- 236 Okunma
- 2 Yorum
- 2 Beğeni
Son Bakış
İnsanın kısa ömrü ayrılıklar ve yol ayrımlarıyla dolu aslında. İnsan, hangi dönemeçte kimi bırakacağını, kim tarafından bırakılacağını ya da kim ile karşılaşacağını çoğu zaman bilemiyor. Düşünen beyinler için aslında bu akıl almaz bir durum. Dünyaya geldiğimizde birilerini seviyor, birilerine güveniyor ve birilerine bağlanıyoruz. Ardından bir şey oluveriyor ve sevdiğimiz, güvendiğimiz, bağlandığımız o kişiyle yollarımız ayrılıyor. Kimi zaman bu ayrılığı hissedebiliyoruz ve hatta bizzat kendimiz tercih edebiliyoruz. Ancak çoğu zaman bu ayrılışlar kader örgüsü içinde birdenbire gerçekleşiveriyor. Ne kadar da trajik bir durum.
Kalbimizi verdiğimiz, dağ gibi sırtımızı yasladığımız, hava gibi; su gibi bağlandığımız insanlar oluyor hayatlarımızda. Bu kişi kimi zaman annemiz, kimi zaman babamız, kimi zaman sevgilimiz, kimi zaman da arkadaşımız oluyor. Elbette bu sıfatlardan biri ya da birkaçı bir arada da bulunabiliyor. Yani insan sevgilisiyle arkadaş olabiliyor, arkadaşıyla baba-oğul ilişkisi kurabiliyor. Öyle ya da böyle insan bir başka insan ile bir şekilde sarsılmaz ve kuvvetli bağlar kurabiliyor. İşte bu kurulan bağlar ne kadar sağlam ve sarsılmaz olursa ayrılıklar da insanı o kadar çok yakıyor. Ansızın gelişen ayrılıklar ise bir başka acı veriyor.
Kuşkusuz her insan gibi benim kısacık ömrümde de böylesi ayrılıklardan bir hayli oldu. Yani bu ayrılıkları ve bu ayrılıkların insanda oluşturduğu hisleri kelimelere dökmek oldukça zor. Okuyucu da fark etmiştir ki yazının başından beri kıvranmam da bu sebepten kaynaklanmaktadır. Aslına bakarsanız her zaman değindiğim gibi insanın yeryüzü macerası nereden bakarsanız bakın acıklı bir öyküdür. Hüzünlerden sıyrılıp sevinçlere ulaşmak için çabalarız her zaman ve çoğu zaman ulaşamayız; hevesimiz kursağımızda kalır.
Aslına bakılırsa bu insanın laneti olarak da tanımlanmaktadır çoğu inanç sisteminde. Hatta birçok kültür ve dile yerleşmiş bir deyim bile vardır bu konu ile ilgili; “Dünya cennet değildir.” Peki, ne alama gelmektedir bu? Dünyada devamlı suretle mutlu olmayı, başarılı olmayı, sevinçli olmayı beklememelisin. Zira insanın ebediyen mutlu, sevinçli ve başarılı olduğu yer cennettir. Cennette ne hüzün vardır ne acı vardır ne çabalamak vardır ne başarısızlık vardır ne hastalık vardır ne sıkıntı vardır; Güllük gülistanlık süt-liman bir yerdir tarif edilen cennet. Ama dünya öyle değildir. Dünyada hüzün, sıkıntı, hastalık, başarısızlık, ayrılık, acı yani aklınıza kötü gelen ne varsa misliyle bulunmaktadır. Ayrıca insan dünyada bir şeylere ulaşmak için çalışmak ve çabalamak zorundadır. Şimdi okuyucu çalışmamanın ve çabalamamanın tembellik olarak tanımlandığından ve bu tanımın hiç de hoş olmayan utanç getiren bir davranış olduğundan bahsedebilir. Ancak bu yalnızca bize yeryüzü macerasında öğretilen bir öğreti ve yalnızca bir öğreti değil aynı zamanda da bir gerçek. Yaşadığımız bu dünyada çalışmadan, çabalamadan bir şeyler başarmamız ya da kazanmamız mümkün değil maalesef. Çalışmanın ve çabalamanın eziyetli bir iş olmasının nedeni ise cennetten yeryüzüne gönderilmiş olmamız. Aslında bu konuyu da daha fazla uzatmak niyetinde değilim. Zira konu herkesin de malumu.
