Gönül Yarası
Bu gün çok rahattı programı Sinan’ın. Sabah geç başlıyor, akşam erken bitiyordu. Haftada bir gün böyleydi. Programın rahatlığından dolayı Çarşamba günleri o çok sevdiği eski model ama bakımlı, kırmızı arabasını almaz, otuz - otuz beş dakikalık mesafede bulunan okuluna (Öğretmenler okul için asla işyeri demezler.) yürüyerek giderdi havalar güzel olduğunda. O gün de öyle günlerden biriydi. Bir sahil şehrinde ticaret lisesinde muhasebe öğretmeniydi Sinan. Dersi bitince çantasını alıp mis gibi portakal çiçeği kokan yolda derin derin nefes alıp, bu güzel kokuyu içine çekerek, günün stresini atıp rahatlamaya çalışıyordu. Evliydi. Biri erkek diğeri kız iki çocuğu vardı. Büyük erkekti, üçüncü sınıfa gidiyordu. Gayet başarılı, daha şimdiden hedefini koymuş, eczacı olmak istiyordu. Küçüğü yani kız ise henüz anaokuluna gidiyordu. Sanki bir ay parçası gibiydi. Gülünce gözlerinin içi gülüyor, etrafına huzur veriyordu. Güzelliğini annesinden, gülüşünü ise babasından almıştı. Sinan’ın kendisi gibi öğretmen olan eşi Nilgün, çok güzel, alımlı ve bir o kadar da çevresinde sevilen bir kadındı. Evlerine yakın bir ilkokulda müdür yardımcılığı yapıyordu.
Sinan on beş yıllık, eşi ise on yıllık öğretmendi. Sinan bu şehre gelmeden önce güneydoğuda dört yıl çalışmış, epey zorluklarla karşılaşmıştı. İklim şartları, ulaşım ve çevresel etmenler epey bir zorlamış, buraya gelince biraz rahatlamış, kendisine yeni bir çevre kurmuş, yeni dostlar, arkadaşlar edinmişti. Bu yeni çevrede arkadaşı Ebru sayesinde Nilgün ile tanışmışlar. Çok geçmeden de evlenmişlerdi. Mutluydular. Küçücük bir evleri, eski de olsa ayaklarını yerden kesecek bir arabaları ve evliliklerinin meyveleri olan iki çocukları vardı. En önemlisi işleri vardı ve sağlıklıydılar.
Böylesine güzel bir tablo olmasına rağmen, Sinan’ın ara ara daldığı, düşünmeden edemediği, kafasını meşgul eden bir derdi vardı. Böyle yürüdüğü, yalnız kaldığı zamanlarda kendini dinler, kafasını meşgul eden dertlerini düşünürdü. Öyle hastalık, geçim derdi, çocuklar, borç ya da ailevi bir şey değildi düşündüğü. Aslında eşini, çocuklarını çok sevmesine, mutlu bir aile tablosu olmasına rağmen unutamadığı, hep eksikliğini hissettiği, şimdi nerede olduğunu bile bilmediği eski sevgilisi, gönül yarasıydı düşündüğü.
Ara ara kanardı bu yarası. O kanayınca, kimse bilmese de ne yaşadığını, acı çeker, ıstırap duyar, yüzü kızarır, utanırdı. Eşine, çocuklarına karşı haksızlık ettiğini düşünür, suçlanırdı kendi kendine. Kolay değildi elbet, insanın çok severken sevdiğinden ayrı düşmesi, ayrılmak zorunda kalması. Kıymet’ti adı. Kıymet’im, kıymetlim diye sever öyle seslenirdi. Tam üç yıl sürmüştü sevdaları. Birbirlerini bir gün görmeseler dayanamazlar, telefon eder konuşurlardı uzun uzun. Evleneceklerdi. Küçük bir sahil kasabasına yerleşecek mutlu mesut yaşayıp gideceklerdi. Balık tutmayı çok seviyordu Sinan. Birlikte çok gitmişlerdi kıymetlisi ile birlikte. O yüzden istiyorlardı sahil kasabasını. Yine birlikte balığa gitmek, bu özel anları tekrar yaşamak istiyorlardı.
