ÇAĞIMIZIN İNSANI VE DİN
İman; hem zihnin hem kalbin hem duyguların hakikatle tanışması demektir.
Vahiy zincirinin son halkası olan Kur’an-ı Kerim, muhafazası ilahi uhde altında olduğu için (Hicr, 15/9.) hiç kimse tarafından “tebdil” ve “tahrife” uğramamıştır ve asla da uğramayacaktır.
Çağımızın insanı da, bugün birçok fikri, felsefi anlayışın muhatabı olmuştur ve olmaktadır. Bu muhataplık kimi
zaman vahiyle sağlıklı ve yeterli “teması” olmayan kişi ya da çevrelerde olumsuz izler bırakmış, inanç zayıflığına yol açmış, bazen de inançsızlığa kadar götürmüştür.
Sadece günümüzde değil geçmişte de değişik ad ve formatlarda varlığını sürdüren “din karşıtı” en önemli akım, ateizm olmuştur. Dünyanın değişik yerlerinde oranları %3’lerden %40’lara kadar varan bu akım mensupları metafiziği inkar etmekte, uluhiyeti reddetmektedir.
Oysa vahiy neredeyse baştan sona kadar uluhiyeti, akli temellendirmelerle ortaya koymakta, ateist düşünceye kapı aralayacak her çeşit şüpheyi yok eden güçlü, fıtri, akli deliller serdetmektedir.
Bu bağlamda vahiy, fizik alemdeki düzen, uyum ve güzellikten metafiziğe intikal edip, alemdeki “yaratılılış”tan Yaratıcı’ya, yaratılıştaki ilim, hikmet ve kudretten Yaratıcı’nın “alim”, “hakim”, “kadir” olduğuna pencereler açmaktadır.
Söz gelimi, konuyla ilgili yüzlerce ayetten birisinde şöyle buyrulmaktadır:
“Şüphesiz, göklerin ve yerin yaratılışında,
gece ile
gündüzün birbiri ardınca gelişinde, insanlara yarar sağlayacak şeylerle denizde seyreden gemilerde,
Allah’ın gökyüzünden indirip kendisiyle ölmüş toprağı dirilttiği
yağmurda, yeryüzünde her çeşit canlıyı yaymasında, rüzgarları ve gökle yer arasındaki emre amade
bulutları evirip çevirmesinde elbette düşünen bir topluluk için (
Allah’ın varlığı ve birliği hakkında) deliller vardır.” (Bakara, 2/164.)
Her insan, “insan” olması bakımından, nerede ve ne
zaman yaşamış ya da yaşamakta olursa olsun, hangi kültürel ya da etnik yapıya mensup bulunursa bulunsun, ortak biyolojik özelliklere sahip olduğu gibi ortak duygu, eğilim ve değerlere de sahiptir.Aynı
zamanda her insan, “toplumsal bir varlık” olarak kendi coğrafyasının ve döneminin çocuğu, kendi çağının evladıdır.
Dinler Tarihi araştırmaları bize, dinin insanlıkla yaşıt olduğunu, insan topluluklarının, tarihin her döneminde, çoğunlukla, metafizik anlayışlara sahip olduğunu, “kutsal” ve “kutsal”a ilişkin, bir biçimde inanç ve tapınma içinde bulunduğunu aktarmaktadır.
Bu tespit “vahiy” realitesiyle örtüşmektedir. Zira evreni eşsiz bir düzen ve güzellik içinde yaratan, insana özel bir donanım veren Yüce Yaratıcı, ilk insanı aynı
zamanda ilk peygamber kılmış ve mesajlarını insanlara hem kendilerinden seçtiği elçiler hem de gönderdiği “suhuf” ya da kitaplarla iletmiştir.
Vahiy gerçeği akli bakımdan gerekçelendirilebilir olmasının ötesinde, insanlık tarihi açısından o kadar güçlü bir olgudur ki bazı araştırmacılar “insanlık tarihi peygamberler tarihidir” itirafında bulunmuşlardır.
Ama öte yandan insan, ayetlerde işaret edildiği üzere, “zayıf”, “bilgisiz”, “nankör” “zalim” olduğundan vahiyle gelen ilahî mesajları bir süre sonra ya unutmuş ya tebdil ve tahrif etmiş ya da saptırmış, vahiyden bir biçimde uzaklaşmıştır. Bu tür durumlarda Yüce
Allah yeniden vahiy göndermiş, böylece hem mesajlarının doğrusunu tekrarlamış, hem de anlayışı ve seviyesi farklılaşan toplumlara, bunu onların anlayış ve seviyelerine uygun şekilde aktarmıştır.
Vahiy zincirinin son halkası olan Kur’an-ı Kerim, muhafazası ilahi uhde altında olduğu için (Hicr, 15/9.) hiç kimse tarafından “tebdil” ve “tahrife” uğramamıştır ve asla da uğramayacaktır.
İslam vahyi kıyamete kadar gelecek bütün insan topluluklarına hitap eden,
zaman ve coğrafyaları kucaklayan ilahi, evrensel bir mesajdır. Bu kutlu gündem , mesaj insanların, öteki ihtiyaçları gibi temel inanç problemlerinin çözümüne ilişkin akli açıklamalarla doludur.