Sevdiğimiz, güvendiğimiz ve bağlandığımız insana son defa baktığımızı ya da o insanın bize son defa baktığı bilseydik kendimizi nasıl hissederdik? Bu “Son Bakış” kuşkusuz unutulmazdır. Bu bakışı unutulmaz ve acı verici kılan şey ise son olmasıdır.
Anadolu’da yabancı olduğum bir yerde görev yaparken çeşitli insanları tanıma ve onlarla arkadaş olma imkânı buldum. Bu arkadaşlıklar arasında benim için oldukça değerli olanları da mevcuttu. Yani uçsuz bucaksız bir kumsal da rastladığınız bir inci tanesi gibi. Bu değerli inci bana ağabeylik yapan çok sevdiğim birisiydi. Birbirimize her rastladığımızda muhabbet eder, şakalaşır, halimizi hatırımızı sorardık. Ben o sene mühim bir ameliyat geçirmiştim. Hastalığım ve tedavi sürecim boyunca beni bir an olsun yalnız bırakmadı. Her ihtiyacımda yardımıma koştu bu değerli ağabey. Hastaneden taburcu olduğumda tam iyileşmemiştim. Birkaç gün sonra da mübarek Ramazan Bayramı geldi. Ramazan Bayramının birinci günü bu değerli ağabeyim ile yürüyüş yapmak için dışarı çıktığımda karşılaştım. Tertemiz tıraşını olmuştu, beyaz gömlek ve lacivert kumaş pantolonunu giymişti. Boyalı iskarpinleri ile parıl parıl parlıyordu. Ağabeyimle kucaklaştık, sarıldık, bayramlaştık. Yüzü gülüyordu. Beni gördüğüne mutlu olmuştu. Bende onu gördüğüme çok mutlu olmuştum. Biraz sohbet ettik. Çok neşeliydi. Neşeli olması beni de keyiflendirmişti. Sonra birbirimizden ayrıldık. Dediğim gibi ben hastahaneden yeni çıkmıştım, iyileşme sürecindeydim. Tüm gece uyuyamadım, uyuyup uyuyup uyanıyordum. Sabahleyin güneşin doğuşunu izledim pencereden. İçimde yılan gibi kıvrılan bir sıkıntı vardı. Ben bu sıkıntının hastalıktan kaynaklandığını düşünüyordum. Ama ne de olsa bayram günüydü. Ev ahalisi toplanıp dışarı çıktık. Bayramın ikinci günü olduğu için marketler açılmıştır diye düşünüyorduk. Ama dışarıda anlam veremediğim bir tuhaflık vardı. Herkesin yüzü düşmüştü. Bayramdan ziyade bir matem havası vardı. Bu duruma anlam verememiştim. Belki de ben öyle görüyorumdur diye düşünüyordum. Eve geldiğimde mahallede bir kalabalık ve feryat figan çığlıklar ve bağırışlar duydum. Çok telaşlanmış ve korkmuştum. İşin aslını öğrendiğimde ise beynimden vurulmuşa döndüm. Dün bayramlaştığım inci tanesi değerli ağabeyim geceleyin intihar etmiş. Arabasıyla bir göletin kenarına gidip bir veda mektubu yazmış ve silahla kendini vurmuş. Hastalığımı filan unuttum. Dünyam yıkılmış gibi hissettim. Nefes alıp vermede zorlanıyordum. Kafamda tek bir soru yankılanıyordu; “Neden?” Neden böyle bir şey yapmış olabilirdi? Daha dün görüşmüştük. Tıraşını olmuştu, bayramlıklarını giymişti. Bana gülmüştü, sarılmış, kucaklaşmış ve bayramlaşmıştık. Nasıl olmuştu da ağabeyim intihar etmişti.