Her güzel şeyin bir sonu vardır, derler ya işte öyle oldu. Kıymet’in babası istemedi Sinan’ı. Hor gördüler, küçümsediler. Ona göre Sinan’dan çok daha iyilerine layıktı Kıymet. Zengin bir ailesi, daha iyi bir mesleği olmalıydı Kıymet’in evleneceği kişinin. Varsın Kıymet sevmezse sevmesin, beğenmezse beğenmesin. Zaten Kıymet’in, Kıymet gibilerin fikirlerinin bir önemi yoktu toplumun bir kesiminde. Babası istiyor, beğeniyor ya. Sinan çok söyledi sevdalısına kaçalım diye ama ikna edemedi. Sevdasından vazgeçmek pahasına hasta babasını bırakıp gidemedi. Giderse babasının çok üzüleceğini, kahrından öleceğini düşündü Kıymet. Ayrıldılar istemeye istemeye.
Çok geçmeden ünlü bir işadamının oğlu ile evlendirdiler Kıymet’i. Kabus dolu günler daha düğün günü başladı Kıymet için. Herkes eğlenirken o göz yaşı dökmekte, içine içine ağlamaktaydı. O gece kendisini kirlenmiş hissetti. Sinan’ı düşündü. Düşündükçe pişmanlık yaşadı, “Keşke kaçsaydım.” diye hayıflandı kendi kendine. Artık kabullenmekten, sevmediği biriyle yaşamaya alışmaktan başka çaresi kalmamıştı. Kısa bir süre sonra lüks bir semtte, hayal bile edemediği kocaman bir villada yaşamaya başladı Kıymet. Çok geçmeden alıştı yeni hayatına. Partiler, çaylar, yurt dışı gezileri, emrine amade uşağı, şoförü. Alışmasın da ne yapsındı. Öyle elinin tersiyle atabileceği şeyler değildi bunlar. Hem başka çaresi de yoktu. O zaman tadını çıkartmalıydı. Öyle de yaptı.
Sinan mı?
Kıymet ile ayrıldıktan bir yıl sonra Ebru sayesinde Nilgün ile tanıştılar. Ebru hem Sinan’ın hem de Nilgün’ün ortak arkadaşıydı. Sinan ve Nilgün’ü bir araya getirebilmek, tanıştırabilmek hatta anlaştırıp yuva kurdurabilmek için ne dolaplar çevirdi, ne masum planlar yaptı. Ama sonunda amacına ulaştı. Sinan ve Nilgün artık Ebru olmadan bir araya gelmeye, birlikte planlar yapmaya başladılar. Tanıştıktan altı ay sonra da evlendiler. Artık çocukları ile birlikte sıcak bir yuvaları ve mutlu bir yaşamları var. Lakin bütün bu güzelliklere rağmen geçmişte yaşananlar nasıl yer etmişse beyninde ara ara depreşip o günlere götürüyor Sinan’ı.
O gün okuldan çıkıp eve doğru yürürken telefonu çaldı. Kayıtlı olmayan bir numara arıyordu. Açmakla açmamak arasında bir müddet tereddüt etti. Çünkü tanımadığı numaraları açmazdı. Bir an çocukların okulundan arıyorlarsa diye düşünüp açmaya karar verdi. “Merhaba.” dedi telaşlı, ürkek bir ses. Konuşup konuşmamakta kararsız, ne konuşacağını bilmeyen bir ses “Sinan Bey’le mi görüşüyorum?” diye sordu. Çok tanıdık bir sesti telefondaki. Sesin kime ait olduğunu çıkarmaya çalışarak “Evet.” diye karşılık verirken içinde yaralı bir güvercin kanat çırpmaya başladı. Yer kayıyordu sanki ayaklarının altında. Sendeledi, tutunacak bir yer aradı, bulamadı. Başı dönüyordu. Bu tür duyguları ancak filmlerde olur sanıyordu. “Aman Allah’ım, Kıymet bu.” diye geçirdi içinden. Unutmamıştı sesini bunca seneden sonra. Tamam, ara ara düşünüyor, nerede ve nasıl olduğunu merak ediyordu. Hatta özlüyordu. Ama hepsi buydu, bu kadardı, daha ötesi yoktu. Kendini çimdikledi gerçek mi, diye. Nasıl oldu bilmiyorum ama bu anlık düşünceden kurtulup toparladı kendini Sinan. Yol üzerinde bir banka oturup konuşmaya çalıştı. “Buyurun, ben Sinan.” dedi. Sanki sesi tanıyamamış ya da emin olmak istermiş gibi sordu.
