- 163 Okunma
- 1 Yorum
- 2 Beğeni
Vuslat Girdabı- Hikayeler- Son Bölüm
VUSLAT GİRDABI
Aşhanede bulunan ağaç sekinin üzerindeki kalın yün döşeğin üzerinde uyuyordu.
Aşhane ortasından dört tane kalın odun direkle tavanı tutturulmuş, kalın direklerle üstü örtülü, kenarında gelinlik sandığı ve üzerinde yorgan ve döşeklerin bulunduğu geniş bir odaydı.
Uyandığında vakit seher vaktiydi. Hafifçe doğruldu, yatağının başına kadar seyyar bir kablo ile çektiği elektrik düğmesine dokundu. Işığı yakarak saati kontrol etti. Saat iki civarıydı.
Akşamdan hazırlayıp odun sobasının yakınına koyduğu su dolu maden ibrik ile leğeni yanına çekerek abdestini aldı. Elbiselerini giyindi. Geniş taş duvara uzun mıhlarla çakılmış çivi izlerinden dolayı aslı görünmeyen tahta askılığa uzanarak tozdan matlaşmış siyah paltosunu aldıı. Askılığa uzun uzun baktı.
- Aynı kalbime benziyor, aslı pürüzsüz lakin yediği darbelerden görünmez olmuş, dedi içinden.
Kalbine bakarak;
- Odun yeşermez, dedi. Ancak bir taraftan da heyecanlıydı. Sağ elini kalbinin üzerine koyup şöyle seslendi.
Ah bir bilsen ki kimsin Muhteşem bir ilimsin
Altından sarraf anlar
Diğerleri ne bilsin.
Aşhanenin çıkışında yerden bir metre kadar yükseltilmiş ve içine genişçe bir tandır yerleştirilmiş tandır evi vardı. Tümseği çıkıp ekmek teknesinden bir tane tandır ekmeği aldı. Arasına deri tulum da bulunan yeşillenmiş peynirden biraz koydu. Eski yün minderlerden birine bağdaş kurarak oturup kamışları kılıfından dışarı taşmış eski bir yastığa yaslandı. Tandırda akşamdan kalan ateşi harlayıp üzerindeki sıcak suyu kaynattı. İsli demliğe biraz çay attı. Elindeki dürümü yiyerek sahurunu yaptı.
Ve şöyle mırıldandı
Sürme keder tarlasını yeşermesin ızdırabın
Can yongası sefer tasım, çay tadında yalnızlığım
Giydim vuslat hırkasını, dibi yokmuş bu girdabın
Ömrümüzden eylül geçer, irşadında yalnızlığım…
Tandır evinin çıkışında, tavanı çökmesin diye ortasında kalın odundan bir direğin dikildiği, üzeri ince söğüt dallarıyla örtülmüş, uzunca bir toprak avlu bulunmaktaydı. Avlunun sağında eşyaların konulduğu eski bir depo vardı. Oraya girip kazma ve kürek aldı. Avlunun dış kapısı herhangi bir güvenliği olmayan basit demir zırvayla tutturulmuş, geniş aralıklarından içeriye tipi dolabilen bir ahşap kapıydı. Kapıyı açtı. Kapının kenarında sapı karla kaplanmış geniş kar küreğini aldı. Kapının önündeki karı temizledi. Kazma ve küreği omuzuna alarak köpek sesleri ve rüzgârın ürkütücü uğultusu arasında, tipiden ara ara tümseklerin oluştuğu, kardan izlerin kaybolduğu karlı yoldan yalpalayarak camiye doğru yürümeye başladı.
Cami; kubbesi ve minaresi olmayan, geniş taş duvarlarla çevrili, kıblegâh tarafında iki penceresi ve girişinde avlusu olan küçük bir yapıydı. Soluna bir avlu iliştirilmiş, üstü toprakla örtülü bir odadan ibaret imam evi vardı. Caminin arkasında, adına cankurtaran dedikleri köyün mezarlığı bulunmaktaydı. Eski bir tahtaya boyayla yazılmış ‘cankurtaran’ yazısına gözleri takıldı.
