Eyvah Eyvah
Okuduğunuz yazı Günün Yazısı olarak seçilmiştir.
Antika Yönetim İşleri.. Antika Düşünceler...
İnsanlar zaman boyunca hayvanları evcilleştirmeye ve yönetmeye çalışıyor, bunun için meslekler bile oluşmuş değil mi. Çobanın çağımızda adı mesela; Sürü Yöneticisi olmuş, bunun gibi isimlendirilmeler işte. Sanki Çoban tanımı eski çağa ait, Sürü Yöneticisi veya Sürü Müdürü yeniçağda verdiğimiz isimler.
Evcilleştirme dediğimiz olay ise koyun ve keçinin, at, eşek ve devenin, köpeğin vb vs insana hizmet etmesi, insana yardımcı olması, beslenmesini, ulaşımını ve korunmasını sağlamak bir şekilde. Keçilerin evcili varken yaban keçileri ise evcilleştirilememiş veya yaban koyunları veya köpeklerin atası denilen kurtlar…Tüm bunların yanında evcilleştirilemeyen hayvanlar da var. Mesela geyikler, ren geyikleri, ayılar, aslan vb vs türler. Ren geyikleri elbette koyun keçi gibi güdülebiliyor ancak evcilleştirilemiyor. Yararlanabiliyorsun geyiklerden ancak bir koyun keçi veya köpek gibi değil. Nüans farklılığı mı demeliyiz tanımlamak epey zor.
Peki insanlar nasıl evcilleştirildi. Yerleşik hayata geçişle mi? Yapı yapmak, konak yapmak mıydı insanı yerleşik hayata geçiren. Bu yapıların merkezine ise tapınağı koymak insan evcilleştirilmesinde bir kolaylık mı sağlıyordu. Tanrı muammasını da tapınakların ve toplumun merkezine almak. Lakin insanı evcilleştiren kimdi, diğer insanlar mı, yoksa unuttuğumuz ve insandan daha üstün olduğunu düşünmemize iten göksel türler mi?
Mesela melek kavramı, şeytan kavramı, Tanrının eli olan krallar kavramı hepsi insanı evcilleştirmek için miydi? Sürü yönetimi gibi insan yönetiminde de en etkili tekniklerden biri ses ile evcilleştirmek değil mi?
Gonk sesi, davul sesi, çan sesi ve ezan sesi… Sabah ezanları okunurken bulunduğum çevrede aklıma bunlar geldi, yazmak istedim nedense.
Az çok bildiğimiz ve daha araştırılmaya devam eden kültürlerden en eskileri 5-6 bin yıllık bir döneme ait, ondan eskisi son buzul çağının sonuna yani günümüzden 10-12 bin yıl öncesine tarihleniyor. Antik kültür filmlerinde boru sesleri ile kalabalıklar hareket ettiriliyor, boynuzlar üfleniyor, savaş tamtamları çalınıyor ve insanlar emir almış gibi birlikte hareket ediyor. Aynısı davul, çan ve ezan gibi sesler için de geçerli. Yine dinler tarihinde İsrafil’in sura üfürmesi gibi bir çok sesten bahsedilir. Ses ile bir şeyler hareket ettirilir. Sesin frekans gücü diye bir şey var mı acaba?
Yine günümüz teknolojisi ile yapılması hala imkânsız olan antik yapılardaki tonlarca ağırlığı olan yontulmuş taş ve kayaların ses frekansları kullanılarak hareket ettirilmesi de bir teori. Dünyanın bir çok bölgesinde insanın yapamayacağı yapılar var. Sanki jiletle kesilmiş gibi koca koca kayalar aralarına incecik bir tül veya kâğıdın bile sığamayacağı bir mükemmellikle sıralanmış.
İnsan sormadan edemiyor üleyn namıssızlar nasıl yaptınız o yapıları… Devler mi varıdı, cinler mi, melekler mi, bilmediğimiz başka türler mi.. Ha keza cini meleği de bilmiyoruz ya sadece söylence sonuçta…
Daha önceleri bu konuları düşünürken Taş Kafalar tanımını kullanmıştım. Taşa ve kayaya öyle şekiller verilmiş ki onca araştırmaya, teknolojiye ve bilime rağmen açıklanamıyor. Yapılan açıklamalar ise tatmin etmiyor.
