F A R K
Hiç olmaması geren bir zamanda, olabileceğini asla düşünmediğim olayın neticesi ile buradayım. Şu yaşıma kadar olan hayatımda en içten ve samimi duygularımla bağlandığım ve bu dünyada geçmişle bağ kurabildiğim tek insanı az önce toprağa verdik. Yine yapmıştı yapacağını, herkesi toplamayı başarmıştı baş ucuna. Ölüm hayatın gerçeğiydi elbet, ama insan sevdiklerine konduramıyordu, yakıştıramıyordu. İnsan ister istemez kendi iç dünyasında, sevdiklerinin sevdiği sıralamaya göre yaşayacağını zannediyor. En çok sevdiği hiç ölmeyecekmiş gibi geliyor insana. Her ölüm erken ölümdü.
Böyle bir vesile ile doğduğum şehre geri gelmek de burkmuştu içimi. Geldiğim zaman farkına vardım özlediğimin. Tuhaf bir durumdu, ne geldiğim için iyi oldu diye biliyordum ne de kötü oldu diyebiliyordum. Sadece hüznüm iki kat artmış, gözyaşlarıma engel olmakta zorluk çekiyordum. Cenaze dolayısı ile gelmeseydim kim bilir ne zaman gelirdim. İş yaşamı, sebebi belli olmayan bahaneler üretmemizi sağlıyordu sevdiklerimize karşı. Kendimce haklı olduğum bu bahaneler neticesinde sevdiklerimi erteleye biliyordum. Ertelediğim aslında sevdiklerim değildi, kendime zaman ayırabilme inadıydı. Kendime sakladığım zaman, zamanla sevdiklerimi benden ayırdı.
- Yaşınız daha genç, benim yaşıma yakın yaşlarda anlamazsınız ne demek istediğimi. Hele yaşlanın, artık kendi bedeninize bile yabancı olduğunuz o yaşlarda insan etrafında kalabalık istiyor. ‘derdi rahmetli.
Onca şey söylerdi de ben bir tek ‘bedeninize yabancı olduğunuz zamanlar’ söylemine takılırdım. İnsan kendi bedenine yabancı olabilir miydi. Sorduğumda hemen cevap vermeyeceğini bildiğimden sormazdım. Bir anlam da veremezdim.
Mezarlıktan eve giden bu yolu onca kez yürümeme rağmen, yolun bu kadar uzun sürdüğüne hiç tanık olmamıştım. Dakikalarca yürüyerek uzaklaşmama rağmen sanki bir kaç adım geride bırakmışım hissi vardı yüreğimde. Bir avuç toprak, bunca hırsımızın son durağıydı, ve yağmur sonrası, sevdiklerimiz aldığı için mi toprak bu kadar güzel kokardı. Ben ona günümüzü ve geleceği anlatırdım tanıdığım kadarıyla. O da bana geçmişi anlatırdı hatası, sevabı ve yaşadıklarıyla. Geçmişle olan bağım kopmuş sanki zamanın bana ait bu düzleminde kaybolmuştum. Aklım bulanık, yüreğim sızlayarak bekledim, konu komşunun el ayak çekişlerini. İnsan yalnız kalınca daha bir karamsar oluyormuş. Geçti, gitti, bitti diye düşündüğüm ne kadar olay varsa, tek başına kalınca, aklımı kemiren farelere dönüşüyordu. Gece insanı neden bu kadar hüzünlendirirdi ki ya da yalnız kalmak mıydı bizi hüzün denizinde boğan.
Sabah yine yastığımı ıslak bulmuştum. Dünden içimde yer eden gözyaşlarım gecenin zifiri sessizliğinde firar etmişlerdi belli. Artık ne kadar dolmuşsam yastığımı ıslatacak kadar da ağlamışım. Bu günü de atlatırsam eğer, alışık olduğum beton grisi medeniyette devam eden hayatıma geri dönecektim. Burası küçük yerdi ve herkes birbirini tanıyordu. Alışık olduğum fakat deneyimlemediğim bir samimiyet sıcaklığı vardı. Ben boğuluyordum. Kendimi yeteri kadar özgür hissetmiyordum bu kadar tanınmışlık içerisinde. Ben deniz balığıydım. Kimsenin birbirini tanımadığı okyanuslarda yüzmek özgürlüğümdü. Eskiler samimiyetleriyle, tanındıkları yerlerde özgürlerdi. Sahi özgürlük neydi ki :
- istediğini yapmak mıydı özgürlük
- istemediğini yapmamak seçeneği miydi özgürlük.