Bu ağabeyimin cenazesine katıldım. Çok ama çok üzgündüm. Kafamda yaşananları eviriyor çeviriyor ve bir anlam vermeye çalışıyordum. Ama olmuyordu. İhtimaller beni delirtmek üzereydi. Belki bayramın birinci gününde karşılaştığımızda biraz daha uzun konuşsaydım, durumunu anlayabilseydim, akşam onu eve davet etseydim ya da ne bileyim düşüp hastalıktan bayılsaydım tüm gece hastanede kalsaydım o da benimle olsaydı. Yalnız kalmasaydı. Bu işi yapmasaydı. Daha sonra karşılaşmamızı konuşmamızı defalarca kafamda ölçtüm, biçtim ama bir sonuca ulaşamadım.
Bu değerli ağabeyimin, dostumun bana mirası bayramın birinci günü zihnime ve yüreğime kazınan ve hiçbir zaman unutamayacağım “Son Bakış” idi. Açık yeşil gözlerindeki güneşin yansımasını asla unutamayacağım. Şimdi bu satırları yazarken bile o “Son Bakış” gözlerimin önünde duruyor. O bakışların son bakışlar olduğunu bilseydim her şey değişir miydi acaba ya da o değerli ağabeyim bana son kez baktığının farkında mıydı?
İnsanın yeryüzü macerası gerçekten acılarla dolu…
YORUMLAR
AÇIK MAVİ
Adem güne en taze haliyle başlamanın sevincini yaşıyordu. Çoğu zaman olduğu gibi yorgun uyanmamıştı, o kötü his uyanır uyanmaz tüm göğüs bölgesini kaplamamıştı. Hatırlamıyordu ama kendini iyi hissettiren bir rüya bile görmüştü. Eğer bu sabah hisleri bir renk olsaydı kuşkusuz en sevdiği renk olan açık mavi olurdu. Bu berraklık, bu dinginlik ve bu huzur kolay kolay sahip olamadığı bir şeydi. O yüzden bu hissin bozulmaması için bu his üzerine ya da başka bir husus üzerine düşünmek istemiyordu.
Enerjik bir ruh hali ile banyoya gitti. Elini yüzünü yıkadıktan sonra aynada kendine şöyle alıcı gözüyle bir baktı. Sakal tıraşı olmalı mıydı? Bugün de olmayıversindi sanki ne olacaktı ki? Saçlarını ıslatıp geriye doğru iyice taradı. Sonra aynada kendi kendine gülümseyip bir öpücük attı. Ardından mutfağa gitti ve cep telefonundan kendine neşeli bir şarkı açtı. Sezen Aksu şarkılarına bayılırdı. Tercihi de “Rakkas” şarkısı olmuştu elbette. Oynaya oynaya çay suyunu koydu ardından yumurta pişirme makinesine bir yumurtanın tepesine bir delik açıp yerleştirdi. Yumurtayı rafadan severdi. Kayısı kıvamının bir tık altı. O adar pişmesi için yeter miktarda su ekleyip makineyi çalıştırdı. Ardından mutfak masasına kahvaltı tabağı, çatal ve su bardağı koydu. Buzdolabını açıp kahvaltılıkları çıkardı. Normalde geç uyanır ekmek arası reçel, çikolata sürüp ısıra ısıra işe giderdi sakal tıraşı olduktan sonra. Ama bugün kendini çok iyi hissediyordu. Kahvaltı masasını hazırladıktan sonra balkona çıktı. Temiz havayı ciğerlerine çekti. Gökyüzünde yeni doğan güneşin ışıkları bulutlarda adeta dans ediyordu. Kuşlar uçuyor ve ötüşüyordu. Sabahları en sevdiği kuş sesi kumruların sesiydi. Balkonunun karşısındaki iki katlı evin üzerindeki elektrik direğine bir kumru kuşu konmuştu. Kumru kuşu ile birbirlerine bakıştılar. Ne kadar da güzel bir gündü böyle.