Herkesin az çok haberdar olduğu Mısır Piramitleri önce günümüzden 4.000 -5.500 yıllarına tarihlenirken artık günümüzde son buzul çağından hemen öncesindeki döneme yani 10-12 bin yıl öncesine tarihlenmeye başladı, elbette bu tarihlemeler bilimsel yöntemlerle yapılıyor. Bilimin yetersiz kaldığından değil tüm bu karmaşa, daha kendimizi veya sorgulayan insanları tatmin edemediğinden değil, daha doğru yöntemleri bulamadığımızdan.
Hayvanı, taşı ve insanı kontrol eden sesler veya seslenmeler. Sanki zamanla yavaş yavaş alıştırıldığımız, öğretildiğimiz bir deney sahasında gibiyiz.
Mesela günümüzde hala kullanılan ve yerini ekseriyetle telefon alarmlarına bırakan çalar saatlerin sesi de aynı değil mi. Kendimizi zamanında uyandırmak için kullanıyoruz. Askeriyede kalk saatleri ve yat saatleri de aynı, komutsal bir yönlendirme hepsi. Okullarda ders saatleri, paydos saatleri.. Narkotik köpeklerinin eğitilmesi gibi sanki asırlardır sesler ile yönlendiriliyor değil miyiz? Farkı ne? Yapay Zeka olsam bu şekilde mi düşünmem lazım gelir..
Günümüz teknolojik uygulamalarında ise tüm bunlara algoritma demiyor muyuz? Makineleri, cihazları kendilerinin anlayabileceği bir komut ve ses ile yönlendirmiyor muyuz?
Acaba dünyada yaşayan herhangi bir canlı Tanrı’nın sesini duydu mu? Araştırabildiğim kadarıyla bu sorunun cevabı hayır. Bunun yanında dünya dışı veya uzay dediğimiz mekana da kulaklar gönderiyoruz, sinyal almaya çalışıyoruz, uzayın sesi, insan üstünün sesi acaba nasıl diye. Üç Cisim Problemi adlı film de bu konuyu işliyor. İnsanlık alemin derinliğinden yalnız olmadığımızı bulmak istiyor asırlar asırlar boyunca.. Lakin nafile, kişisel ömrümüz çok kısa, toplumsal hafızalarımız çok unutkan, insanlık tarihini bilmiyor çoğunluğumuz.
Düşmüş melek anlatılarından, Anunnakilere, dinsel vahiylerden, Tanrının konuştuğu söylenilen Krallara veya aydınlanmış, nirvanaya ulaşmış denilen insanlara kadar neyle ve nasıl yönetildiğimiz ve yönlendirildiğimiz tam bir meçhul.
Tüm bunların yanında dünyamız elektriğin icadı ve yayılmasından önce tam bir karanlık içinde değil miydi görsel olarak. Yıldızlar daha net görülebiliyor ve haritalandırılabiliyordu. Çocuklarımızın odalarının tavanlarına bile karanlıkta parlayan yıldızlar yapıştırmamızın nedeni ne olabilir. Sahi, 12 bin yıllık sürecin son 100 yılında biraz daha aydınlatabildik mi dünyayı eskiye nazaran. Günümüzde 24 saat uyuyamayan şehirlerden bahsediyoruz, günün her anında şehrin insanlarının ayakta olduğu şehirlerden. Elbette bir kısmı uyuyor mecburen, lakin sanki bir devir teslim gibi hayat maceramız. Birileri uykuya dalarken birileri uyanıyor, birileri dinlenirken birileri çalışmaya başlıyor adına iş dediğimiz bir macerada.
Sesle yönetildiğimiz veya yönlendirildiğimiz kadar işaretler, izlerle de yönetiliyoruz. Günümüzde en bilineni trafik işaret ve işaretçileri. Birileri o işaret ve işaretçileri yol kenarlarına koyarken birileri de o işaret ve işaretçilere göre hareket ediyor değil mi?
Yazı da bir işaret, işaretçileri ise harfler, matematikte sayılar işaret ve işaretçilerimiz.
Zihnimizin girdi birimi ile çıktı birimleri var. Beş duyudan bahsediyoruz, sonra biraz giz sır katar gibi üçüncü gözden, içsel kulaktan, daha derinsel bir burundan bahsediyoruz kimi kitaplarda, anlatılarda ve öykülerde. Kimi organlar çift yönlü çalışırken kimi organlarımız tek yönlü çalışıyor.