Bunlara ulaşmanın ön şartı insanın, insani özelliklerini koruyarak bu ilahi beyanla sağlıklı, sürekli ve doğru bir iletişim içinde olabilmesidir. B
aşka bir ifadeyle vahiyle doğru “temas” kurabilmesidir.
Bakara suresinin başında bu hususa şöyle işaret edilmektedir: “Bu (Kur’an), kendisinde şüphe olmayan kitaptır; ittika sahipleri (insani özelliklerini koruyup Hakk’a karşı gelmekten sakınanlar) için yol göstericidir.” (Bakara, 2/2.)
Akide ve kelam alimleri, vahyin kuşatıcı, evrensel açıklamaları çerçevesinde kendi dönemlerinde ortaya çıkan inkarcı akımları etkisiz bırakmakta zorlanmamışlar; söz gelimi, materyalistleri (Dehriyyun), tabiatçıları (Tabiiyyun), aşırı yorumcuları (Batıniler), nübüvveti inkar edenleri (Berahime gibi) vb. akli temellendirmelerle başarılı bir şekilde reddedebilmişlerdir.
Kur’an-ı Kerim uluhiyetin varlığını temellendirmekle yetinmemekte, onlarca ayetle
Allah’ın birliğine dikkat ç
ekmektedir:
“Eğer yerde ve gökte
Allah’tan b
aşka ilahlar olsaydı kesinlikle ikisinin de düzeni bozulurdu. Demek ki, Arşın Rabbi
Allah, onların nitelemelerinden uzaktır, yücedir.” (Enbiya, 21/22.)
Diğer taraftan Kur’an-ı Kerim yüzlerce ayetinde uluhiyetle ilgili olarak Yüce
Allah’ı, birliği yanında diğer nitelikleriyle de (isim ve sıfatlarını) tanıtıp tasvir etmektedir. Söz gelimi, “ayetü’l-kürsi” diye bilinen ve Müslümanların büyük çoğunluğunun ezbere bildiği şu ayet bunun bir örneğidir:
“
Allah kendisinden b
aşka hiçbir ilah olmayandır. Diridir, kayyumdur (varlığı kendinden, kendi kendine yeterli, yarattıklarına hâkim ve onları koruyup gözetendir). O’nu ne bir uyuklama tutabilir ne de bir
uyku.
Göklerdeki her şey, yerdeki her şey O’nundur. İzni olmaksızın O’nun katında şefaatte bulunacak kimdir? O, kulların önlerindekileri ve arkalarındakileri (yaptıklarını ve yapacaklarını) bilir. Onlar onun ilminden, kendisinin dilediği kadarından b
aşka bir şey kavrayamazlar.
O’nun kürsüsü, bütün gökleri ve yeri kaplayıp kuşatmıştır. (O, göklere, yere, bütün evrene hükmetmektedir.) Gökleri ve yeri koruyup-gözetmek O’na güç gelmez. O, yücedir, büyüktür.” (Bakara, 2/255.)
Vahiy hiçbir
zaman fiziki olayların seyrinde sebepleri yok saymamakta, ancak sonuçları sebebe bağlamayıp her şeyi sebep-sonuç ilişkisi içinde düzenleyen gerçek bir sebebin varlığının zaruri olduğuna dikkat ç
ekmektedir.
Çağımız insanının, kutsalla ilişkisini olumsuz etkileyen diğer bir ekol, pozitivizmdir. Gerek 19. yüzyılda A. Comte tarafından ortaya atılan genel anlamdaki pozitivizm gerekse 1920’lerde Viyana Çevresi tarafından ileri sürülen mantıksal pozitivizm fiziki varlık ve olayları sebep-sonuç ilişkisine dayalı olarak açıklamayı esas almakta, metafizik ve teolojiyi devre dışı görmektedir.
Bu yönüyle pozitivizm açıkça dine karşı cephe aldığını söylemese bile sebep-sonuç zinciri içinde uluhiyeti bir anlamda devre dışı bırakmaktadır.
Oysa vahiy hiçbir
zaman fiziki olayların seyrinde sebepleri yok saymamakta, ancak sonuçları sebebe bağlamayıp her şeyi sebep-sonuç ilişkisi içinde düzenleyen gerçek bir sebebin varlığının zaruri olduğuna dikkat ç
ekmektedir.
Söz gelimi, “İçtiğiniz suya ne dersiniz? Siz mi onu
buluttan indirdiniz, yoksa indiren biz miyiz?” (Vakıa, 56/68-69.) ayetinde
yağmurun yağmasında bir sebep olması bakımından
bulut yok sayılmamakta, ancak bu olayın arka planına dikkat çekilerek ilahî irade ve kudrete işarette bulunulmaktadır.
Esasen sebepler bu alemde, yüce
Allah’ın yaratma ve diğer fiillerindeki kanun ve düzenlemelerinden ibarettir. İnsanın yaratılmasında sperm ve yumurta birer sebep, bunların arkasından gelen tatlı bir
bebek, sebeplerin etkinliğini akıl ve vicdan karşısında sıfırlayan mükemmel bir sonuçtur.
