Profesör Saadettin
Serra, Ankara ’ya sabah treniyle geldi. Anneden bir babadan ayrı ağabeyi Yaşar Kemal’in evine indi. Üstünü değiştirdikten sonra, Ankara’ya niçin geldiğini ağabeyine anlatmak, ondan akıl almak için doğru onun odasına girdi. Ama ağabeyi yalnız değildi. Yanında ünlü bir felsefe profesörü vardı. Profesör Saadettin, oldukça önemli biriydi ,felsefe konusunda aralarında çıkan anlaşmazlığı açıklamak amacıyla gelmişti, Profesör Saadettin, materyalistlere karşı basın yoluyla oldukça ateşli bir mücadeleyi yürütmekteydi.
Yaşar Kemal’de bu mücadeleyi, ilgiyle izlemekteydi. Profesörün Saadettin’in son yazısını okuduktan sonra;
Ruh; ilahî tecelli ya da ilahî kaynaklı bir varlık olarak insana verilmiştir. Bu mana, Kur’an’da şu şekilde ifade edilmektedir: İnsanı (çamurdan) şekillendirdiğim ve kendi ruhumdan üflediğim zaman ona hemen secde edin.” İlahî kökenli olan ruhun insanda bulunması, arzî meleklerin (yerin işlerini yapmakla görevli varlıkların) ona secde etmelerinin gerekçesine de işaret etmektedir.
Bu ayet, aynı zamanda ruhu; insana üflenen varlık olarak adlandırmaktadır. Yani bir şey/varlık (ruh) var ve o insana üfleniyor. Bu ayet bağlamında ruhun bir nefha, bir nefes değil bir varlık olduğunu anlıyoruz. Çünkü hem üfleme (nefha) ve hem de üflenen varlık olarak ruh bulunmaktadır ki, ruh burada bir fiil değil bir varlığın ismi olarak kayda geçmiştir.
Yazıda yer verilen görüşlere karşıt görüşlerini bir mektupla profesöre bildirmişti. Dini argümanlara gereğinden fazla taviz verdiği için sitem etmişti ona. Profesör Saadettin de konuşup anlaşmak için hemen gelmişti. Günün konusu üzerinde konuşuyorlardı: İnsan davranışlarında psikolojik olaylarla fizyolojik olaylar arasında bir sınır var mıdır, varsa nerdedir bu sınır?
Yaşar Kemal kardeşini herkese karşı takındığı her zamanki dostça, soğuk gülümsemesiyle karşıladı. Onu profesörle tanıştırdıktan sonra konuğuyla konuşmasını sürdürdü. Dar alınlı, gözlüklü, ufak tefek bir adamdı profesör. Serra’yla, selamlaşmak için konuşmasını bir an kesmiş, sonra konuşmasını, Serra’le ilgilenmeden sürdürmüştü. Serra oturdu. Profesörün gitmesini bekliyordu. Ama biraz sonra konuşmanın konusu ilgilendirmeye başlamıştı onu. Söz konusu yazıyı dergide görmüştü Serra.
Üniversitede doğal bilimler okuduğu için doğal bilimlerin, iyi bildiği özündeki yenilikler olarak bu yazıyı ilgiyle okumuştu bile. Ama insanın bir canlı olarak nereden geldiği, refleksler, biyoloji, sosyoloji konularında varılan bu bilimsel sonuçlarla, aklını son zamanlarda giderek daha sık gelen, yaşam ve ölümün onun için anlamı arasında hiçbir bağlantı kuramamıştı. Ağabeyinin Profesör Saadettin’le konuşmasını dinlerken onların, bilimsel sorunları ruhsal sorunlara bağladıklarını fark ediyordu;
İnsan olarak yaratılan her var olan varlık, ortalama ve hatta ortalamanın üstünde kendisini geliştirme ve gerçekleştirme imkânına (ruha) sahip olduğu için, özel gayretleriyle kendisini üstün varoluş konumlarına çıkarma imkânına da sahiptir.
Hatta bu yolda gayret içinde bulunması, kendisi için zorunluluktur. Çünkü herkese; aynı değere sahip, eşit olan insanî ruh verilmiştir. Bu açıdan bütün insanlar eşittir. Bu aynı zamanda, Mutlak İlahi adaletin varlığına da işarettir.
Böylece İslam metafiziğine göre, bedensel gayretlere sınırsızca imkân tanınmış, bedensel gayretlerin yetersiz olduğu yerlerde insan mazur görülmüş, ancak insanın özsel varlık noktası yani insan irade ve kudretinin hiçbir zaman müdahil olmadığı olamayacağı varlık noktasında ise insanlara eşit varlık imkânı Allah tarafından verilmiştir.
Arızanın ortaya çıktığı yer; bedensel noksanlıklardadır. Fakat bu bedensel noksanlıklardan azami düzeyde insanın kendi gayretiyle kurtulması gerekmektedir ve bu da mümkündür. Eğer bu arızaları gidermek mümkün değilse ya da insan iradesinin fevkinde olan şeylerse bu durumda zaten insan, bu ahvali dolayısı ile sorumlu değildir..