Akrabalığın verdiği son sorumluluklarımı da yerine getirmeye özen gösteriyordum. Sanki eksik bir şeyler kalırsa ardımda, yeniden bu yere gelmek zorunda kalacakmışım sanıyordum. Ölene saygım vardı ama yaşarken. Ölmüş, kendi tabiriyle ebediyete göç etmişti. Ne gele bilirdi bir daha geri ne de benim zamanından önce gitmeye niyetim vardı. Cenaze töreni sakin ve olurunda geçmişti. Gelen, giden, telefonla ya da mesajla taziye dileklerini bildirenlerin de sayısı azalmıştı. Son olarak kendisine ait eşyaları toplayıp iyi durumda olanları ihtiyaç sahiplerine dağıtıp kapıyı son kez kilitleyerek gidecektim, çocukluğumu burada bırakıp. Elbiseler torbalara gitmesi gereken yerlere teslim edildi. Özel kullanımına ait eşyaları atıldı. Sanki evde ki yaşantısının delillerini yok ediyordum. Ayakkabılar kapı eşiğine bırakıldı. İllaki birileri alırdı. Komşuların getirdikleri kapları da temizleyip teşekkür nezaketiyle iade ettim. Tanıyanlar kendi imkanları doğrultusunda cenaze çıkan eve yemek getiriyorlardı. Ne değişik ama güzel bir davranış. Ellerinden geldiğince de yardımcı olmuşlardı bana. Plastik torbalarda getirilen, kullan at tarzındaki kaplarda yemeğe alışık olduğumdan, önce bir şaşkınlık yaşamıştım. Öyle ya biz tanımadığımız bir mekana, telefon yada uygulama aracılığı ile verdiğimiz siparişleri yine belki de ömrümde bir daha hiç görmeyeceğim kuryelerin getirmesine alıştık yıllar boyunca. Bu ilgi fazla geliyordu bana. Aynı dünyanın farklı boyutlarında yaşıyormuşuz sanki. Ben bilgisayar arkasında, cep telefonu klavyesinde insandım. İnternet var olduğunca ispatlıyordum kendime varlığımı. Böylesi temassal ilişkilerin yaşanmadığı, neredeyse aynı evde yaşayanların bile birbirlerini tanımadığı dünyanın bir üyesiydim. Akşam saatlerinde boşalan evin huzurunu parayla satın alamazdım. Bütün eşyalar toplanmış, her yer boşaltılmıştı. Az sonra bende evi kendi kaderine bırakıp, kedi kaderime doğru yol alacaktım.
Bir selam dahi vermeseler de temiz kıyafetli, seslerini duyamasam da kibar konuşan, hiç faydalarını bilmesem de yardım sever insanların yaşadığı medeniyete doğru gitmenin gururu vardı içimde. Az sonra, daha aynada dahi kendi yüzüne bakmadan sokaktaki insanların yüzünü görerek, sebep yokken mutluca gülümseyerek konuşan, sofradaki ekmeği paylaşmaktan kıyafetlerine yeterince önem vermeyen insanların, bu görüntü ve gürültü kirliğinden uzaklaşacaktım. Kendime ait eşyaları toparlayıp arabanın bagajına yerleştirdim. Birde ufak bir kutu var, rahmetlinin hatırası diye elime tutuşturdukları. Ne kadar almayayım diye ısrar etsem de, zorla verdikleri o kutuyu bir yerlerde atarım düşüncesi ile yan koltuğa koyup, ardıma bile bakmadan yola çıktım sonunda. Gidiş yolumda bana el sallayan insanların ne dediklerini duymasam da sesleri kulaklarımı yırtıyordu. Önce sesleri azaldı sonra görüntüleri kayboldu, ben ilerledikçe. Biran önce evime varmak adına hızlıca sürüyordum arabayı.
