- 75 Okunma
- 1 Yorum
- 0 Beğeni
Buzağımın annesi
![Buzağımın annesi](https://i.edebiyatdefteri.com/resim/resimli_yazi/buyuk/229946.jpg)
Üveyklerin ötüşüyle uyandığım sabahlardı. Yer yatağında yatardım ve sobalıydı evimiz... Bazen abimle ayakucu - başucu yöntemiyle yatardık. Yattığım yerden sobanın altındaki közleri seyrederdim zira kışı çetin geçen bir memlekette büyüdüm... Beş altı yaşlarındaydım...
Kışı zor olsa da baharı da bir o kadar rengarenkti... Güneş, daha bir bal kıvamında idi o günler... Bahçemizde her türlü sebze meyve bulunurdu. Ailenin dışarı gönderilebilecek en küçük evladı ben olduğum için beni sabahın çiğinde, sisinde kahvaltılık maydanoz, dere otu, nane, soğan, domates ve biber koparmam için bahçeye gönderirlerdi. O günlerde bahçe bana Amazon ormanları gibi gelirdi. Bir uğur böceği görsem hayretten uzun süre incelerdim. Tüylü tırtıllar, kelebekler, kedi, köpek sanki ailemizin bir parçasıymış gibi onlarla vakit geçirmek, sohbet etmek, bir dertleri sıkıntıları varsa çözmek isterdim. Bir yaprak yere düşse bambaşka hülyalarda hayallere dalardım. Sonbaharın sarısı, cevizin kokusu, toprağın yaşı buğusu beni iliklerime kadar büyülerdi. Ayaklarım bir batman çamur olurdu. Bazen de kökleri ile koparırdım maydanozları annemden de bir azar işitirdim. O yıllarda başladı toprağa olan tutkum...
“Büyük dede”nin kaldığı bir küçük ev vardı bahçede ve evin tam önünde yaşlı bodur bir elma ağacı... Elma ağacı büyük dedenin yattığı yatağı gören bir pencerenin tam önünde idi... Büyük dede, yüz yaşına yaklaştığından elma ağacına yaklaşan herkesi hırsız sanardı. Hatta armut ağacına kargalar konmasın diye koyun çanı bile takmış, uzaktan kontrol mekanizmasıyla kargalara zınnık koklatmıyordu. Herşey çok tatlı, tamamen organik hatta vaktinde yemezsen kurtluydu... Ne elmaydı ama... Elma yuvarlak değildi yassı idi ve hafiften ekşimsi bir tadı vardı. Pamuk gibi ellerimi tam doldurur, sulu sulu, kütür kütür yerdim... ‘Görevimiz tehlike’ filmi gibiydi aynı. Bir gözüm basacağım dalda, bir gözüm büyük dedenin yatağındaki kıprdamlarda idi... Büyük dede pek koşamazdı ama sen kaçarken bastonunu donuna, bacağına taktığında ayvayı yerdin... Gerçi düştüğün yer yumuşak topraktı... Bir iki sefer bayır aşağı yuvarlandığımı hatırlarım... Ah büyük dede ah... Ne olurdu, kendin elinle verseydin bana o elmaları, ama o zaman da zevki çıkmazdı...
Macera demişken, ta çocukluktan kalma bir özellik, içinde risk olmayan hiç bir işe girmiyorum... Komşunun kayısısı mı çalınacak, ben ordaydım... İnşaatın birinci katından kumun üstüne mi atlanacak hoop ben ordaydım... Bir kavga gürültü mü var, ya kaçan ya kovalayan, ben ordaydım... En uzaktaki meyvelere aşıktım... Birgün en uzak daldaki bal gibi armutu tam alacakken kendimi kafa üstü çakılmış halde yerde buldum... Ama armut ta elimdeydi...
Biz “ebe” deriz anneanneye... Ebem köyden ilçeye taşınma kararı almış. On tane ineğini satmış. Bir tane ineğini de bize vermeye karar vermiş. Bahçemizde ahırımız vardı. Getirip ahıra koydular sarı ineği. Her sabah sıcak süt içmeye başladım. Bahçemize yeni bir ses, yeni bir soluk gelmişti. Yanına pek yaklaşamasam da uzaktan merak ederdim. Nasıl yer, nasıl içer, süt nasıl sağılır, nasıl işer, vesaire...
Bir işim gücüm yoktu, it gezdirdiğim, elimde değneği sallaya sallaya gezdiğim günlerdi. Herşey çocuk tatlılığında ilerledi, aylar geçti aradan... “Çektirmek” deriz biz... İlerleyen günlerde ineği çektirmeye götürdüler. Çektirip getirdiler. Benim olup bitenlerden haberim olmadı tabi...