- Siz kimsiniz?
Bu defa tereddüt etme sırası telefondaki sesteydi. Niçin aramıştı bunca yıldan sonra. Madem arayacaktı, niçin önce aramamıştı. Mutlu değil miydi? Niçin başka biriyle evlenmeyi kabul etmişti? Kafasında daha önce aklına gelmeyen yığınla deli sorular, kuşkular, acabalar oluşmaya başladı. Telefon etmese iyiydi ya etmişti işte. Çaresiz konuşacaktı. Sesi titreyerek,
- Merhaba Sinan, ben Kıymet.
Sesi kesik kesik çıkmıştı sanki ağlamaklı gibi. “Umarım zamansız arayıp da seni rahatsız etmedim.” dedi mahcup bir ses tonuyla. Ama devamı gelmedi hıçkırıklara boğuldu, konuşamadı. Telaşlanmıştı Sinan. Sanki yıllar yıllar öncesinde olduğu gibi belki koruma içgüdüsüyle, belki yardımcı olabilme telaşıyla belki de ne yapacağını bilemediğinden heyecanla peş peşe “ Kıymet, Kıymet, kıymet!” diye en az üç kez seslendi. “ Ne oldu sana niçin ağlıyorsun? Sakin sakin anlat ki anlayayım, elimden gelen bir şey varsa yardımcı olayım.” dedi ama Kıymet hala hıçkıra hıçkıra ağlıyordu. Bekledi sabırla, bunca zaman onu görmeden nasıl durduysa öyle bekledi. Nasıl olsa sakinleşecekti. Çok sürmedi bu ağlamaklı durum. Kıymet konuşmaya başladı usuldan. Sanki günah çıkartmak ister gibi “ Hata yaptım kaçmamakla, aileme karşı koymamakla, senden vazgeçmekle.” dedi. Ağzından çıkan her söz pişmanlığı, çaresizliği, mutsuzluğu tarif etmekteydi. “Alışırım zannettim, unuturum sandım. Olmadı. Ne alışabildim ne de unutabildim. Aksine yaşadığım her gün, aldığım her nefeste sana olan hasretim, sevgim, özlemim daha da arttı. Sensiz geçen her gün cehennem azabına dönüştü. Çok pişmanım Sinan. Eğer varsa bir yolu beni affetmenin affet ne olur. Affet ki en azından affettiğini bilip biraz olsun huzur bulayım. Affet ki mezarımda bari rahat uyuyayım.”
Şaşkın bir şekilde Kıymet’in itiraflarını, pişmanlıklarını dinleyen Sinan mezar lafını duyar duymaz “ Dur, dur ne diyorsun sen, ne mezarı, ne ölmesi Kıymet’im, ağzından yel alsın.” dedi, sanki yıllar öncesindeymiş gibi, endişeli bir ses tonuyla ne söylediğini bilmeden. Kıymet’in konuşmasına fırsat vermeden nasıl hitap edeceğini de bilemeden sordu,
- Ne oldu, hasta mısın? Niçin hemen ölecekmiş gibi konuşuyorsun? Bir yerde buluşup
yüz yüze konuşalım mı?