Kim bilir ne mailler gelmiştir şu bir kaç günlük yokluğumda. İnternetin çekmediği bu ücra yerden kurtulmanın sevinciyle, planlamalar oluşturuyorum hayatın olağan akışına inatla. Önce bir duşa girerim yok yok girmeden yemek siparişi veririm, anca getirirler. Duştan sonra, yemek yerken bir yandan da bilgisayar klavyesinin güvencesinde sosyal ilişkilerime devam ederim, gecenin ilerleyen saatlerinde de iş yerinden gelen mailleri kontrol ettikten sonra sağlam bir uyku uyurum düşüncesi daha şimdiden mutlandırıyor beni. Hafif müzik eşliğinde, yolun kıvrımlarına uyarak dikkatli ama heyecanla yoluma devam ederken takıldı gözüm o kutuya. İçinde para olmadığına emindim. Zaten rahmetli için de paranın bir önemi hiç olmadı. Maneviyat da karın doyurmuyor ki. Farklı duyarlılıklarımız vardı. Ben sevgiyi sembolize yaşarken, o dokunarak duyarak hissederek yaşamayı severdi. Eminim ki hiç bir eşyayı ben diye sevmemiştir. Hal bu ki ben öyle miyim. Her eşyaya bir anlam yüklerim ve onu sembolize ediyor diye dünyanın tüm pamuklarını severim. Aileyi sembolize ediyor diye bütün ağaç ve dallarına saygı duyarım. Ama rahmetlide bu tip bir anlayış bulunmuyordu. İllaki duyacak, görecek, dokunacak, aile birlikte olduğunda aileydi, bende ise aile kavramı, mekandan ve zamandan bağımsız yaşayan akrabalar bütünüydü. Denk gelinirse görüşülür, rast gelinirse konuşulurdu. Kutu elimde, yol kenarına iyice yaklaşıp camı araladım. İçinde benim için kayda değecek bir şey olup olmadığına bakıp yola sallama niyetindeydim. Hani bulan olur attıktan sonra, isim yazar, adres vardır içinde, bellimi olur bir telefon numarası çıkar, başıma bela olmasını istemezdim.
Yakıp dörtlüleri durdurdum arabayı. Güneşin kızıla boyamaya başladığı saatlere yeni girmiştik. Geceye kalmadan evde olmak niyetinde, hızlıca bakıp, kutuyu atıp, unutup yola devam etmeyi düşünüyordum, o resmi görene kadar. Oydu bu. Onun gençlik resmiydi. Ne kadar diri, ne kadar canlı ve ne kadar yaşıyor görünüyordu bu siyah beyaz fotoğrafta. En son gördüğüm haline hiç benzemiyordu. Zamana kafa tutar gibi bakışları, hiç bir nedenden dolayı başını eğmeyecek bir duruşu vardı. Yalan yok etkilemişti beni. Zaten geçmişte olan yakınlık ve birlikteliğimiz nedeniyle, o yaşlarıma ait bir hayranlık duyardım. Aklım ile gönlüm arasına sıkışmış hissediyordum kendimi. Aklen, aramızda çok fark vardı. Yaş farkını geçtim, yaşadığımız yerler aldığımız zevkler başkaydı. Hiç olmayacak kadar bir teknolojik farkımız vardı. O beni uçarı, ben ise onu eski kafalı olarak düşünüyordum. El alem için yaşar, ayıp olmasın diye davranırdı. Tam tersi duygularım vardı benim. Ben mutlu olabiliyorsam kimin ne düşüneceği pek de umurumda olmuyordu. Rahmetli başkasına saygı duyarak bir hayat bitirirken, ben o saygıyı önce kendime gösteriyor ve başkalarından da bekliyordum.
Bir başka resmi alıp daha dikkatlice incelemeye başladım. Kim bilir o yıllarda ne hayalleri vardı, hayata bakışı kim bilir nasıldı. Her resimde biraz daha, geçen zamanın acımasızlığına tanık oldum. Son resimle birlikte anladım ki çok şey değişmişti hayatında. Gözlerinin hayata gülümseyişinden belliydi, geçen zamanın canını yaktığı. Ancak onu tanıyanların benzetebileceği fotoğraflarla anlıyordum. Bir insanın içinin aynı kalıp dışının nasıl değiştiğine şahit oluyordum. O cümle geldi aklıma:
_ kendi bedeninize yabancı olduğunuzda anlarsınız...