Kahvaltısını ettikten sonra yine aynı neşeli ve enerjik ruh haliyle kıyafetlerini giydi. Ayna şöyle bir kendini süzdü. Evet, kilo vermesi gerekiyordu. Göbek gömleğinin içinden fırlamış görünüyordu. Ama takılmadı. Kilo vermesi gerekiyorsa kilo verecekti o kadar. Evden dışarı çıkıp arabasının yanına gitti. Arabanın otomatik kilidini açtıktan sonra sol ön lastiğinin iniş olduğunu gördü. Bu lastiği benzin istasyonunda üçüncü kez şişirmiş ama her defasında havası inmişti. Görünüşte bir delik ya da kaçak yoktu ama lastik iniyordu. Bundan sonrasını lastikçi çözer diye geçirdi aklından. Ama lastiğin mevcut havası idare ederdi. Şimdi işe gitmedi gerekiyordu. Arabasını çalıştırdı ve biraz bekledi. Zira arabası dizel turbo motor olduğu için çalıştırır çalıştırmaz hareket ettirmemesi gerekiyordu. Yani böyle gerektiğini internette izlediği videolarda motor ustaları söylüyordu. Aksi halde motordaki yağlanma tamamlanmadığından motor zarar görebilirmiş ve motor masraf çıkarabilirmiş. Ekonomik bütçesinin masraflara dayanacak gücünün olmadığının farkındaydı. O yüzden dikkat etmesi gerekliydi.
Otomobil bir müddet çalıştıktan sonra sinyalini verdi tam hareket edecekti ki sol tarafına bir okul servisi dörtlülerini yakarak durdu. Muhtemelen karşıdaki apartmandan gelecek olan bir öğrenci için durmuştu. Ancak okul servisi öyle bir yere durmuştu ki Adem’in otomobilinin yola çıkacak pozisyonu kalmamıştı. Halbuki Adem sinyalini de vermişti. Neyse diye geçirdi Adem içinden. Biraz daha bekleyelim ne olur ki sanki? Sonuçta okul servisi çocukları okula taşıyordu ve beklemeye başladı. Ama okul servisi yerinden kıpırdamıyordu. Okul servisinin içi çocuk doluydu. Şoför cep telefona bakıyordu. Okul servisinde bir de yaşlı teyze vardı. Muhtemelen servis şoförünün annesi ya da başka bir akrabası diye düşündü Adem. Zira okul servislerinde hostes çalıştırma zorunluluğu vardı kanunen. Kanun çıkınca servis şoförleri de ayrıca hostes ücreti ödememek için evde oturan anneleri, eşleri ya da akrabalarını hostes olarak servislerinde bulunduruyorlardı. Bir sabah bir de öğleden sonra ne olacaktı sanki? Ancak zaman geçiyor ve beklenen çocuk gelmiyordu. Sonunda servis şoförü de başını telefondan kaldırıp apartmana bakarak minibüsün kornasını çaldı birkaç kez. Neredeyse on dakika geçmişti. Adem servis şoförüyle göz göze gelmeye çalışıyordu. Göz göze gelseler kibarca yol isteyecek ve işine gidecekti. Ama servis şoförünün ona bakmaya hiç niyeti yok gibi görünüyordu. Halbuki bir iki metre geri çekse servisi Adem’in otomobili yola çıkabilirdi. Sonunda Adem hafifçe kornaya dokundu ve servis şoförünün kendisini görmesini sağladı. Sonra el hareketleriyle biraz geri çıkmasını, otomobilinin yola çıkacağını belirtti. Ancak servis şoförü oralı olmadı. Adem tekrar işaret edince servis şoförü;
“Beklesene gardaş! Öğrenci alıyoz görmüyon mu?” diye bağırdı.