Çağımız insanını inanç yönünden olumsuz etkileyen teorilerden birisi olan “evrim”, biyolojide, “Canlı türlerinin nesilden nesile kalıtımsal değişikliklere uğrayarak ilk hâlinden farklı özellikler kazanma süreci” olarak tanımlanmıştır.
Bu teori, bazı çevrelerde, “evrimcilik” adıyla, giderek yaratılışı inkar eden felsefi bir inanışa dönüşmüştür. Adı üstünde teori olan bu anlayışın irdelenmesini biyoloji ilminin mensuplarına bırakarak, İslam vahyi etrafında şu gerçeklerin altını çizmek gerekir:
a) İlk insan Âdem’dir ve
Allah onu insanlığın
babası kılmıştır.
b) Her türde kendi içinde bir tekâmül söz konusu olabilir ancak türler arası geçiş söz konusu değildir.
c) Yaratılış en büyük ilahî gerçekliklerden birisi olup her an devam etmektedir.
d) Hiçbir şey “tabii” olmayıp her şey ilahî irade ve kudret dâhilinde cereyan etmektedir.
Kur’an-ı Kerim’de yaratılışa dikkat çeken, insanın “değerli” bir varlık olarak yaratıldığını belirten, Hz. Adem’in yeryüzünde “halife” kılındığını beyan eden bütün ayetler bu gerçeklere atıflarla doludur. Günümüzde insanları inanç açısından zaafa uğratan yaklaşımlardan birisi olarak “sekülerizm”e de işaret etmek gerekir.
Dilimize “dünyevileşme” olarak aktarılan bu anlayışta, din ve dinî yükümlülükler bir tarafa bırakılıp
dünya hayatına odaklanma önemsenmektedir. Bu anlayış doğrudan inanç alanına dokunuyor gibi görünmemekle birlikte gerçekte, vahiyle gelen birçok ilahi gerçekliğin üstünü örtmekte, insanın dinle ilişkisini negatif olarak etkilemektedir.
Zira Kur’an-ı Kerim’e göre “ahiret hayatı
dünya hayatından daha hayırlıdır.” (Duha, 93/4.),
dünyadaki mal-mülk imtihan vesilesidir (Enfal, 8/28.) ve
dünya hayatı (nefsin hevasına bakan yönüyle) aldatıcı bir metadan ibarettir. (Âl-i İmran, 3/185.)
Dolayısıyla bir mümin, hayatı
dünyadan ibaret görmeyecek,
dünya-ahiret dengesini kuracaktır. Diğer taraftan İslam vahyi, imanı, salt zihinsel formda kabul edilmesi gereken ilkeler olarak ortaya koymamıştır.
İman, zihnin olduğu kadar kalbin, duyguların, kısaca bütün insani özelliklerin bu hakikatlerle içkin olması demektir.
Kur’an-ı Kerim Fatiha suresinden sonra ilk ayetlerinde bu mesajların altını çizmiş, hidayeti tanımlayıp kurtuluşun anahtarlarını vermiştir:
“Onlar gaybe inanırlar, namazı dosdoğru kılarlar, kendilerine rızık olarak verdiğimiz - den de
Allah yolunda harcarlar. Onlar sana indirilene de, senden önce indirilenlere de inanırlar. Ahirete de kesin olarak inanırlar. İşte onlar Rab’lerinden (gelen) bir doğru yol üzeredirler ve kurtuluşa erenler de işte onlardır.” (Bakara, 2/3-5.)
Fikri-felsefi anlayış ve teorilerin ötesinde, belirtmek gerekir ki, çağımız insanı,teknolojinin sağladığı kolaylıklara rağmen modern hayatın getirdiği zorluklarla yorgun, yılgın, gergin ve belli ölçüde mutsuzdur.
Özellikle boşanma oranlarının yüksekliği, aile hayatı sıcaklığının giderek azalması, stresin çağın hastalığı olarak anılması bunun somut bazı göstergeleridir. Öte yandan endüstrileşmeyle birlikte gelen ve insanın tabiatı hoyratça kullanmasının sonucu olarak her geçen gün derinleşen küresel ısınma, iklim değişiklikleri, çevre kirliliği gibi global problemler de insanımızın huzur ve mutluluğunu tehdit etmektedir.
İslam vahyi ve bunun Hz. Peygamber tarafından hayata aktarılan boyutu olarak sünnet, her çağın insanına olduğu gibi çağımız insanına da kendisiyle, çevresiyle, en önemlisi Rabbi ile
barışık olabileceği formüller sunmaktadır.
Bu, en kısa ifadesiyle “iman etmek” ve “salih amel işlemektir.” (Bakara, 2/25.)
İman edip salih amel işleyerek yaşayan insanlar hem
dünyasını huzurlu ve mutlu geçirecek hem de ilahi rızaya ererek ahiretlerini
cennet kılacaklardır.
*
İlyas Kaplan (Araştırmacı-Eğitimci ,Şair ,Yazar)