Gerçekten de kendi bedenine hiç benzemiyordu o son gördüğüm hali. Zamanın ona adil davranmadığını düşündüm biran. Belki biraz kendine zaman ayırsaydı, belki biraz daha bakımlı olmayı deneseydi, belki sadece kendisi için yaşayabilseydi bu kadar bedenine yabancı olmazdı. Kesinlikle farklıyız. Ben kedim için, kendi içimde yaşamayı tercih ediyorum. En azından bedenimle birlikte yaşlanma planlarım var. Akıp giden zamana ayak uyduracak kadar cesaretli davranmalı insan. İçin çocuk kalmış, dışının içi geçmiş ne fayda. Şimdiden oldukça fazla zaman kaybı yaşadım bile. Olmak istediğim yerle, olduğum yer arasın da daha yüzlerce kilometre fark var, ama gitmeye gücüm yok, durmaya cesaret edemiyorum, dönmeyecek kadar da gururluyum. Resimleri kutuya bırakıp, ilk yol kenarı oteline kadar hiç duraksamadan devam ettim. Kafatasım sanki küçük geliyordu beynime, o derece zonklamalı bir baş ağrısı yaşıyordum. Daha önceleri de oldukça şiddetli baş ağrıları yaşamıştım fakat bu sanki geçmişten gelen ve geleceğe uzanan bir ağrıydı. Derinlerden, eskilerden gelen, düşünmemi engelleyen bu ağrıdan kurtulmanın bildiğim tek yolu, gözyaşılı derin bir uyku. Bulduğum ilk otel de işlemleri hızlıca halledip kendimi geceye teslim ediyorum. Ne umutlarla çıktığım geri dönüş yolculuğumun bitmeyişinin verdiği can sıkıntısı ile kahvaltımı bitirip çekiliyorum yeniden odama. Oldukça vaktim var ve bu sefer o kutu elimden öyle kolay kurtulamayacak. Resimleri tekrar incelerken fark ediyorum arkasına yazılanları ve ait oldukları mektupları. Her resim bir mektubun içinde gönderilmiş ya da alınmış. O zamanlar şimdinin teknolojisi olmadığından seven sevdiklerine kendini bu şekilde hatırlatıyormuş demek.
Resim 1 / Mektup 1
Oldukça genç yaşlarda, bir sokak fotoğrafçısı tarafından çekilmiş. Gayet özenli ve itinalı kıyafetlerle, bakanın yüzünde baharlar yaşatacak kadar samimi ve sıcak bir gülümseme var. Tarihi resmin arkasına detaylıca yazmış. Resmin çekildiği yer ve kısa bir not düşümü de unutulmamış.
‘ henüz hiç bir yerini gezip göremediğim ve yeni geldiğim bu şehirdeki mutluluğumu ve sağlığımı seninle paylaşmak için fotoğraf çektiriyorum ‘
- ‘ satırlarıma başlamadan önce, benden sual edenlere selam eder, büyüklerimin ellerinden, küçüklerimin gözlerinden hasretle öperim. Nasılsınız ? iyi misiniz ? iyi olmanızı Cenabı Allah tan niyaz ederim. Beni soracak olursanız, sağlığım gayet yerinde, yeni bir şehre gelmenin hüznü ile sizleri özlemekteyim. Olur da sizlerde beni özlemişsinizdir diye zarfın içine birde resim koyuyorum. Tek derdim ailemden uzakta olmak. Şükür başkaca bir derde sahip değilim. Sizlerin de sağlığı için dualar etmekteyim. Nasip olursa bu mektup elinize geçmeden ben işe başlamış olurum. İki göz bir eve kiracı oldum. Ev küçük olsa da, içinde benden başka kimse olmayınca sanki kaybolacakmışım gibi geliyor bana. Sizlerden uzak kalmak olmasa hele birde unutulma korkusu taşımasam...biran evvel bayram tatili olsa da gelsem yanınıza.
. . .
