- 132 Okunma
- 2 Yorum
- 1 Beğeni
13'ü ve 17'yi NEDEN SEVMEZLER
Hurafelerin tarihsel kökleri:
Tertemiz bir halde inen dinler, ne yazık ki inananları tarafından hurafeler dinine çevrilmiştir. Hiçbir din, hurafelere ve lüzumsuz eklemelere yer bırakmadan o dönemin şartlarına göre insanları kuşatmış; doğru yolu gösteren belirli ilkeleri göstermişti. Dindar olduğunu iddia edenler, aldıkları eğitime dayanarak bir takım yorumlar yaparak dinlerini ideolojik kalıplara hapsettiler. Böyle olunca dinler, aslından koparılarak hurafeler dinine dönüştürüldü. Din adamları, din adamları sınıflarını oluşturdular; kiliseler devlet ile ilişkiler kurarak kilise kanunları çıkardılar ve uydurdukları kilise ka-nunlarına tüm inananları inanmaya mecbur bıraktılar. Kilise kanunlarına uymayanlar engizisyon mahkemelerinde aforoz edilip, ya hapse atıldılar ya da idam edildiler.
Doğu kültüründeki batıl inanışların yanı sıra Avrupalılar da birçok ilginç inanca sahiptir. Avrupa’da yaşayan toplumların en büyük batıl inancını 13 rakamı oluşturuyor. Avrupa’da uğursuzluk olarak kabul edilen 13 rakamı, kötülüklerin habercisi ve kötü bir olaya işaret eden sembol olarak görülüyor. Avrupa’nın neredeyse tamamında sofraya 13 kişi oturmak, bir araca 13 kişi binmek, masada 13 sandalye bulunması uğursuzluk kabul ediliyor.
Avrupa toplumlarında bazı batıl inançlar şöyle sıralanıyor: İtalyanlarda ve İngilizlerde sabah saatlerinde örümcek görmek, tüm günün kötü geçeceğinin habercisidir. Bazı Avrupalı ülkelerde, refahı ve mutluluğu simgeleyen pirinç, yeni evlilerin üzerine atılır. Eşeğin, özellikle Güney İtalya’da mafyaya karşı bir koruyucu olduğuna inanılıyor. At nalı, dünyanın en tanınmış uğurudur. İngiliz atasözüne göre fırtınaya, şimşek çakmasına, yangına, nazara, büyüye karşı ilaç gibidir. At nalının uğur getirmesi için satın alınması, bir yerde bulunması gerektiğine inanılır. Ortaçağ Avrupa’sında tavşanayağı taşımanın şans getirdiğine inanılırdı. Ancak daha sonraları sevimlilikleriyle bilinen bu hayvanlara kıyılmasının şanssızlık getirebileceği görüşü ortaya çıktı. Avrupalı birçok toplumda şampanya patlatılırken, mantar tıpanın isabet ettiği bekâr kişinin kısa zamanda evleneceğine inanılır. Sabahları yanlış ayağa yanlış ayakkabıyı giymek, bütün gününün ters geçeceğine işarettir. Gece baykuş sesi duymak kötüye işarettir. Ses, sol taraftan geliyorsa, daha kötü bir şey olacağının habercisidir. Baykuşun çatıda dolaşarak ötmesi, o evden cenaze çıkacağı anlamına geliyor. Bu batıl anlayışın izdüşümünü Türkiye’de de görüyoruz. Dört yapraklı yonca zor bulunduğu için tüm toplumlarda uğurlu sayılır. Hristiyan âleminde kutsal bir yaprak olduğuna inanılır. Kurutulup, defter arasında saklamak ömür boyu şans getirir. İrlandalılara göre vatanı kem gözlerden korur. Gökkuşağına bakmak, Avrupalılara göre insanın içini rahatlattığı gibi kötülüklerden de korur. Ancak gökkuşağını elle işaret etmek uğursuzluk getirir. Cadı ve şeytanı simgeleyen kara kedi, Ortaçağ’ın en uğursuz batıl inancı sayılırdı. Kara kedi, önünüzden geçerse tam yedi yıl bir uğursuzluk süreci başlar. İtalyanlar, tüm uğursuzlukların kara kediden geldiğine inanırlar. İngilizler, köpek balığı dişinin şans getirdiğine inanır. Diş, boyuna takılırsa en büyük şans çekiciliktir. Şapkayı yatağın üzerine koymak ölümü simgeler. Bunun nedeni; Ortaçağ’da ölen askerlerin miğferlerinin mezar üzerine konması ve doktorların şapkalarını hasta yatağının üzerine bırakmasından kaynaklanmaktadır. Avrupalılarda uğursuzluk getirdiğine inanılan bir sembol de on yedi rakamıdır. Akdeniz ülkelerinde ve özellikle İtalya’da on yedi numaralı hane veya kapı numarası bulunmaz. Uçaklarda, otobüslerde on yedi numaralı koltuk bulunmaz.