Tebessüm ederek.
- Dünyanın meşakkatinden kaçıp toprağın merhametine, nihayetinde Allah’ın rahmetine sığınıldığı bir yerdesiniz nasıl olsa, keyif sizin keyfiniz dedi.
Önündeki bahçede suyu kalın demir bir borudan akan, bir kısmı yıkılmış çeşme vardı. Bu çeşme, yazın soğuk suyuyla gelene geçene ab-ı hayat olsa da, kışın etrafına kimseyi yaklaştırmayan buz dağına dönüşürdü.
Caminin avlusundan içeri girdi. Omuzundaki kazma ve küreği avluda bir kenara bıraktı. Avluda önceden kırılmış ve özenle üst üste istiflenmiş odunlardan orada bulunan kovaya koydu. Caminin içine girip yüksek demir ayaklı sobaya odunları doldurdu. Sobayı yaktı. Sobanın yanında iki rekât gece namazı kıldı.
Diz çöktüğü yerde gözlerini kapatıp, boynunu büktü. Ateşin çıkardığı sesleri biraz dinledikten sonra derin bir ah çekerek;
Ahşap merdanelerle hep zamanı öğüttük, Mimarından habersiz yedi perdeli göğün, dedi.
Ayağa kalkıp avludan kazma ve küreğini aldı. Caminin köşesinde daha önce inzivaya çekilmek için eşmeyi düşündüğü minberin içindeki boş yere geldi.
Döşeme olarak çakılmış eski tahtaları kazmanın ucuyla kaldırdı. Bismillah diyerek ilk kazmayı vurdu. Toprak, kış mevsiminin vermiş olduğu sertlikten eşinmiyordu. Her seferinde daha sert vurdu. Yorulunca biraz soluklandı.
- İnsan şefkatini yitirdiği bir dünyada toprak ne yapsın!” diye geçirdi içinden.
Minber acemice yapılmış olduğundan içerisinde kocaman bir boşluk vardı. Ancak yine de kazmayı fazla kaldırınca minberin üstündeki tahtalara çarpmaktaydı. Buda çalışmasını biraz zorlaştırmaktaydı. Ama o sabırla kazmaya devam etti.
Sabah namazına yakın, Minberin boşluğuna bir perde astı. Kuyunun tahtalarını örtüp minberin perdesini çekti.
Köylüler cami imamını arpa, buğday, tereyağı gibi malzemeler karşılığında tutmaktaydı. Bu yıl gelen olmayınca köy imamsız kalmış, bu görev de ona kalmıştır. Vakit namazlarında kimsenin pek uğramadığı bu garip caminin birkaç dikkatsiz ihtiyardan başka cemaati de yoktu. Sabah namazlarında imamlık yapan erken gider, sobayı yakar, cemaat gelene kadar camiyi ısınırdı. İhtiyarlar gelip büyük boncuklu tespihlerini ellerine alır, kalın odun direklere yaslanıp vakti beklerler, okunan Yasin suresini dinler ve namazı kıldıktan sonra dağılıp giderlerdi.
Günler günleri kovalarken, o da her gece yarısı gelip sabırla biraz daha kazmaktaydı. Toprağını bir kovayla taşıyıp caminin arkasındaki duvarın dibine yığar, üstünü kimse görmesin diye karla kapatrdı. Gelen cemaate namazı kıldırıp, onlar dağılınca o da evine giderdi.
Bir süre sonra Kuyunun içinde oturulacak, yatılacak yerler tamamlanmış, gaz lambası asılacak yer yapılmıştı. Bu haliyle küçük bir hücreye dönüşmüştü.
Havalar ısınmış, nisan ayı gelmişti. Eşine;
- Hanım, artık yola çıkma vakti geldi, biraz yolluk hazırla. Yarın sabah namazıyla yola çıkacağım, dedi.
Her gece yaptığı gibi seher vakti kalktı. Azığını aldı. Küçük bir minder ve bir hasır sergi, eski bir battaniye ve bir de seccade aldı. Yola düştü. Çocuklar uyuyordu. Onları alınlarından öptü. Eşine Allah’a ısmarladık, dedi. Kadın ardından dalgın dalgın baka kaldı.