Adem öfkelenmişti. Ama kavga etmeye niyeti yoktu. Eliyle tekrar işaret yaptı çıkmak için ama yine bir işe yaramadı. Tam Adem otomobilinin camını açıyordu ki karşı apartmandan okul forması ve çantasıyla bir çocuk çıktı ve servise doğru yürüyüp servise bindi. Adem otomobilinin camını açmıştı ama çocuk okul servisine binince okul servisi hareket etti. Otomobilin camını açmasaydı servis şoförünün söylediklerini duymayacaktı belki ama açtığı için duydu. Servis şoförü hakaret ede ede gidiyordu;
“Ulan ne hıyarlar var şu trafikte ya! Puşta bak! Çocuk alıyoz görüyorsun işte bir de korna çalıyor! Sen o kornayı al da anana götür! Teres!”
Adem durduk yere hem “hıyar”, hem “puşt” hem de “teres” olmuştu. Üstelik annesine de hakaret edilmişti. Şimdi bu servis şoförünü durdurup kavga etmek vardı ama servisin içinde çocuklar vardı, işe geç kalmıştı ve bugün morali çok iyi olarak uyanmıştı. Ancak böyle giderse moral düzgünlüğünden eser kalmayacağı ise çok açık bir gerçekti. Üstüne üstlük bu nasıl bir servis şoförüydü ki çocukların yanında böyle pervasızca küfür edebiliyordu. Adem bir an durdu, derin bir nefes aldı ve “Ya Sabır” diyerek cebinden bir sigara çıkarıp yaktı. Normalde sigarayı azaltma kararı almıştı, öğlene kadar sigara içmeyecekti ama bu kararı askıya alıp bir sigara yaktı. Sigarasından bir nefes çekip yoluna devam etti.
İşine gitmesi için iki sokak ileride bir döner kavşaktan U dönüşü yapması gerekiyordu. Genelde sabahları herkes bu döner kavşağı kullandığından trafik sıkışık olurdu. Üstüne üstlük döner kavşak çevre yolunun üzerinde bulunuyordu ve trafik ışıklarının yanma süreleri oldukça kısaydı. Ama bazı sabahlar bu döner kavşağın çok tenha olduğu zamanlara da denk gelebiliyordu, elbette o gün şanslı günüyse. Ancak iki sokağı geçtikten ve döner kavşak göründükten sonra anladı ki; bugün şanslı gününde değildi. Zira döner kavşağın trafik ışığını bekleyen araçlar düğün konvoyu gibi dizilmişlerdi. En son sırada da Adem vardı. Yalnız şöyle bir durum vardı ki araba sırasının en sonunda olmak ortalarında olmaktan daha iyiydi. Çünkü arkadan sıkıştıran, korna çalan ve rahatsız eden bir başka sürücü olmuyordu. İnsan gerektiği gibi, zorlama olmadan hareket edebiliyordu. Adem tam buna sevinirken arkasına yüksek sesle müzik dinleyen bir sürücü aracıyla yanaştı. Kolunu şoför mahallinin bulunduğu camdan dışarı çıkarmıştı. Elinde bir tespih vardı ve sarkıyordu. Ancak müziğin sesi oldukça açıktı. Trafikte en sabırsız ve en soruncu sürücülerden birisi ile karşı karşıya olduğunu dikiz aynasından bakar bakmaz anlamıştı Adem. Sigarasından derin bir nefes aldı. Çok derin bir nefes almış olacak ki alır almaz öksürmeye başladı. Öksürmenin şiddetiyle elindeki sigara oturduğu koltuğa bacaklarının arasına düştü. Bir anda panikledi ve bacaklarının arasındaki izmariti bulmak için elleriyle çırpmaya başladı. Bu sırada yeşil ışık yandı ve öndeki araba konvoyu hareket etmeye başladı. Yeşil ışık yanar yanmaz arkadaki araba korna çalmaya başladı. Ama çok fazla kornaya basıyordu ve durmaya da hiç niyeti yok gibiydi. Adem daha