“Hayır.” dedi Kıymet. “Seni görürsem daha kötü olurum, yüreğim dayanmaz. Seni aramam bile hataydı. Söz geçiremedim yüreğime. Artık ne konuşmak ne de görüşmek istemem. Sen de lütfen aramamış kabul et. Düşün ki böyle gir görüşme hiç olmadı, ben seni hiç aramadım.” dedi ve kapattı Sinan’ın konuşmasına fırsat vermeden. Sinan hemen aradı numarayı ama Kıymet açmadı. Yine aradı. Bu defa telefon kapalıydı. Mesaj yazdı telefonu aç diye ama nafile. Artık, ulaşılamıyordu Kıymet’in telefonuna.
“Neydi şimdi bu, biraz önce ben ne yaşadım, gerçek miydi bu olanlar?” diye söylendi kendi kendine. Bir sigara yaktı. Derin bir nefes çektiği sigaranın dumanını savururken havaya, olanları anlamlandırmaya, gerçek olup olmadığını anlamaya çalışıyordu. Sanki üzerinde tank geçmiş gibiydi. Ne yapmalıydı? Başı zonkluyor, sağlıklı düşünemiyor, aşırı heyecan yapıyordu. Üç sigara içti ard ardına sanki yaşadıklarının sorumlusu ya da çözümü sigaraymış gibi.
Ağır ve dalgın adımlarla yürümeye başladı. Eve nasıl ve ne zaman geldi hatırlamıyordu. Gözünü açtığında Nilgün yeni gelmiş Sinan’a kızmaktaydı, kapıya bakmadı diye. Nilgün’e ve çocuklara bir şeyler söylemek şöyle dursun, belli etmemek için kitap okuyormuş gibi yaptı. Çocuklara ve Nilgün’e her bakışında utanıyor ama kalbine söz geçiremiyordu. Aklında hep Kıymet vardı. Bir daha aramasını beklemekten başka çaresi yoktu.
Aylarca bekledi ama bir daha aramadı Kıymet. Sinan her gün her fırsatta aramak, konuşmak, sesini duymak istedi ama telefon hep kapalıydı. Kabuk bağlamaya yüz tutmuş yarası tekrar kanamıştı. Zamanla tekrar unuturum dese de söz geçiremedi yüreğine. Ara ara dalıp gidiyor, nerede olduğunu unutuyordu adeta. Soranlara bir şey söylemiyor, yorgunum, uykusuzum gibi bahanelerle geçiştirmeye çalışıyordu. Nilgün ise bu durumdan endişeleniyor, bu durumu havalarla, yorgunlukla, yaşadıkları olaylarla anlamlandırmaya çalışıyor ama mantıklı bir sebep bulamıyordu. Sinan’a da sormak onu bunaltmak istemiyor, bir rahatsızlığı varsa kendisi söylesin istiyordu.
O konuşmanın üzerinden tam altı ay geçmiş, bu süre içerisinde yaz tatili gelip geçmiş ve tekrar okullar açılmış hatta bir ay geçmişti. Durum hala aynıydı. O gün okuldan erken çıkıyordu. Hava hafiften serinlemiş olmasına rağmen arabasız gelmişti okula. Biraz yürüyecek kafasını dağıtacaktı.
Okuldan çıktı. Yol üzerinde mahallenin tuhafiyecisi Sezin Hanım, bakkal Kenan, kasap Hamdullah ve eczacı Sabri ile selamlaştı. Sabri Bey, hoş sohbet bir insandı. Ara sıra birlikte kahve içip sohbet ederler, memleket meselelerinden, havadan sudan bahsederlerdi. Sinan muhasebeci olduğundan çevredeki esnafın defterlerini kontrol eder onlara yardımcı olurdu. Sabri Bey Sinan’a seslendi.
- Vaktiniz varsa buyurun bir kahve içelim, biraz sohbet edelim.