Mektubuma burada son verirken biran evvel cevabınızı beklerim. Sağlık ve afiyetle kalın inşallah. ‘
Ne kadar samimi yazmış satırları. Duygularını gizlemeden özlediğini de saklamamış unutulma korkusu yaşadığını da. Yine tek derdi ve önceliği her zamanki gibi ailesi. Günümüz yazışmalarına bakıyorum da, daha kısa ve bencilce cümlelerle o da bin bir nazla iki satırlık geçiştirmeler. Cep telefonlarının çağrı bildirimleri de olmasa gelenden gidenden haberi olmayacak insanın. Oysa ben hiç mektup almadım. Kapımı kargo paketi getirenler dışında birde fatura için çaldılar o kadar. Kimse bana, beni özlemişsindir diye bir resmini de vermedi. Gerekte yok zaten kimi ne aman görmek istesem anında görüntülü konuşmayla hallediyorum bu işi. Teknoloji büyük bir nimet aslında. Yanı sıra özlemle hasretle beklediğim bir postacı yolumda olmadı. Eskiden azdı ve az olanlar kıymetliydi. Şimdinin bolluğu içinde birçok şeyinde kıymet değerleri azaldı. Rahmetlinin kutusu da olmasa, bir resim kağıdını ömrüm boyunca elime hiç almamış olacaktım. Oysa resmi ilk eline alanların sevinçlerini cidden görmek isterdim. Kim bilir nasıl bir duygudur, bir başkası belki aylar sonra görecek diye süslenip en güzel kıyafetinle bir fotoğraf karesini ölümsüzleştirmek. Nasıl bir duygu ve mantıktır, bir resim karesini yıllarca saklamak. Bu kadar anıyı içinde tutup bir resim karesinde yeniden anımsamak hangi akla hizmettir anlayamıyorum.
Otelin kafe bölümünde belki de yüzünü bir daha hiç görmeyeceğim garsona kahve siparişi verirken diğer resimleri ve mektupları da gözden geçirme imkanım oluyor. Bitse de gitsem duygusunu bir kenara bırakıp bu kadar merak duygusu kuşanıp iki ara bir dere, gitmek için can attığım yerle, varmak için can verdiğim yer arasında kalmak da bir tuhaf geliyor bana. Arafta kalmış gibiyim. Ne kadar değeri kaybettik acaba, geçmişten kaçarken geleceği de tarumar ederek. Her resim ve mektupta bana uzak kalan ama tanıdık bir çok duygunun varlığını hissediyorum. Güven, dostluk, dürüstlük hele ki iletişim kavramlarının tanımları ne kadar değişmiş farkına varıyorum. Kabullenmek, benimsemek, ait olmak ve sahip çıkmak kavramlarının günümüzde ne kadar güdük duygular haline dönüştüğüne şahitlik ediyorum mektupları okurken.
Resim 4 / mektup 4
Bir stüdyo çekimi olduğu arka fondan belli olan bu resimde sanki daha yorgun ama dik duruşu ve gülümsemesinden zerre eksilme yok. Zamanın geçtiğinin dördüncü delili.
Daha da yaşlanmış görünüyor. Yaşlanmış değil de yıllanmış desem daha doğru olacak. Bunca yılın geçmesine rağmen yorgun görünmüyor. Sadece bıkkınlık hali bariz ortada. Resmin arkasına not eklemeyi ihmal etmemiş yine. Hakkını helal edip, ömrünü feda edenlerdendi rahmetli.
‘ hastalığım yeni yeni düzeliyor. Kendimi gün geçtikçe daha iyi hissediyorum’
‘ satırlarıma başlamadan önce
...
Umarım yolladığım para yetmiştir. Zira bu ay sağlığım bir miktar bozuldu. Tedavi için hesapta olmayan bir harcama yapmak durumunda kaldım. Aklınıza kötü bir şey gelmesin. Malum kış mevsimi bitti, bahar hastalığı diye bilirim. Dualarınızdan eksik etmeyin. Bir sonraki ay alacağım paradan bir çoğunu yollayarak, aradaki açığı kapatmaya çalışacağım. Ola ki beni düşünerek üzülür, tasa ederseniz, inanın ki ben de buradan hissederim sizin yaşadıklarınızı. Siz benim dik duruşumsunuz. Sizler benim hayata bakışım, yüzümün tebessümüsünüz. Gurbet yaşamının biran evvel son bulması dileğimle, sizlerin olmadığı her yer gurbetimdir.
...