da panikledi ve gaza bastı. Bir yandan da izmariti bulmaya çalışıyordu. Öndeki araç adım adım ilerliyordu. Arkadaki sürücü bir de üstüne üstlük selektör yapmaya başlamıştı. Sanki önce yer vardı, yol vardı da Adem ilerlemiyordu. Düşen sigara izmariti Adem’in sol bacağını yakınca Adem sigara izmaritinin yerini tespit etti. İzmariti kabaca avuçladığı gibi pencereden dışarı attı. Öndeki araba da bir iki adım ilerledikten sonra durmuştu. Döner kavşaktaki yeşil ışık yanma süresi çok kısa olduğundan kırmızı ışık yanmıştı. Dikiz aynasından baktığında arkadaki sürücünün el kol hareketleri yaptığını gördü. Paniklemiş, öfkelenmiş, canı yanmıştı. Sabah ki neşeli ve morali düzgün halinden geriye eser bile kalmamıştı. Birkaç adım birkaç adım derken döner kavşak belasını geçti ve işyerine ulaştı.
İşyerinin otoparkında kendini sanki dayak yemiş gibi hissediyordu. Aklı hala koltuğa düşen izmaritteydi. Acaba pantolonunu yada koltuğun kumaşını yakmış mıydı? Da ha da önemlisi koltuğun kumaşını yakıp alttaki süngere geçmiş miydi? Süngere geçmişse sönmüş müydü? İnternette bu şekilde yanan bir arabanın videosunu görmüştü. Oldukça endişeliydi. İşyerini otoparkında yer bakarken boş bir yer görüne ilişti. İki aracın arasında bir araçlık boş bir yer. Bir iki manevra ile aracını oraya park edebilirdi. Tam sinyal verdi sola dönecekti ki sol tarafından fişek gibi bir otomobil geçip Adem’in gözüne kestirdiği yere park etti. Adem biraz daha sola çıkmış olsa belki de kaza olacaktı. Adem korkmuştu. Sonra park eden arabaya baktı. İçinden işyerindeki şişman veteriner çıktı, göbeğini çeke çeke. Bu veterineri birkaç kez işyerinde görmüştü yalnızca o kadar tanışıklıkları yoktu. Şişman veteriner arabadan indi, dik dik Adem’e baktı ve kibirli bir şekilde işyerine doğru yürümeye başladı. Ne bir özür, ne af edersiniz hiçbir şey yoktu. Adem öfkeden kudurmak üzereydi. Bu şişman veterineri gördüğü birkaç defasında da yine kabalık ve ayılık yapıyordu. Bir keresinde asansöre yetişmek için koşmuş ama düğmeye basmamıştı bu şişman veteriner, bir keresinde yemek sırasında önüne kaynak yapmıştı iri gövdesiyle ve bir keresinde de bir konferans salonunda iri gövdesine ve uzun boyuna rağmen o kadar boş yer varken Adem’in önüne oturmuş ve Adem’in ekrandan hiçbir şey görememesine neden olmuştu. Neden bu kadar kabaydı ve durmadan ayılık yapıyordu bu şişman veteriner bilmiyordu Adem ancak kurulmuştu bir daha böyle bir kabalık, ayılık ve saygısızlıkla karşılaşırsa kavga çıkaracaktı. Şimdi tam sırası olmasına rağmen Adem’in aklı arabasında olduğundan Adem bunu da görmezden geldi. Birkaç dakika park yeri aradıktan sonra kısıtlı da olsa bir yer buldu ve kendini arabasının dışına attı. Hemen ön oturduğu koltuğa baktı. Maalesef koltuk kumaşı düşen sigaranın ateşiyle yanarak delinmişti. Eliyle pantolonunun sol bacağını yokladı. Pantolonu da delinmişti. Ağız dolusu bir küfür savurdu, yumruğunu sıktı ve koltuğa bir yumruk attı. Derin derin nefesler aldı ve sakinleşmeye çalıştı. Sabah hissettiği açık mavi çoktan silikleşmiş ve yerini koyu geriye bırakmıştı.