Toprak aynı toprak olsa da ağaçlar farklı mesela, ağaçların meyveleri farklı. Bir karışlık mesafede aynı topraktan farklı bitkilerin yetiştiğini görüyoruz ve tüm bunları bir şekilde o canlı veya canlıların Dna programına bağlıyoruz. Aynı malzemeyi alıp topraktan farklı çıktı veriyorlar bize. Yine de nasıl olduğunu ne kendimize ne günümüzde yaşayan insanlara tam olarak açıklayamıyoruz. Keza ölülere, zaten bu işin doğrusu bu diyemiyoruz, sizler yanlış biliyormuşsunuz dememiz imkansız oluyor. Lakin Tanrı Allah din deyip geçiştirmeye çok meraklıyız.. İnsanlığın ortak düşmanı kim ve nedir? Tanrı mı şeytan mı melek mi cin mi veya başka bir şey mi, çünkü dünyada ve insanda ve daha içsel organlarımızda tam bir vahşet söz konusu.
Eski kır kültürümüzde daha serttik belki de, kemiklerimizden derimize duyularımızdan hislerimize kadar daha serttik. Zaman içinde cıvıdık mı?.
Yıldızların oluşumunda da yoğunlaşmalardan, içe ve dışa patlamalardan bahsediyoruz. Volkanlardaki basıncın koca dağları nasıl parçaladığını görüyoruz, seyrediyoruz. Tüm bunlar olmuş veya oluyorken zihinlerimizin de şekil değiştirmesi, değişmesi, yoğunlaşması ve içe ve dışa basınç uygulaması hayret verici bir olay değil ki… Zihnimiz nasıl dolar, kapasitesi ne kadar, kullanabildiğimiz kapasitesi ortalama yüzde 10 mu? Yüzde 90’ını nasıl çalıştıracağız mesela? Hareket ederek mi, okuyarak mı, görerek mi, koklayarak mı, nasıl?
Kabına sığmamakta direnen bir yaşam serüvenimiz var.
Ancak git gide değişiyor bir şeyler değil mi? İnsan yönetiminden hayvan ve doğa yönetimine kadar bir değişiklik meydana geliyor dünyamızda. Lakin yine de ne kendimize ne de çevremize tam hâkim olamıyoruz. Tüm hayvanları köleleştiremediğimiz gibi, doğayı da kontrol altına alamıyoruz, İnsanları sürü gibi yönetmeye çalışırken yine de birileri çıkıp düzeni sorgulayıp tekerimize çomak sokuyor sanki. Tekere çomak sokan insanları ise bir şekilde cezalandırıyoruz.
Halk edebiyatında, din ve bilim tarihinde, devlet yönetimlerinde, toplumsal olaylarda, bölge yönetimlerinde bir çok örneği olsa da insan nüfusu göze alındığında bu tür insanların sayısı ise var içinde yok gibi bir şeye tekabül ediyor. 10 insan sayınız bana tekere çomak sokmuş olsun? 3-5 kral, 3-5 vahiyci, 5-10 büyücü, 10-15 filozof, 20-25 matematikçi fizikçi, 15-20 halk ozanı, 3-5 şaman mıydı tarihte tekerine çomak sokan bu sistemin vb vs ?
Çağımızda en çok bilinenleri fizikçiler veya pozitif ilimciler dediğimiz insanlar olarak karşımıza çıkıyor. Bildiklerimiz ve toplumsal öğretilerin dışında bir bilgiden bahsedenlerimiz her kıta ve coğrafyada sanki yok hükmünde ve yok gibiler kalabalıkların içinde.
Evet evet yine ayaklarım üşüyor maalesef, çok soğukta donuyor çok sıcakta pişiyoruz. Sanki günümüzde anlık donma ve yanmaları yaşamamız daha sık meydana gelmeye başladı.
Nasıl yapıldığını öğrenemedik daha özdeki hakikatin. Tüm bunların yanında tarihsel yaşamımızdan günümüze daha vahşilikten kurtulamadık.
Gel git, getir götür, otur kalk, uyu uyan, sağa bak sola bak komutları ile evcilleştirilmeye mi çalışıyor bir şeyler bizi. Sahi ne kadar evciliz ne kadar vahşi, var mı bunun bir açıklaması.