Artık bir süre inzivaya çekileceği kuyuya doğru yola çıktı. İnzivaya çekilmenin de bazı şartları vardı. Hayvansal ürünler yemeyecekti. Eşi ekmek, peynir, süzülmüş yoğurt vesaire hazırlamıştı. Onlardan başka kendi hazırladığı ayrı bir heybesi vardı. İçinde arpa ekmeği, zeytin ve önceden şehre gidenlere getirttiği ve inziva için sakladığı biraz hurma vardı. Ayrıca yanına birkaç parça kâğıt, Kuran’ı Kerim ve bir iki kitap almıştı. Camiye giderken yolda peynir ve süzülmüş yoğurdu köyün köpeklerine attı. Hayvanlar büyük bir ziyafet bulmuş gibi yiyeceklerin etrafına toplanıp, onları birbirinden kaçırmaya başladı. Köpekler birbirlerine homurdanıp, güçlü olan zayıf olanın elindekini almaktaydı. Biraz onları seyretti.
- İnsanoğlu da işte böyle, koca dünya herkese yetecek her şeye sahip, lakin insanoğlu ne durmak biliyor, ne de doymak, dedi.
Yoluna devam edip Camiye vardı. Minberin içine geçerek perdeyi kapattı. Halının ucuna bir ip bağladı. Gaz lambasını yakıp, eşyalarını kuyuya attı. Kuyuya inerek kuyunun üzerindeki tahtaları içerden dizdi. Bağladığı iple halıyı kuyunun üzerine çekti. Seccadesini çıkarıp sardı. Diz çökerek derin bir nefes aldı.
- Her garibin köşküdür sığındığı Hira’sı, dedi.
Ellerini açarak şöyle niyazda bulundu:
Ey Allah’ım şu kulunu
Lütfun ile affeylesen
Açsan marifet yolunu
Masivayı perdelesen
Sana uçsun gönül kuşu
Benliğimi sarsın huşû
Al üstümden gamsız başı
Çiz kalbimi desen desen
Yaza erdir kışlarımı
Sana döndür düşlerimi
Senden gafil işlerimi
Settar ile setr eylesen
Bülbül güle döker için
Gül naz eder bilmem niçin...
Aşkın ile yanar içim
Arşın ile gölgelesen
Ey toprağa can veren Hây
Günahımı gafletten say
Nefs elinden oldum rüsvây
Rahmetine gark eylesen...
***
Sevilip sevilmemenin kıskacında, yaprakları koparılmış papatyanın yazgısıdır yalnızlık, Bende acaba Allah tarafından seviliyor muyum, diye mırıldandı. Dudaklarını ve boynunu bükerek bilmiyorum gibi bir hareket yaptı.
İlk gece kuyuda korkarak tedirgin oldu. Kuyuda daralanınca kuyuda duramadı. Çıkar sabah namazı vaktine kadar caminin içinde oturdu. Camiye cemaatin gelmesine yakın tekrar kuyuya indi. Ertesi gece biraz üşüyor, biraz korkuyor, gözlerini bir kapatıp bir açıyordu. Sürekli dua halindeydi. Korku ve ümit arasında zaman çok yavaş ilerlemekteydi.
Dışardan gelen seslerden bazen tedirgin oluyor, ürperiyor, sonra kararlı bir şekilde ibadetine devam ediyordu. Sabah namazında camiye gelen cemaatin sesleriyle biraz rahatladı. Gerginliğini üzerinden biraz atmıştı. Üçüncü gece biraz daha alışmıştı.
Gaz lambası yaktığı için havasızlığı da önlemek için üzerindeki tahtaları hafif aralamıştı. Yuvadan sadece geceleri ihtiyaç molası için çıkıyor, kimsenin olmadığı saatlerde abdestini alıyor ve tekrar gelip vuslat yurdunda tefekküre dalıyordu. Gündüzleri oruç tutuyor, birkaç hurma ve suyla iftar açıyordu. Çok az uyuyor ve zamanının çoğunu ibadetle geçiriyordu.