Arabayı otoparka park ettikten sonra işyerindeki odasına doğru ilerledi. İşyeri binasının girişinde güvelik görevlisi ve birkaç personel sigara içiyorlardı. Geçerken onlara selam verdi. Ama hiç kimse umursamadan sohbetlerine devam ettiler. En sinir olduğu şey buydu. Selamına karşılık alamamak. Dişilerini sıktı ve asansörün önüne geldi. Asansörün önünde birkaç personel beklemekteydi. Onlara da selam verdi. Ancak onlarda Adem’i tepeden tırnağa süzdükten sonra istemeye istemeye selamına karşılık verdiler. Adem bu insanlardaki negatif elektriği iliklerine kadar hissetti. Sanki insanlar birbirlerinin günlerini mahvetmek için sözleşmişler gibiydi. Asansör zemin kata geldi, kapısı açıldı. Tam asansöre binecekti ki arkadan kalablık br personel grubu gelip asansörü tıka basa doldurdular. Adem önce gelmesine rağmen asansörde binecek yer kalmamıştı. Adem yine öfkelendi ama yapacak bir şey yoktu. Hepsi fakülte mezunu olan işyeri çalışanlarının bu kadar nezaketten yoksun ve kaba olmalarını aklı almıyordu. Çaresiz bekleyecekti, bekledi de. Bir daha ki sefere yine asansöre bindi. Asansöre onunla birlikte birkaç personel daha bindiler. Personellerden birisi felaket halde ter konuyordu. Adem eliyle burnunu kapatmak istedi ama bu kokuya karşı koymak mümkün değil gibi görünüyordu. Asansör ofisinin olduğu kata geldiğinde kendini asansörden dışarı güç bela atabildi.
Ofisinin bulunduğu katta bir imza listesi bulunmaktaydı. Her sabah önce imza tar ve ardından odasına giderdi. Ancak bu sabah imza listesi olması gereken yerde değildi. Etrafa bakındı ama listenin olduğu dosyayı göremedi. Kat görevlisi Muhsin elinde paspasla yanından geçerken Muhsin’e durdurdu ve sordu;
“Günaydın Muhsin Efendi, imza listesini gördün mü?”
Kat görevlisi Muhsin Bey biraz düşündükten sonra durdurulmaktan memnuniyetsiz bir halde;
“Aleyküm Selam, biraz önce müdür bey imza listesini odasına istetti” dedi ve ilerlemeye başladı. Adem;
“Müdür Beyin böyle bir adeti yoktu neden istedi acaba?” diye sordu ama sorusu havada kaldı. Muhsin Efendi onu dinlemeden yürüdü gitti.