Derken sonbahar geldi. Havalar soğudu. Ahırın camlarına naylonlar gerildi, soba kuruldu. Ben evde inek üşür mü acaba derdindeydim...
Yeniden bahar geldi. Bizim sarı ineğın karnı kocaman oldu. Ben kilo aldı sandım. Hareketleri yavaşladı çünkü. Bahçeye çıktığında yeşil otlardan, hardaldan, goncalardan, papatyalardan yerken uzun uzun seyrederdim.
Bir gün, sarı inek sabaha karşı kendi kendine doğurmuş. Yanında uzun uzadıya yatan, bacakları ince, kendi sıska bir yavru... Annesi nasıl da yalıyor yavrusunu... Bir buzağıyı kıskanacağım aklıma gelmezdi. Aynı gün bana “ağız” diye bir şey içirdiler. İneğin doğumundan sonra sağılan koyu kıvamda oldukça sağlıklı süte benzer bir şeymiş... Sevindim... Birdi, iki oldular.
Birkaç gün sonra bahçeye çıktı buzağı... Buzağım... Benim buzağım... Gidip sarılabiliyordum rahat rahat çünkü benim boyumdaydı. Hatta güreşsem yenebilirdim belki. Arkadaşım olmuştu. Arasıra benden kaçardı ama onsuz yapamazdım. Kaç, kovala, yakala derken hayvana sıkıntı vermeye bile başlamıştım. Gözleri cam gibi, dudakları kibar... Diz çöküp annesinin memesini kafasıyla yumruklayışı... Hele bir ot yiyişi... Hem hayretle hem de zevkle izlerdim. Arada müdahale ettiğim konular da olurdu. Mesela ineğe sopayla vuran, kötü davranan beni karşısında bulurdu.
Derken, kurban bayramı geldi çattı... Hatırladığım ilk kurban bayramı... Ayakkabılar cila... Elbiseler gıcır... Sanki biri çalacakmış gibi yastığımın hemen yanında kat kat onlarla uyuyorum... Dolunay bir başka, gece bir başka, rüyalar başka, sabah uyanması bambaşka... Heyecandan uyuyamıyorum çünkü yarın bayram...
Camiye gidenler, gelenler derken... Yerimde duramıyorum. Hiç bayram görmediğimden havai fişekler atılacak, parklar kurulacak, gece gündüz oyunlar oynanacak zannediyorum. Kendimi bir akışa kaptırmışım. Derken bir kalabalık oluştu, herkes aşağı indi. Ahırdan bizim sarı inek boynunda urganla çeke çeke, sürükleye sürükleye getirildi. Gözlerime inanamıyordum. Bir şeyler ters gidiyordu sanki. Bu ineğin sabahın köründe bu kalabalığın önünde ne işi vardı. Bıçakları vesaire gördüm. Kan beynime sıçradı. Kasap denilen dingilin yüzünde bıyık altı bir gülümseme vardı. Herkesin yüzü gülüyordu. Bir ben saşkındım. Bayram herkese bayram, bana zehir olmuştu. “Olamaz! bu işte bir yanlışlık var!” dedim kendi kendime. Gittim, anneme sordum. “Ne olacak burada şimdi?” dedim. Annem, gözlerimdeki korkuyu görmüş olacak ki, gözleri doldu... Gözlerim kaynar çeşmeler gibi boşaldı. “Yapmayın, etmeyin, n’olur, yavrusu var, onu annesiz bırakmayın!” dedim, kesilmenin dahi ne demek olduğunu bilmeden... Bağırdım. Gerildim. Kendimi yerlere attım... El işaretiyle “Çocuğu götürün burdan!” dedi kasap, beni göstererek. Kasabı hiç sevmemiştim. “Zalim kasap!, vicdansız kasap!, Allahsız kasap!...” Nasıl ağlıyorum... Gözümün önünden buzağımın yeşillikler arasında annesi ile gülüşen fotoğrafları... Birbirlerine sürtünüşleri... Olup bitenlerden habersiz buzağımın ahırdaki yalnızlığı... Beni zar zor olay mahallinden uzaklaştırdılar. Uzaklardan ineğin soluk sesleri ve son bağırışları geliyordu... Yüklendiler ve insanlar bir zafer kazanmışlardı kendilerince...
Ortalık yatışınca ve temizlenince kan seylapları, dolaştım biraz bahçede... Ateşe odun topladım. Et pişirenlere yardım ettim. Et yedim... Herkese herşey normal geliyordu, ben de alıştım sanırım olup bitenlere...
Birkaç ay sonra danayı bir adama sattılar... Ona da üzüldüm epey ama sanki böylesi daha iyiydi... Dayanmıyordu benim yüreğim gelmelere, gitmelere, ölmelere, kalmalara...
Ne anası kaldı ne danası ama hâlâ içimde olayın travması...