyişi esas alarak o “biz” öznesini acilen hayatla buluşturmalıyız. Toprağımız işlenmeli, meralarmızda hayvanlarımız otlamalı, madenlerimiz daha güvenilir yollarla çıkarılmalı, tarladaki ürünlerinin başında çiftçilerin yüzleri gülmeli, memur, işçi ve diğer tüm çalışanlar, çalışma hayatını noktalamış olanlar daha insana yaraşır ekonomik erişimlere haiz olmalıdır. Bireysel yıkımların çığ gibi arttığı yerde, toplumsal dinamiklerin de gücü düşecektir muhakkak.
Kişi ve zümrelere göre uygulamaların ortaya koyduğu can sıkıcı, kan dondurucu muameleler ortadan kaldırılmalıdır. Makama, mevkiye, nüfuza göre değil, konunun özüne ve insan olmanın onuruna göre muamele edilmelidir. Unutulmamalıdır ki, kendilerini burjuva takımı sananlar, olası bir cihan harbinde tası tarağı kaparak kendilerini yurt dışına atanlar olacaktır. Kimse milletin önünde ve üzerinde değildir. Millete rağmen bir gerçeklik, kelimenin tam anlamıyla ihanet demektir. Her zemininde olanca güzelliği ve zenginliği bağrında barındıran ve tarihten gelen kadim kültürüyle bu topraklarda kök salmış milletimiz, her şeyin en güzeline de layıktır. Üretilen domates, patates ve soğanları, denizden hasat edilen tonlarca balığın verilen emeği karşılamıyor olması gerekçesiyle çöp edilmek uğruna dökülmediği günleri istiyoruz. Adaletin her zeminde kendini önceliklendirdiği, güçlüye değil, hukuki mülahazalara göre karar verdiği bir ülke olabilmektir hayalimiz. Farklı fikirler bizi korkutmamalı, farklı renkler düşmanlığa yol açmamalıdır. Bütün bu farklılıklara karşın ortak o kadar amaç var ki, işte bunlarla güçlü millet olma davasında yarışılmalı, kavga edilecekse de bunlar uğruna edilmelidir.
Sözümüzün başında ve metnimizin de başlığında dillendirmeye çaba gösterdiğimiz örtülen gerçekler, bizi biz eden, hayata yaşayan özneler bakmamıza vesile olan, başkalarını bu hayatın içine katan ve diğer milletlere de örnek olabilmemizi sağlayanlardı. Bu örtünün el birliğiyle kaldırılarak, doğamızdaki o bitimsiz arayıştaki yolculuğumuza devam etmeliyiz. Bu örtüyü ellerinde tutarak gerçekliği maskeleyenlerin de maskelerini düşürmek gerek. Bu; bilgi ile, dürüstlükle, emekle, ahlâkla, doğru olan ve bizi o arayışlarda güçlü tutan dinamiklerle mümkündür. Nelerin tercih sırasında yerlerinin değişeceği artık bellidir. Değeri azaltan ve günü kurtaranları mı değerlere can veren ve toplumu her yönden kucaklayanları mı tercih edeceğiz. Unutmayalım ki, tercihlerimizin öznesi olarak her birimiz topluma bir yön ve derinlik katanlarız. Buradaki ortaklık hepimizin harına olacaktır kuşkusuz.
Güzel bir sözle bitirelim bu yazımızı. Ya bilgiye sahip olan, ya bilgiyi kolaylaştıran, yahut bilginin yankılarından nasibini alan almak gerek. Bilgelik olmadan ne yeşile doymuş toprak ne yüzü gülen esnaf ne de işini kaliteli yapan usta olunabilir. Her şerrin nihayetlendiği, her şeyin hayra döndüğü ve biz olarak yönümüzü âtiye çevirdiğimiz günlerde buluşmak dileğiyle.
Oğuzhan KÜLTE
YORUMLAR
Vicdanlar ve artık kaldıysa akıllar, yerinden firar etmeye başladı. Kim olduğu, nerede eğitim gördüğü üstü örtülü kibirliler, yeteneksizler, ahlaksızlar, mal ve makam düşkünleri, halkı inim inim inletirken vicdanları sızlamayanlar, sığ akıllılar ne acıdır ki bu millet tarafından kutsanıyor! Bu yönetsel (ideolojik-dini) anlayışın sonucunda değerli makalenizde belirttiğiniz gibi insanı insan olmaktan çıkarıyor. Örf ve gelenekleri yaşamayı bırak, insanlığımız soyutlaşıyor! Üstadım, yazacak çok şey var ama bir aydın olarak siz yazdınız zaten. Üstüne ne ekleyebilirim ki. Duygularınızı paylaşıyorum, selamlarımı yolluyorum.