Birkaç kez çok yaklaşmışlardı bu sorunlara; ama hep en önemli olana tam anlamıyla yaklaşmak üzereyken acele ayrılmış, uzaklaşmışlardı onlardan. Gene küçük şeylere, yanılgıya, başkalarının sözlerinden bölümlere, imalara, otoritelerin bu konuda görüşlerine dalmışlardı. Öyle ki, neden söz ettiklerini anlamakta güçlük çekiyordu Serra. Yaşar Kemal her zamanki anlatış açıklığıyla duruluğuyla tane tane konuşarak:
— Profesörün düşüncesini asla paylaşmam, dedi.
Dış dünya üzerine bütün düşüncelerimin izlenimlerden oluştuğu savını benimseyemem. Var olma bilincinin aslını duyguyla edinmedim ben. Bunun algılanması için özel bir organım yok öyle.
-Ama onlar size, var olma bilincinizin, duyguların bir sonucu olduğu yanıtını vereceklerdir. Duygular olmazsa var olma bilincinin de olmayacağını bile söyleyecektir.
Yaşar kemal:
— Ben de bunun tersini söyleyeceğim, diye başladı. Ama Serra, onların en önemli olana yaklaşıp gene geri çekildiklerini fark edip profesöre bir soru sormaya karar vermişti:
— Demek duygularım yok edilmişse, bedenim artık canlı değilse, var olmam diye bir şey yoktur?
Profesör, felsefeciden çok, ağır işçiye benzeyen bu sorunun sahibine, konuşmayı kestiği için canı sıkılmış, kafası karışmış gibi baktı, sonra Yaşar Kemal’e döndü.
-Ne dersiniz? diye sorar gibi baktı yüzüne.
Ama profesör gibi zoraki, tek yanlı konuşmaktan uzak, kafasında hem profesöre yanıt verecek hem de bu soruyu sorduran basit doğal düşünceyi anlayacak kadar genişlik olan Yaşar Kemal gülümsedi.
— Bu sorun üzerine düşüncelerimizi söylemeye hakkımız yok şimdilik, dedi.
Profesör Saadettin :
— Elimizde yeterince bilgi yok, diye doğruladıktan sonra sürdürdü konuşmasını: Hayır. Şunu söylemek istiyorum; her ne kadar duyguların aslının izlenim olduğunu savunuyorsa da, bu iki şeyi birbirinden kesin olarak ayırmak zorundayız. Serra artık dinlemiyordu onları. Profesörün gitmesini bekliyordu
Profesör gidince Yaşar Kemal kardeşine döndü:
— Geldiğine çok sevindim. Çok kalacak mısın?
—Çiftlik işlerin nasıl? Serra…
Ağabeyinin işlerini hiç de umursamadığı, ona yakınlık göstermiş olmak için bunu sorduğunu bildiğinden, yalnızca birkaç şey sattığını söyledi, paradan söz etti. Serra ağabeyine, evlenmek niyetinde olduğundan söz etmeyi, ona akıl danışmak istiyordu.
Buna kesinlikle kararlıydı da: Ama ağabeyini gördükten, onun profesörle konuşmasını dinledikten sonra nedense, ağabeyiyle evlenmek konusunda konuşamayacağını anlamıştı. Bunda ağabeyinin, çiftlik işlerini sorarken ,annelerinden kalan malı ayırmamışlardı.
İkisininkini de Serra işletiyordu.
Takındığı, kendiliğinden gelen onu gözetiyormuş tavrı da etkili olmuştu. Ağabeyinin bu konuda onun istediği gibi düşünemeyeceğini hissetmişti. Belediye yönetimiyle çok ilgilenen bu işlere büyük önem veren Yaşar Kemal:
— Sizin oranın belediye yönetimi ne âlemde? diye sordu.
— Vallahi haberim yok...
— Nasıl? Yönetim kurulu üyesi değil misin?
— Değilim artık. Çıktım üyelikten. Bundan böyle toplantılarına da gitmeyeceğim.
Yaşar Kemal yüzünü buruşturdu.
— Yazık! diye mırıldandı. Serra, kendini temize çıkarmak için onun belediyesinde yönetim kurulu toplantılarında nelerin olup bittiğini, ne dalaverelerin döndüğünü anlatmaya koyuldu.
Yaşar Kemal sözünü kesti: — Her zaman böyledir bu zaten! Biz Türkler her zaman böyleyizdir. Eksiklerimizi görmek bir özelliğimizdir belki; ama çok ileri gideriz. Sana bir şey söyleyeyim mi, bizim belediye yönetiminin elindeki yetkileri Avrupa’nın herhangi bir ulusuna versen... Almanlar, İngilizler bundan özgürlük yaratırlar, oysa biz gülüyoruz yalnızca.
Serra, suçlu gibi:
— Peki, ama elden ne gelir? dedi. Benim son deneyimimdi bu. Bütün kalbimle vermiştim kendimi bu deneyime. Yapamıyorum, yeteneğim yok.