İlk el dürtülerimiz ve hareketlerimizi ne kadar anlayabiliyoruz ki. İşler bir defa değişmeye başladığında ise tüm komutlar çaresiz kalıyor artık. Değişmeyen tek şeyin değişim olduğunun farkında olmak bile nasıl olduğunu ve yapıldığının cahili olmaktan kurtaramıyor insanlığı.
Neyi nasıl yapalım şimdi, kahve mi içsek acaba? Kahvemiz sıcak mı olsun soğuk mu?
Ey su, ısıtıcıya ve çaydanlığa gir, ey ocak yan, ey ısıtıcı çalış, ey bardak raftan in, ey kaşık kahve şişesinden yeterince kahve koy bardağa, ey kaşık yine biraz şeker al şekerlikten, ey su bardağa dökül, …
Maalesef daha evcilleştiremedim araç, gereç mal malzeme ve yenilen içilenleri, iş yine başa düştü. Komutlarıma, sesime uymuyorlar daha. Yine de elbet bir gün gelecek birisi evcilleştirecek bunları da değil mi? Suyu, metali, kumu, protenini, vitamini de evcilleştireceğiz elbette.. Lakin biz görmeyeceğiz, kişisel ömrümüz yetmeyecek, yetmiyor..
Yoksa daha önceden evcilleştirilmiş miydi tüm maddeler ve ruhlar ve düşünceler? Sihir, büyü mü deniliyordu o komutlara.
Aslında tüm bu anlatımın ve serüvenin içinde işe Tanrıyı evcilleştirmeden başlasak sanırım gerisi çorap söküğü gibi gelecek değil mi. Sahi, çorap örmeyi de Tanrı mı öğretti bize, ilk kim çorap giymişti ki dünyada? Sanki yine çorap ördük düşüncelerimize ya hu.
İmkansız Yolculuklardan bahsediyoruz, genelde hayvanları gözlemlemeye ve davranışlarını anlamaya çalışıyoruz daha. Dünya hakkında yeni yeni şeyler öğreniyoruz yeniden, nasıl olduğunu çözmeye çalışıyoruz.
Mesela bugün örümceklerin, bildiğimiz havaya ağ atarak kendilerini havada yürüttükleri veya süzüldüklerini yeni öğrendim. Örümceklerin dünyanın her yerinde kolonileşmesinin bir sırrı daha ayan oldu ama yine de yeterli değil. Kimi zaman diyorum, ulan örümcek ne işin var apartmanın bu katında, nasıl geldin buraya ne çekti seni, neyle besleniyorsun camın, kalebodurun arasında, sanki bir yiyecek var sana burada. Şaka gibi bu örümcekler, büyük bir şaka, denizlerin derinliğinde de yaşayabiliyor, mağaraların içinde de, gökdelenlerin en üst katında da… Korkarım ki vücudumuzun içinde de yaşayabiliyor olabilirler. Şimdilik bilmiyoruz. Dnamızın içinde, yapı taşlarımızın içinde de kolonileşmiş olabilirler gibi geliyor bana.
Genelde gökyüzüne bakınca sonsuz kollu bir ahtapot gelir aklımıza lakin belki de alem dediğimiz tek bir örümcekten ibaret. Örümcekleri ve ahtapotları da evcilleştiremedik bildiğim kadarıyla değil mi?
Deniz kültürlerinde ahtapotlar, diğer adı da kalamar galiba, yanlışım yoksa tabii, canavar olduklarından bahsedilir ya, gemileri parçalar ve batırırlar, örümceklerde yine kötü ve karanlık gücü temsil eder. İşin sonunda yine iyi ve kötü ayrımına geldik sanki.
Mega canavarlardan bahsedilir, çok büyük dinozorlardan, maymunlardan, ahtapot ve örümceklerden.. Bu tür mega canavarlarından üstesinden insan nasıl gelebilir ki?
Yine de boşluk dediğimiz bir şey yok, hiçbir şey boş değil, dopdolu. Yine nasıl olduğunu anlayabilmek bir yana nasıl yönetebileceğimizi öğrenemedik daha. Kaç nesil geldi geçti hala aynı durumdayız sanki dünyada.