Sert ve rutubetli zemin. Köşede, dışardan fark edilmeyecek kadar küçükçe bıraktığı havalandırmalar, aydınlatma için kullandığı bir gaz lambası, heybesinde az miktarda hurma, biraz arpa ekmeği ve biraz da zeytin vardı.
Huzurla mutlak sevgiliye açılmış ellerini yüzüne sürdü. Biraz uzandı.
- İnsan Yaratıcının sırrıdır. Kuyu da benim sırrım, dedi.
- İnsan kendinin gurbeti ve kendinin en büyük meçhulüdür, hakikat o gurbetten sılaya, o meçhulden vuslata ermek olsa gerek ve bunun için de aramak, aramak, aramak gerek, diye yazdı elindeki karalama kâğıdına.
Biraz uyudu. Uyandığında açık kalan tahtaların arasından girdiğini tahmin ettiği bir kelebek yanan gaz lambasının etrafında dolaşıp duruyordu.
-Hoş geldin dostum,
- Tırtıldan seni yaratan Allah’ın şanı ne yücedir, dedi.
Kelebek lambanın etrafında dolanıyor ve sürekli kendini kızgın ateşe ha attı ha atacakmış gibi davranıyordu.
-İnsanoğlu da senin gibi işte, ateşin onu yakacağını bile bile hep onun kıyısında dolaşıp durur, dedi.
Çok geçmedi kelebek kendini gaz lambasının alevine attı. Aniden kanatları yandı, küçük bir cızırtı ve yanık kokusunun ardından küle dönüştü. Arkadaşının onu çok erken terk etmesine üzüldü.
Yanan kelebeğe bakarak;
Pervaneler Hâk için hep yanmaya talipti, Hâk için mağlup olan hakikat de galipti, diye mırıldandı.
Eline karalama kâğıtlarını aldı. Kâğıda şu mısraları yazdı.
Müptelaydım keş gibi ben bir zehrin tadına
Pervaneler misali, yanarak, inadına…
İçimdeki savaşın Sen yetiş imdadına Al bütün benliğimi nazarınla vur Rabbim
Senin aşkınla yansın içimdeki kor Rabbim.
On gün sonra vuslat yuvasından çıktı. Ruhunda müthiş bir rahatlama hissediyordu.
Kuyunun tahtalarını kapattı. Her zamanki gibi abdestini aldı ve caminin bir köşesinde tefekküre dalarak sabah namazını beklemeye başladı. Sabah namazına yine birkaç ihtiyar geldi. Namazdan sonra cemaatle selamlaştı. Hoş geldin faslında, bu dikkatsiz ama meraklı ihtiyarların gündelik suallerine maruz kaldı.
-Hoş geldin.
-Hoş kulduk
-Nerelerdeydin.
- Öylesine batıya doğru gittim.
- Erken döndün
- İş bulamadım.
Sualler bitti. Ardından herkes dağılıp gidince O da evine gitti.
Baharla birlikte kar tamamen eriyince köylüler caminin arkasındaki taş ve toprak yığıntısını fark etti.
- Bu hafriyatı bu bahçeye kim döktü diye mırıldananlar oluyordu.
- Kimsenin camiye de saygısı kalmamış,
- Dünyanın çivisi çıkmış,
- Ne zamana kaldık. Başımıza taş yağacak taş taş…
O
- Kim dökmüşse dökmüş boş verin gitsin, size ne! dedi.
Hafriyatı el arabalarına doldurup mezarlıktaki toprağı azalmış mezarlara taşımaya başladı. Yıkılan bazı mezarları onardı.
***
Aradan yıllar geçti. Bir gün köydeki camiye yeni bir minber yapıldı. Eski minber kaldırılırken, iyice eskiyen tahtalardan biri kırıldı. Minberi yerleştiren ustalardan birinin ayağı bu kuyuya düştü. Tahtalar kaldırılınca içeride özenle yapılmış bu küçük hücre ortaya çıktı. Kuyuda buldukları bir kâğıt parçasında şu kıta yazıyordu.