Yaşar Kemal:
— Yeteneğin var; ama, dedi, durumu gerektiği gibi değerlendiremiyorsun.
Serra üzgün:
— Olabilir, dedi.
— Biliyor musun, Nazım gene burada.
Nazım, Serra’nın öz ağabeyiydi. Yaşar Kemal’in de anne bir baba ayrı kardeşiydi. Nazım, malının mülkünün büyük bölümünü elden çıkarmış, çok kötü, olumsuz insanlarla düşüp kalkan, kardeşleriyle kavgalı, talihsiz bir insandı.
Serra dehşet içinde:
— Ne diyorsun? .
-Nereden biliyorsun?
—Nevin sokakta görmüş onu.
Serra, hemen gitmeye hazırlanıyormuş gibi kalktı oturduğu sandalyeden.
— Burada, Ankara’da ha?
-Neredeymiş? Biliyor musun?
Yaşar Kemal, küçük kardeşinin heyecanına başını salladı.
— Bunu sana söylemek zorunda olduğum için üzgünüm, dedi.
Nerede kaldığını öğrenmesi için adam yolladım. Melike’ye verdiği; ama ödemediği, benim ödeyip geri aldığım senedi de yolladım ona. Bak ne karşılık verdi. Yaşar Kemal , kütüphanenin çekmecesinden çekip aldığı bir pusulayı kardeşine uzattı.
Serra
-Tuhaf bir el yazısıyla yazılmış . Tanıyordu bu el yazısını pusulayı okudu: "Beni rahat bırakmanızı saygılarımla rica ediyorum. Sevgili kardeşlerimden istediğim tek şey budur.” Serra bunu okuduktan sonra, başını kaldırmadan, pusula elinde, Yaşar Kemal’in karşısında ayakta kalakaldı.
İçinde, zavallı ağabeyini şimdilik unutmak isteğiyle bunun sonunun kötüye varacağı düşüncesi cenkleşiyordu. Yaşar Kemal anlatıyordu:
— Belli ki beni gücendirmek istiyor; ama gücendiremez. Bütün varlığımla yardım etmek isterdim ona; ama olanaksız olduğunu biliyorum.
Serra:
— Evet, evet, diye yineledi. Ona karşı tutumunu anlıyor, değerli buluyorum. Ama gideceğim yanına.
Yaşar Kemal: — İstiyorsan git, dedi. Ama ben gitme derim. Yani kendi hesabıma korkmuyorum bundan: Seninle aramı bozamaz; ama senin için söylüyorum, gitmesen iyi edersin. Yardım edilemez ona artık. Ama nasıl bilirsen öyle yap sen.
— Belki haklısın, yardım edilemez ona artık; ama özellikle şu anda
–Neyse, bu ayrı bir konu …Huzur içinde olamayacağını hissediyorum.
Yaşar Kemal:
— Bunu anlayamıyorum işte, dedi. Bir an sustuktan sonra ekledi:
— Ama bunun bir alçakgönüllülük dersi olduğunu biliyorum.
Nazım bu duruma geldikten sonra, alçaklık denen şeyi daha hoşgörüyle karşılamaya başladım... Ne yaptığını biliyorsun.
Serra: — Ah, korkunç bir şey bu, korkunç! dedi.
Serra, ağabeyinin adresini Yaşar Kemal’in uşağından aldıktan sonra hemen gidiyordu ki, bir an düşünüp oraya akşam gitmeye karar verdi.
Ruh bakımından sakin olabilmek için her şeyden önce,
Ankara ’ya gelişinin nedeni olan işi bir sonuca bağlamalıydı. Serra, ağabeyinden doğru Hasan’a gitmiş, Salih üzerine gerekli bilgiyi alıp Profesörü bulabileceği yere yollanmıştı
Profesör Sadettin ,Salih’in, şok ya da diğer psikolojik süreçlerin uzaması sonucunda tedaviyi ret etmesine anlam veremiyordu. Tedaviyi reddederek kontrolün hala kendinde olduğunu kendine göstermek istediğinin farkındaydı .
Profesör Sadettin ,Salih’in yanına oturdu. Sesini yumuşatarak
- Hastalığı aslında bir yolculuktur ve bu yolculukta geçmişten getirilen ve gelecek planları aynı çantada birleşir ve hastalığın psikolojik süreçlerinde verilen tepkiler bireyselleşir.
Salih -Ölümden korkmuyorum Profesör
Profesör Sadettin ;
-Her hastanın kendi yolculuk rengi vardır ve kendine has şekilde yaşar bu süreci. Bu süreçten her hasta az ya da çok oranda dönüşerek çıkar ve kazanımlarını çantalarına ekler.
-Sözlerimi “Hastalık yoktur hasta vardır” cümlesi ile bitirirken nasıl ki hepimiz benzersiz isek hastanın da hastalığının benzersiz olduğunu ve her hastanın kendi yolculuğunun var olduğunu hatırlatmak isterim…
redfer