Bizim alemimizi bir Tanrı yönetiyor olabilir, lakin bilmediğimiz başka alemleri de başka bir Tanrı dizayn etmiş olabilir ve Tanrıların da birbirinden habersiz oldukları varsayılabilir. İki Tanrı, iki bin vb vs Tanrı olup birbirlerinden habersiz olabilir, ve Mega Örümcek ile Mega Ahtapotun karşılaşması veya birbirlerine karşı vahşice saldırmaları sonucu alemler karmaşası meydana gelebilir. Ve zekâmız da bu olan, olmuş ve olacaklara yetmeyebilir, ha keza yapay zekâ da çaresiz kalabilir bu bilinmezlik karşısında.
Susadım, ey çeşme açıl, ey bardak çeşmenin altına gir, ey bardak eğer sen dolduysan ey çeşme sen kapan, ey bardak masama gel içindeki suyu dökmeden, ey elim bardağı tut, ey ağzım açıl, ey elim bardağı ağzıma yakınlaştır ve dök yavaş yavaş. Hızlı dökme sakın, yoksa kırarım bak seni. Sanki korkacaklar da benden, tehdit ediyorum kırmakla bardağı değil mi?
Yok ya hu, olmuyor da olmuyor, bu vahşiler evcilleşmiyor… İllahi bir robot hizmetçi lazım yeni nesle, tüm ihtiyaçlarımızı karşılayacak, lakin ihtiyaçlarımızı karşılarken de ne acı çekecek ne umut etmeyi bilecek, ne de duyguları olacak…
An be an eskiyoruz aslında. Güneşin ışıkları da eskimiş, dünyanın kendisi de, insanın kendisi de eskiyor işte…
Ey kollarımdaki tüyler ve kıllar sizlerde mi eskidiniz? Ey eski yenile kendini.
Yok ya hu, hiçbir şey komutlarıma uymuyor arkadaş, vahşi bunlar, daha çok vahşi.. Nasıl evcilleştirebilirim bilinen ve bilinmeyen her şeyi? Nasıl yönetebilirim ben bu vahşileri nasıl?
YORUMLAR
Nesildaşım tebrikler. Eyvah eyvah derken tabelaya kadar geldik;))
Seçenekler çoğaldıkça hatalar çoğalıyor diye düşündüm hep. Bir soruya 4 cevap vermek iste sorun orada")) kendimize iyi gelecek dogruyu bulma olasılığı azalıyor. Geliştikçe Seçenekler arttıkça hatalar da çoğalıyor sanki...
Sağlıcakla kalasın.
Hep yaz emi...
Yinsani
ne yapalım, hatasız Tanrı olmaz:) eksik olma, sağlık sıhhat ve huzur dileklerimle daim
İnsanlığın gelişimi, bin yılların derinliklerinde kök salmış bir öyküdür. Bu öykü, doğanın çetin şartlarına karşı verilen mücadelelerden, ilk kıvılcımların yandığı mağaralardan başlayarak, gökyüzüne meydan okuyan gökdelenlere kadar uzanır. Her bir adım, insanoğlunun kendi elleriyle ördüğü bir destanın parçasıdır.
Başlangıçta insan, doğanın bir parçasıydı. Doğanın kudretli kolları arasında hayatta kalma mücadelesi verirken, küçük bir kıvılcım yaktı içinde. Bu kıvılcım, onu diğer canlılardan ayıran bir ışığın habercisiydi. Avcılıkla başlayan serüveni, tarımın bulunmasıyla yeni bir evreye geçti. Toprak, insanın elleriyle bereketlendi, ürünler vermeye başladı. Bu, insanın doğayı anlamaya, onunla işbirliği yapmaya başladığı dönemin işaretidir.
Zaman ilerledikçe, insanoğlu kendine yeni yollar aramaya başladı. İcat ettiği her yeni araç, bir sonraki büyük buluşun habercisi oldu. Taştan yapılma ilk aletlerden, demirin ateşle şekillendirildiği çağlara kadar her yeni adım, insanlığın zihnindeki sınırları biraz daha genişletti. Bu süreç, insanın sadece hayatta kalma mücadelesinden, dünyayı ve evreni anlama çabasına doğru evrildi.
Kentlerin yükselişi, insanın sosyal yapısının da gelişimini beraberinde getirdi. İlk şehir devletlerinden günümüz metropollerine kadar uzanan bu yolculuk, insanın topluluklar halinde yaşamayı, işbirliği yapmayı ve ortak amaçlar için çaba göstermeyi öğrendiği bir süreci temsil eder. Kentler, sadece insanların barındığı yerler değil, aynı zamanda fikirlerin, kültürlerin ve medeniyetlerin beşiği oldu.