Bir başkasını kendinden vazgeçercesine sevmenin ne demek olduğunu anlatan bu mektubu okuduğumda, dünyanın bütün öğreticilerinin birleşse de öğretemeyeceği dersi aldım kendimce. Aile kavramın ne kadar iç içe geçtiğini öğrendim her satırda. Yaşın sayılara bağlı olmadığını öğrendim. Tuhaf bir insandı rahmetli, ev dışında dışarıda yemek yemişliği yoktu. Beceremediğinden değil utandığından, millet evinde yemek pişireni yok da aç kalmış dışarıda yiyor demesinler diye. Bizim nesilde ise çok sıradan bir olay haline geldi. Dedim ya tuhaftı, sevdiklerinin yediğini görünce o da doyardı.
Kendisinin yolladıklarının yanı sıra, birde kendine gelen mektupları da saklamış, sıcak bir sohbetin aylar süren satırlarını kendisine anı olarak tutmuştu. Bende ve yaşıma yakın kuşaklarda böyle bir saklama gereksinimi hiç olmadı. Hatta telefonlarımızda hafıza sorunu yaşamamak ya da geçmişe şahitlik edecek bir şeyler istemediğimizden, bütün yazışmaları siler atarız bir anlamı bile olmadan. Kaç tane fotoğraf kaybolmuş, kim bilir ne kadar ses kaydı yok olmuş gitmiştir her telefon değiştirdiğimde. Acaba kaç tane ailede fotoğraf albümü kalmıştır merak ediyorum birden bire. Hangi aile büyüklerimizin resmini saklayıp da bizden sonra doğanlara tanıttık acaba. Yıllar sonra büyüyen kaç insanın kendi çocukluğuna ait resmileri olacak ellerinde. Sadece yaşıyoruz ve yaşadığımıza dair hiç bir kanıtımız olmayacak bizden sonra.
Gelen mektup - gelen fotoğraf
Bütün sevdikleri olmasa da o anda bulunan herkesi deliler gibi özlediğine eminim. Resme dikkatli bakan herkesin rahatlıkla göreceği gözyaşı izleri belli oluyor. Bir başına ve sevdiklerinden uzak kalmanın acısı gözlerinden taşmış.
Sıcak bir ev ortamında büyüklerin ayakta, yaş sıralamasına göre de küçüklerin önde ve yerde olacak şekilde dopdolu bir resim karesi. Kendinden sonra hayata gelenler içinde resmin üstüne akrabalık düzeyi, adı ve o anda kaç aylık olduğu notu da ihmal edilmemiş. Bu renkli resim karesi, zamanla birlikte teknolojinin de aile bireyleri ile tanıştığının kanıtı oluyordu. Emek edilerek yapılan bir haberleşme, nasıl olur da bizim nesilde zahmetli bir iş haline dönüştü. Herkesin birbirine destek olduğu yılları ne ara kaybederek birbirimize köstek olduğumuz zamana denk geldik. İnsan oğlu işte, elinde olanın kıymetini ancak elinden gittikten sonra fark ediyor, belki de bizden sonraki kuşaklar ya da nesiller neyi kaybettiğinin bile farkına varamayacak. Biz hiçbir şeyi amacına uygun kullanamadık, bizden sonrakilerde amaç dahi olmayacak.
...Satırlarıma başlamadan önce bizlerde hasretle selam eder, nasipse gözlerinden öperiz. İyilik haberlerini aldıktan sonra daha bir mutlu olduk. Bizlerde iyiyiz şükürler olsun. Oralarda bizlerden uzak bir başına yine bizim için uğraşıyor olman gurur ve özlem duygusunun arasında bırakıyor bizleri. Buraları bıraktığın gibi değişen pek bir şey olmadı, yokluğunun dışında. Mektubunun geldiği gün hep birlikte okuduk. Rabbim ayağına tas değdirmesin. Bizlerde buralarda senin yolladığın paralara ek olarak birikimler yapmaktayız. Sen bizleri düşünmeden kendine dikkat et, bu bizim mutluluğumuza yeter. Güçlü dur, korkma, arkanda kocaman bir ailen olduğunu unutma olur mu. Sana bu kışı atlatacak kadar erzak yolladık, umarız eline tas tamam geçmiştir. Yakın zamanda görüşmek dileklerimizle...