On yedi rakamının uğursuzluğu, Romalılar zamanından kalma bir batıl inanıştır: Roma rakamlarının yer değiştirmesiyle ’’VIVI’’ yani ’’Yaşadım o halde öldüm’’ anlamına gelir.
Hristiyanlara göre on üç sayısının ve hurafelerin tarihsel kökenleri: Amerika’nın New York eyaletinde yer alan Buffalo Üniversitesi antropoloji doçenti Philips Stevens Jr. ile 2004 yılında yapılan bir röportajda, on üç sayısının uğursuz kabul edilme nedenlerinden bahsedilmiş. Tarikatların, batıl inançların ve kültürel kimliklerin kökenlerini inceleyen tanınmış bir antropolog olan Stevens, batı kültürünün 13’üncü Cuma gününden korktuğunu ve "13" sayısının büyük olasılıkla İsa’nın son akşam yemeği ve çarmıha gerilme hikâyesinden yola çıkarak Ortaçağ’da başladığını söylüyor. Stevens, İsa’nın çarmıha gerildiği Cuma gününden önceki ‘Son Akşam Yemeği’nde masada 13 kişi bulunduğunu ve on üçüncü kişinin bir sonraki gün çarmıha gerilecek olan İsa olduğunu söylüyor. Stevens: “On üç ve Cuma bir araya geldiğinde, bu tür sihirli inançlara sahip insanlar için çifte felaket oluyor" diyor. Stevens, aynı zamanda on üç sayısı ile ilgili tabuların Hristiyanlıkla başladığını ancak dini kökeninden bağımsız olarak bütün batı kültürüne yayıldığını belirtiyor. Bir başka görüş ise yine Son Akşam Yemeği ile ilgili. Bu görüş, on üçüncü misafirin İsa’ya ihanet eden Yahuda İşkariyot olduğu ve bu yüzden sayının uğursuz olduğuna dair.
Bazı Avrupa toplumlarda yüzüğün genç kızlara armağan edilmesi sakıncalıdır. Genç kızın evde kalması tehlikesini yaşatır. Evlilik ve nişanlılık dışında hiçbir şekilde hediye edilemez. Ortaçağ’da, gece vakti yarasanın çarptığı kişinin yedi zamanda vampirin tecavüzüne uğrayacağına inanılırdı. Bu inanış halen bazı Avrupa toplumlarında geçerli. Evde yedi adet biblo fil bulundurmak refaha ve şansa kapıyı açar. Anglosaksonların inancına göre gelinin arkasını dönerek attığı buketi kapan kız, en kısa zamanda koca bulur. On üç sayısının uğursuz sayılmasını nümeroloji ile ilişkilendirenler de var. New Ark’taki Delaware Üniversitesi Matematik ve Bilim Eğitimi Kaynak Merkezi’nde yardımcı politika bilimcisi olan Thomas Fernsler, on üç sayısının on ikiden sonraki konumu nedeniyle bu durumda olduğunu söylüyor. Fernsler’e göre, numerologlar, on ikiyi "tam" bir sayı olarak görüyorlar. Bir yılda on iki ay, on iki Zodyak burcu, on iki Olympus tanrısı, Herkül’ün on iki işçisi, on iki İsrail kabilesi ve on iki İsa elçisi vardır. Fernsler, 2013’te on üçün kötü şans ile ilişkisinin “tamlığın biraz ötesinde olmakla ilgili olduğunu; sayı huzursuz veya cılız hale geliyor” diyor. Hristiyanların on üç ve on yedi sayısını neden uğursuz bir sayı olarak gördüklerinin bazı sebepleri Müslümanlara göre şunlardır:
a-) İslam Peygamberi Hz. Muhammed’in 571 yılında doğmuş olmasıdır. Bu sayının yan yana konulup toplanması on üç sayısını vermektedir. Asıl sebep; sayının uğursuzluğu değil, Hristiyanlığın yok olacağı endişesidir.