Bilim ve sanat, insanlığın gelişiminde iki anahtar rol oynadı. Bilim, doğanın sırlarını çözme arzusuyla hareket ederken, sanat insan ruhunun derinliklerine inme cesaretini gösterdi. Her ikisi de, insanın sadece fiziksel dünyayı değil, aynı zamanda manevi dünyasını da keşfetme çabasının birer yansımasıdır.
Teknolojinin hızla gelişmesi, insanın ufkunu daha da genişletti. İlk buhar makinelerinden, modern dijital çağın mucizelerine kadar her yeni buluş, insanın kendi potansiyelini keşfetmesini sağladı. Artık sadece Dünya'nın değil, evrenin sınırlarını zorluyoruz. Uzay yolculukları, diğer gezegenlere dair hayaller, insanlığın bitmek bilmeyen merakının ve keşfetme arzusunun birer sembolüdür.
İnsanlık, sürekli bir değişim ve dönüşüm sürecindedir. Her nesil, bir öncekinin mirasını devralarak, kendi katkılarını ekler ve bu büyük öyküyü bir adım daha ileriye taşır. Bu süreçte, insanın en büyük gücü, hayal edebilme yeteneği ve bu hayalleri gerçekleştirme azmidir.
Her bir adımda, her bir buluşta, her bir sanat eserinde, insanoğlu kendi kaderini yeniden yazmaya devam ediyor. Bu büyük öykü, sadece geçmişin değil, geleceğin de bir haritasıdır. İnsanlık, kendi elleriyle yarattığı bu destanı, gelecekte de yazmaya devam edecek. Bu yolculukta, her bir birey, her bir fikir, bu büyük resmin bir parçası olarak yerini alacak ve insanlık tarihinin akışına katkıda bulunacaktır.
Bu olağanüstü yolculuk, sadece bir türün hayatta kalma mücadelesi değil, aynı zamanda kendini yeniden keşfetme, kendi potansiyelini gerçekleştirme ve bu büyük evrenin sırlarını çözme arzusunun bir ifadesidir. İnsanlık, her adımda kendini yaratarak, kendi geleceğini şekillendirmeye devam edecek.
Bu da devamı …
Yinsani
eksik olma yeniden..
sağlıcakla.
O halde
Ne şiş yansın ne kebap “
Karanlık bir boşluktan doğar insanın hikayesi; aydınlığın doğduğu o ilk anda, karanlığın bağrından kopup gelen bir kıvılcım gibi. Vahşi doğanın kollarında, ilkel bir bilinçle yolculuğuna başlar. Ateşi ilk kez gördüğünde, gecenin karanlığını yarıp geçercesine parlayan alevlerin dansı, zihninde bir ışık yakar. İşte o an, insanın karanlıktan aydınlığa yolculuğu başlar.
Zamanın akışında, insanın elleri taş ve kemikle dost olur. İlk araçlar, ilk silahlar, ilk adımlar... Doğanın zorlu koşullarında hayatta kalmanın yollarını arar insan. Avlar, toplayıcıdır; doğanın sunduğu nimetleri keşfederken, onunla uyum içinde yaşamayı öğrenir. İşte bu keşifler sırasında hayvanlarla tanışır; kurtların hırçın bakışlarıyla, keçilerin çevik adımlarıyla, atların vahşi özgürlüğüyle...
Hayvanları evcilleştirmek, insanın doğaya hükmetme arzusunun bir yansımasıdır. Kurtların torunları olan köpekler, sadık dostlar olarak yanında yer alırken, atlar özgürlükle eşanlamlı hale gelir. Evcilleştirilen her hayvan, insanın doğayla kurduğu yeni bir bağdır; bir yandan doğanın zorluğuna karşı bir zafer, diğer yandan onunla kurulan bir uyumun simgesi.
Yıllar geçer, insanlar birbirine bilgiyi aktarır. İlk köyler, ilk kasabalar doğar. Yerleşik hayata geçişle birlikte, göğe yükselen yapılar yükselmeye başlar. Taşın ve toprağın içinden doğan bu yapılar, insanın ruhundaki yaratma arzusunun somutlaşmış halidir. Mısır'ın piramitleri, Mezopotamya'nın zigguratları, Anadolu'nun tapınakları... Her biri, insanoğlunun yeryüzünde bıraktığı kalıcı izlerdir.