Biraz büyüyüp de kesince aklı
Hırs ile dünyaya sarılır insan
Bilmez ki her cevher özünde saklı
Diyardan diyara sürülür insan…
Artık köyde yeni hikâyeler dolaşmaya başlamıştı.
- Bir gizemli kişi geceleri köyü geziyor,
- Gündüzleri de bu kuyuda saklanıyor.
- Onu kimseler göremez, O ulu bir kişi.
- Hızır’mış o, annem söyledi.
- Ben gördüm aksakallıydı.
- O bir ermiş.
- Köyü O koruyormuş
- Kim dedi
- Bana kendi söyledi…
Bazıları bu hikâyedeki gizemli adamdan korkuyor, özellikle geceleri cami etrafından geçmemeye dikkat ediyorlardı. Onu görüp onunla konuştuğunu anlatanlar bile vardı. Yıllar geçtikçe hikâye büyüyor, zaman eskidikçe hikâye yenileniyordu. Bir sonraki nesil de bu hikâyeden nasibini almış, biraz da onlar efsaneleştirmişlerdi.
Ömer Adil bu süre zarfında şehre taşınmıştı. Şehirde; koca dünyanın nasıl küçüldüğünü, insanların yavaş yavaş televizyon denilen bir girdabın içine nasıl düştüğünü görüyordu. Fakirlerin utanarak giyindiği elbiseleri yenisinden yırtarak giyinen zenginlerin varlığına bir anlam veremiyordu. Apartman dairelerinde duvarları bile bitişik olan ancak birbirinden çok uzak insanların yaşadığını, çelik çömlek oynanan sahaların beton kulelerle dolduğunu, gittikçe kalabalıklaşan dünyada insanların nasıl yalnızlaştığını üzülerek seyrediyordu.
Aradan yaklaşık kırk yıl geçmiş Ömer Adil iyice yaşlanmıştı. Bir gün köye gelip mezarlıkları ziyaretinde, meraklı bir genç yaklaşarak;
- Hacı amca sence bu camideki kuyuyu kim kazmış olabilir, dedi.
Adam o günleri hatırlayıp derin bir iç çekerek;
- Öze yolculuk nedir bilir misin evlat, dedi.
- Hayır
- Bu, gerçek anlamda delice bir şeydir. Ve bazen akıllanmak için tam delirmek gerekir.
O günleri hatırlatan gence tebessüm ederek,
- Dibi yoktur bu girdabın evlat, dedi.
Genç hiçbir şey anlamadı.
Bir süre sustu.
- Ah evlat ah!” diye tekrar ağır ağır konuşmaya başladı. Vicdan, insanın kambursuz mihengidir. Eğer o, İblisin hasedinde, Kabil’in hırsında, Karun’un tamahında yoğrulmuşsa, onu ancak Nebevi bir şefkat ve merhametle yoğurmak düze çıkarabilir. Kişi vicdanıyla hayatını ve davranışlarını şekillendirir evlat. Bunun sonucunda da bireyler ve toplum şekillenir. Huzur kavramı, refah kavramı, adalet kavramı şekillenir. İnandığımız değerler ve dünya şekillenir. Mutluğumuzun kalitesi ve acımızın boyutu şekillenir. Ardımızda bıraktıklarımız, adımız ve nesillerimiz şekillenir. Çünkü eğer varsa, en iyi ödülü de en kötü cezayı da vicdan verir. Bu nedenle onu sürekli iyilikle beslemeyi unutursan ancak bir kuyuda hatırlarsın, dedi. Kelimeyi şahadeti fısıldarken mezar taşına doğru başı düştü.
***
YORUMLAR
İtikâfa girme, ruh haline bürünme..Vicdanıyla baş başa.şirke girdiyse haşa, tövbe ile arınma.Dualara sarılma, sığınakta bir kaç gün. Rabb'e döner döner bütün yön.Muhteşem bir yazı.Ara ara konuşlandırılan şiirler destansı bir hava katmış.Usta kalemi selamlıyorum.Sağlıcakla..Saygıyla.