... - bende selam eder, hasret ve inadına vuslata yüreğinden öperim. Yokluğunun tek hüzünlü yanı bir yarım yokmuş gibi geliyor. Özlem mi dersin, hasret mi bilmem ama şu kısa sürede anladım ki sen benim kalbimin çarptığı yersin. Gurbetliğin biran önce bitmesi ve senin sağ salim hayallerine ve bize ve bana ve evine ve yuvana dönmen adına dualar ediyorum. Mektubun bu kısmını bana bıraktılar ve bir başıma yazmamı istediler. Bazen insanın dilinden dökülemeyen kelimeler parmaklarından kağıda akabiliyor. Bana iyi davranıyorlar ve senin yokluğunu hissetmemem için ellerinden geleni yapıyorlar. Lakin bir dünya bir araya gelse ve hepsi bana birbirinden güzel söz etse senin bir bakışın etmez. Nefesine kurban olduğum bunları yazıyorum diye sakin tasa etme. Dert edinme kendine. Sana demesen diyecek başka kimsem yok. İçimin hasretini mektubun ucunu yakarak anlata bilirim ancak. Sana söz sana yemin, sevgimi herkes bilecek ve bu yürek attığı sürece bir tek seni sevecek. Özlemle özlenen ve inatla beklenen yar, vuslat nasip olana kadar aklından yüreğinden düşüncelerinden ille de dualarından beri tutma beni. Muhabbetle kal...
Demek ki sevgi sadece dille anlatılan bir şey değilmiş. Yazılarak da duygular gönderile biliyormuş. Bu nasıl bir bağlılık, bu nasıl bir sabırla beklemektir. Ben iki gün görmediğimi unutuyorum istemsizce, gel de unutma. İlk unutan sen değilsen eğer mutlu olamıyorsun günümüzde. Satırlarla bağlılık, gelen postacıyı mı bekler insan yoksa postacının getirdiklerini mi. Bir insan hava koşullarına aldırış etmeden diğer insanların mutluluğu ve beklentileri için uğraşıyormuş o zamanlar. Kahvemi tazeletirken bir yandan da postacı tayfasına hem acıyorum hem de yaptıkları iş yüzünden gurur duyuyorum. cep telefonu büyük nimet. iletişim hızlanmış ama değeri azalmış gibi geliyor bana. Bir mahallenin birbirini tanıdığı zamanlardan çıkıp, ne ara aynı apartmanda hatta aynı evde oturup da birbirlerine yabancı olan insanlara dönüştük.
Geçmişe saygı duymaya başlarken, günümüzü de eleştiriyorum kendimce, geleceği merak ederek. Oysa gelecek, kendi ellerimizle oluşturduğumuz yaşam kurallarının hayata olan yansıması değil mi. Kağıt ve kalem arasında, aile bağlarının genişliğinde özgürce yaşayan insanların, yetiştirdiği nesil olarak, kullandığımız elektronik nesnelerin enerjileri ölçüsünde bağımsız ve yine o nesnelerin çalışıyor ola bilemesi için bir enerji kaynağının bir kaç metre yakınında kablolara bağlı bir özgür bir toplum olarak acaba bizden sonrakilere bizler neler vereceğiz korkusu sarıyor bedenimi. Gelen bir mesajın bildiri sesiyle irkiliyorum,
- nbr
- iidir. Sndn nbr
- nrdsin
- benm eve geç. Glince anltrm. 2 saate evdym. Yiyck bişyler al.
- tmm
- grşrz
- grşrz
Ufak bir yazışmadan sonra geliyorum kendime. Ait olduğun yer mi yoksa uyum sapladığın yer mi sorusu takılıyor aklıma. Hesabı ödeyip acele yola çıkıyorum. Okuduklarımı ve gördüklerimi zihnimin karanlıkların gömerek uzaklaşıyorum. Daha hafif ve daha sakinim sanki. Kutuyu bir çöp bidonuna bırakıp kurtuluyorum beynimi yakan karmaşadan. Herkes kendi zamanını yaşamalı. Rahmetli kendi zaman dilimine uyum sağlamış ve ait olduğu dünyasında bir ömür tüketmişti. Hayat dediğimiz yaşam süresi eğri ve doğru, iyi ve kötü, güzel ve çirkin arasındaki seçimlerden ibaret değil miydi. İyikiler ve keşkeler arasında biterdi her ömür. Sıra bendeydi artık.
Ya inandığın hayatı yaşarsın
Ya da yaşadığın hayata inanırsın
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.