b-) İstanbul’un 1453 yılında Türkler tarafından fethedilmesi: İstanbul’un fetih tarihi de yan yana konulup toplandığında on üç sayısını vermektedir. Asıl mesele; sayının uğursuzluğu değil, İstanbul’un Türklerin eline geçmiş olmasıdır.
c-) Türkler, bireysel olarak 751 yılında Müslüman olmaya başladılar. Sayı yan yana konulup toplandığında on üç sayısını vermektedir. Sayının uğursuz görülmesinin sebebi; sayının kendisinde değil, Türklerin Müslüman olmalarıdır.
d-) Selahaddin Eyyubi, 1187 yılında Kudüs’ü fethetmiş, Kudüs şehri Hristiyanlardan Müslümanlara geçmişti. Kudüs’ün fetih tarihini de yan yana koyup, toplandığında 17 sayısını vermektedir. Burada da lanetli olan sayı değil, Kudüs’ün elden çıkmasıdır. İslam dininde uğursuzluk diye bir inanç yoktur.
İslam dini, uğursuzluk anlayışına da, batıl inançlara da kapalı bir dindir. İslam’ı doğru anlamanın tek yolu Kuran’dır. Müslümanların tek yapması gereken, din sanarak uyguladıkları ritüellerin Kuran’da olup olmadığını araştırmasıdır. Hurafelerin ve uğursuzlukların tarihi kökleri etraflıca araştırıldığında hurafelerin ve uğursuzluk gibi batıl inançların hangi dinlerden ithal edildiğini kolaylıkla anlayabilir.
Müslümanlar, kendilerini bu tür hurafelerden arındırıp, Kuran’ın özüne uygun yaşadıklarında İslam dinini anlamanın huzurunu yaşayacaklardır. Melekler, şeytanlar ve cinler Yahudi ve Hristiyan dininde sembollerle tasvir edilmiştir. Kanatlı melekler, elinde orak olan Azrail, çirkin suratlı şeytan ve cin tasvirlerini sıklıkla görüyoruz. Batı dünyasına özgü bu tasvirler süreç içerisinde filmlere de konu olmuştur. Cin ve şeytan temalı filmlerde, insanların nörolojik rahatsızlığı, insan ruhunun ve dolayısıyla bedeninin şeytan ve cinler tarafından işgal edildiği izlenimi verilmek istenmektedir. Hristiyan dünyasında şeytan çıkartma ayinine “exorcism”, şeytanı çıkartana da “exorcist” derler; bu işin İslâmî terminolojideki ismi “rukye’dir ve çıkanın şeytan değil, “cin” olduğuna inanılır. Bazı ayetlere ve hadislere dayandırılan “rukye” konusunda geçmiş asırlarda çok sayıda eser kaleme alınmıştır. İslam dünyasında ve ülkemizde cin çıkardığına inanılan ve adına “cinci” hoca denilen hocalar genellikle “cin” suresi okuyarak nörolojik rahatsızlığı olan hastadan “cin” çıkarmaya çalışmaktadır ve karşılığında ücret almaktadır. Bu durum, dinin ticarileşmesidir! Bu tür varlıkları anlamlandırmak ve gerçekten var olup olmadığını araştırmak ontoloji biliminin konusudur.