Sabri Bey’in sohbetlerini severdi. Kafası da bu kadar meşgulken biraz dağıtmak iyi gelebilir diye hemen girdi içeri. Sabri Bey, Sinan’la birlikte gelen bir müşteri ile ilgilenirken Sinan da sehpanın üzerinde duran gazeteyi karıştırmaya başladı. Genellikle arka sayfadaki spor haberlerini önce okur, sondan başa doğru gelirdi. Bir intihar haberi ilişti gözüne. Normalde bu tür haberleri hiç okumaz sadece yaşadığı şehirde olursa şöyle bir bakardı tanıdık biri mi diye. Yine bölgesel bir haberdi ilgisini çeken.
“ Ünlü işadamı M.K’ nin eşi K.K’nin sır ölümü.” diye başlıyordu haber. Kentin hemen çıkışındaki ormanlık alanda arabasının içinde, kafasına sıkılmış tek kurşun ile hayata veda etmişti K.K. olayla ilgili başka da bir şey yazmıyordu. İntihar mıydı yoksa cinayet mi? Hiçbir şey yazmıyordu. Bir de ölen kadının bir fotoğrafı vardı. Altı aydır haber alamadığı kişiye Kıymet’e benziyordu. Yoksa O muydu? Dikkatlice baktı, inanamadı bir daha baktı. Evet, Kıymet’ti. Ama konduramadı, yakıştıramadı ona ölümü. Bu yüzden inanmak istemiyordu.
Sabri Bey müşterisini göndermiş, kahveleri de hazırlayıp gelmişti. Sinan’a bakınca anladı bir şeyler olduğunu ama emin olmak için sordu.
- Hayırdır, kötü bir şey mi var?
- “Yo yo!” dedi Sinan. Ama sesi titriyordu.
Geçiştirmek istercesine “Bir arkadaşıma benzettim, ama değilmiş.” dedi. Sabri Bey de üstelemedi. Sohbet etmeye çalıştılarsa da olmadı, hep tutuktu Sinan. Kahvesi bitince izin isteyip çıktı. Her zaman ki gibi evin yolunu adımlamaya başladı. Kafası çok karışıktı. Altı ay önce aramış, ölümden bahsetmiş, bir daha da aramamıştı. Demek ki uzun zamandır planlıyordu ölmeyi. Ama neden? Değer miydi, canına kıymaya? Çocukları var mıydı, varsa kız mı yoksa erkek miydi? Çocukları değilse de ben bile hala özlerken kocası özlemez miydi? Yolun kenarındaki bir banka oturup bir sigara yaktı. Üflerken boşluğa içine çektiği dumanı sanki kafasının içindeki bütün hapsolmuş düşünceler de savruluyordu havaya. Gözleri yaşardı. Nefesi sığmıyordu göğsüne. Yüreği azgın dalgalar gibi kabarıyor, bir hışımla kayalara çarpar gibi inip kalkıyor göğsü. Kalbi yerinden fırlayacakmış gibi hızla atmakta, başı dönmekte, etrafındaki her şey kuralsızca birbirine çarpmadan ama durmadan hızlanarak koşuşturmaktaydı. Önce sigarası düştü elinden sonra bedeni kaydı oturduğu yerden.
“Çok şükür, kendine gelebildin, iyi misin hayatım.” dedi Nilgün, uzun zamandır baygın yatan eşine. Öptü yanaklarından. “Çok korktum, ne oldu sana?” dedi tekrar ellerini sıkı sıkı tutarken. “Biran çıkıp gideceksin hayatımızdan diye çok korktum.” dedi. İki damla yaş süzüldü gözlerinden Sinan’ın. Utandı. “Çocuklar.” dedi, ağlamaya başladı. “ Özür dilerim sizleri korkuttuğum için, artık daha dikkatli olurum.” dedi. Nilgün de üstelemedi ne oldu diye. Ama sanki her şeyi ta en başından beri biliyormuş gibi bir dörtlük döküldü ağzından.
Bir gönül yarası vardı geçmeyen
İki damla yaştı yüreğinden damlayan
Bir kurşunmuş acıları dağlayan
Bir kurşunmuş hayatları bağlayan
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.