Tanrılar da bu yolculukta doğar. İnsan, anlam veremediği doğa olaylarına, yıldızların hareketine, gök gürültüsüne, yağmura birer hikaye atfeder. Her bir doğa olayı, bir tanrının varlığına işaret eder. Tanrılar, insanın doğayı anlamlandırma çabasının bir ürünüdür; onları tapınakların en kutsal köşelerinde onurlandırır. Tanrıların ortaya çıkışı, insanın evrene dair merakının ve korkularının bir yansımasıdır. Zeus’un yıldırımı, Ra’nın güneşi, Teşup’un fırtınası; her biri insanın iç dünyasındaki devasa boşlukları doldurur.
Evrimsel bir dansın içinde, insan zihni giderek karmaşıklaşır. Sosyal yapılar, diller, sanat ve bilim filizlenir. İlkel insan, tanrıların rehberliğinde büyük yapılar inşa eder; doğanın bağrından çıkan taşları birer sanat eserine dönüştürür. Bu yapılar, sadece fiziksel varlıklar değil, aynı zamanda insanın ruhundaki derinliklerin bir yansımasıdır. Her bir tapınak, her bir heykel, insanın içsel yolculuğunun bir durağıdır.
Gün gelir, insan modern çağın eşiğine varır. Teknoloji, bilim ve sanat, insanın yaşamını dönüştürür. Ancak geçmişin yankıları hala zihnin derinliklerinde çınlar. Evcilleştirilmiş hayvanların sadakati, büyük yapılar inşa etme arzusunun hala canlı oluşu, tanrıların sessiz rehberliği... Hepsi, insanın karanlıktan aydınlığa, ilkelden uygarlığa uzanan destanının birer parçasıdır.
Bu yolculuk, bitmeyen bir keşif ve anlam arayışıdır. İnsan, karanlığın bağrından çıkan o kıvılcımın peşinde, aydınlığın sonsuzluğunda kaybolur. Ve her adımında, doğanın, hayvanların ve tanrıların öğretilerini içselleştirir; böylece insan, hem yaratıcı hem de evcilleştirici olarak kendi destanını yazmaya devam eder.
Yinsani
Eşliğin ve katkın için çok teşekkür ederim üstadım.
Eksik olma, hep ol, var ol.
CaNMaYBuL
Evet,
Göbekli Tepe ile Hitit uygarlığı arasındaki tek bağlantı, her iki yerleşim yerinin de aynı coğrafyada, yani günümüz Türkiye'sinin güneydoğusunda yer almasıdır. Ancak zaman açısından büyük bir fark vardır. Göbekli Tepe, MÖ 9600-8000 yılları arasında inşa edilmiştir ve dünyanın bilinen en eski tapınak kompleksi olarak kabul edilir. Hitit uygarlığı ise MÖ 1600-1200 yılları arasında varlığını sürdürmüştür. Dolayısıyla, bu iki kültürel ve tarihsel dönem arasında yaklaşık 8000 yıllık bir fark bulunmaktadır. Göbekli Tepe, Neolitik Çağ’ın erken dönemine aitken, Hitit uygarlığı ise Tunç Çağı’na aittir.
Yinsani
Siz daha genç ve dinamiksiniz, Doğudan batıya kuzeyden güneye tarihsel olarak kültür yazıları yazabilirsiniz belki de, deftere çok büyük katkınız olur, merakla okuyabileceğim kaç insan var defterde artık emin değilim.
Katkılarınız için yeniden çok çok teşekkür ederim.
Eksik olmayın.
Yazınızı büyük bir ilgiyle okudum ve derin düşüncelere daldım. Sürükleyici ve sorgulayıcı bir üslup kullanmışsınız. İstanbul Üniversitesi Eski Çağ Dilleri Hititoloji mezunu olarak size cevap verirsem, belki yanlış anlaşılabilir ve kırılmanıza neden olabilirim.
Ancak, bu denemeye kişisel bir görüşle yanıt vermem, bildiklerimi inkar etmek anlamına gelir. Bu durumda yazınıza nasıl uygun bir şekilde cevap verebilirim?