Ontoloji Bilimi: varlık felsefesi ya da varlıkbilim, temel sorunu varlık olan felsefi disiplin. Varlık ya da varoluş ile bunların temel kategorilerinin araştırılmasıdır. "Varlık" ve "var olan" ayrımını; "varlık vardır" ve varlık yoktur" fikirlerini tartışır. Ontoloji bilimi, bu tür görülemeyen varlıkları anlamak veya anlamlandırmak için kutsal metinlere yönelmez. Konuyu akli ve felsefi yönden ele alır ve tartışmaya açar. Hristiyanlar ve Yahudiler, melekleri, cinleri ve şeytanları resimlerle sembolize etmiş, ne tuhaftır ki Müslümanlar da bu melek, cin ve şeytan tasvirlerine inanmış; bu sebeple bazı Müslümanların evlerinde kanatları olan ve kanatları arasında İbrahim Peygamber’e koç getiren bir melek tasvirini duvarlarına asmayı ihmal etmemiş. Ressamlar da cinleri, şeytanları ve melekleri sembolize ederek çeşitli resim sanatları geliştirmiştir. Kuran, bu görünmeyen varlıklardan bahsederken, niteliği ve niceliği hakkında bilgi ver-memiştir; sadece meleklerin görevli olduklarını bildirmiştir. Bundan dolayı Kuran’da geçen görünmeyen bu varlıklara inanırız ve inkâr etmeyiz. Bazı ilahiyatçılarımız, melek kavramını etimolojik yönden ele alarak doğal olayların melek olarak tasvir edildiğini; yani Allah’ın, vahyetme, kâinatı yaratıp yönetme, can alıp-verme kudretlerinin genel adı olduğu sonucuna varmıştır. Şahsen ben de; meleklerin, Allah’ın kudretleri olduğunu düşünüyorum.
Bazı ilahiyatçılarımız, doğal olayların melek olarak düşünülmesini reddediyor ve bu düşüncenin “pagan” inancı olduğunu ileri sürüyorlar. Dolayısıyla ateist ve deist olmakla itham ediyorlar. Bu durumda Kuran’a gönül vermiş, Kuran araştırmacı ilahiyatçılarımız da dinsiz-kâfir oluveriyor. Çok tuhaf! Din adamları, daha pek çok konuda fikir ayrılığına düşmektedir. Bu durumda; “her şeyin doğrusunu Yüce Allah bilir” diyorum.
Kaynak: hürriyet.com.tr
YORUMLAR
Hurafe denen illetler her dinde az ya da çok mevcut. Bir ara bizde de Cenk Koray merhum 19 mucizesi Kur'an da diye yazı yazmıştı... Bunların hepsi batıl inanış sınıfına giriyor... Bizim iki üç nesil öncesi büyüklerimiz sadece Kur'an'ın Arapçasını okudular anlamını okuyup öğrenmediler bilemediler... Sadece din kitabı zannettiler oysa ki Kur'an hayat kitabıdır, adam gibi okunursa hayatınızda ki boşlukları bir bir doldurur... Elimin altında Kur'an o televizyonlarda ki hocalara da çok takılmayın alın okuyun kardeşim okuyun sadece... Cep telefonunuza indirin otobüste giderken bile okuyun okutun... Kutlarım...
Halit Durucan
Mehmet İmran Sevinç
İyi geceler dilerim heşehrim Ahmet Zeytinci beyefendi
Elimin altında Kur'an o televizyonlarda ki hocalara da çok takılmayın alın okuyun kardeşim okuyun sadece.
Okuyalım okuyalım kitabımız kuranı kerimi
Ne anlayıp neyi nasıl uygulayacağız
Bir Mühendis olarak hiç okul okumadan rahmetli Prof. Dr. Fikret Narter hocamın kitaplarını okuyup ısı ile ilgili alanda nasıl uygulama yapabilirdim
Ya da yine Prof. Dr. Hasan Külünk hocamın alternatif enerji kaynakları ile ilgili kitaplarını okuyarak nasıl uygulama yapabilirdim
Velhasılı kuranı okuyup hayata uygulamamız fikri bence çok hatalı ve yanlış Ahmet Zeytinci hemşehrim
Selamlarımla