Adem kendi kendine bugün insanlara ne oluyor böyle diye geçirdi içinden. Sonra odasına geçip bilgisayarını açtı. Bilgisayarı tam açılacakken telefonu çaldı. Arayan müdürdü, odasına çağırıyordu. Adem hemen toparlanıp müdürün odasına gitti. Kapıyı çaldı ve içeri girdi. Müdür içeride bir yandan sabah kahvaltısı yapıyor bir yandan da imza listesine bakıyordu. Adem;
“Günaydın Müdür Bey, buyrun.” Dedi. Müdür;
“Aleyküm selam Adem Bey, neredesiniz? Neden geç kaldınız?” diye sordu. Adem biraz afallamıştı. Çünkü şimdiye kadar Müdürden hiç böyle bir soru işitmemişti. Kendini biraz toparlayıp;
“Müdür Bey trafiğe takıldım, özür dilerim.” Dedi. Müdür ağzındaki lokmayla birlikte;
“Olmuyor Adem Bey, hepimiz o trafikte işe geliyoruz. Lütfen biraz daha özverili olun. Sabah trafiği bir sürpriz değil ki! Her sabah yoğun oluyor bu meret! Biraz erken çıkın evden! Lütfen bir daha olmasın! “ dedi sert bir şekilde. Adem öfkelense de;
“Özür dilerim efendim, bir daha olmaz.” Dedi dişlerini sıkarak. Müdür;
“Bir de Adem Bey lütfen kılık kıyafetimize de dikkat edelim, görüyorum ki sakalınız uzamış. Lütfen tıraş olmadan işe gelmeyelim.” Dedi. Adem;
“Peki efendim.” Diye cevap verdi. Müdür Adem’i baştan aşağıya süzerken bir yandan da bir peynir lokması ağzına attı ve
“Bugün şu sunum işini de bitirelim.” Dedi. Adem’in kafasında şimşekler çaktı. Çünkü müdürün bahsettiği o sunum işi dün mesai saatine on dakika kala gelmişti ve en az üç dört günlük bir işti. Adem;
“Müdür Bey ama bu işin bugüne bitmesi gerçekten çok zor.” Diye karşılık verdi. Müdür ağzına bir zeytin atarak;
“Adem bey mesai saatlerine dikkat ederseniz işler de yetişir! Lütfen bugün bitsin o iş!” dedi tehditkar bir ifade ile. Adem;
“Elimden geleni yaparım efendim.” Deyince Müdür;
“Elinizden gelenin fazlasını yapın!” dedi ve çayından bir yudum aldı. Adem bu adamın kendisiyle konuşurken bir şeyler yemesinden nefret ediyordu. Sohbet bitmişti.
Adem odasına gitti, bilgisayarına oturdu ve çay molası bile vermeden çalışmaya başladı. Sunumu hazırlamak için öğle molasını da feda ederek bilgisayarın başından kalkmadı. Mesai saatine on dakika kala bitmiş bir vaziyetteydi Elbette gün boyunca bir çok personel odasına gelmiş ve lüzumsuz sohbetlerle işini baltalamışlardı. Ancak sunumu bitirdiği için kendini büyük bir iş yapmış sayıyordu. Gerçekten de iki üç günlük bir işi bir günde tamamlamıştı. Birkaç küçük eksiği vardı belki ama halledilmeyecek şeyler değildi.
Gözlerini ovuşturduktan sonra müdürün odasına gitti ve kapısını çaldı İçeri girdiğinde müdür çıkmak için hazırlanmıştı. Çantasını almış ayaklanmıştı. Adem;
“Müdür bey, sunumu tamamladım.” Dedi. Müdür;
“Hangi sunumu?” diye sordu. Adem;
“ Sabah konuşmuştuk ya Müdür Bey, ihale süreci ile ilgili firma sunumu, dün gelmişti.” Dedi. Müdür;
“ O iş iptal oldu Adem Bey, e-mail gönderdim tüm personele görmediniz mi? Tabi maillerinizi kontrol etmezseniz göremezsiniz. Kaç defa söylüyorum şu mailleriniz kontrol edin diye ama dinleyen yok! “ dedi ve ekledi; “ Sunuma lüzum kalmadı.”
Adem beyninden vurulmuşa döndü. Ağlamak istiyordu. Tüm gün sunumu hazırlamakla boğuşmaktan maile bakacak fırsatı olmamıştı ki çay bile içmemişti, öğlenleyin yemek bile yememişti. Oturup çocuklar gibi ağlamak istiyordu. Müdür;
“Hayırlı Akşamlar Adem Bey, lütfen mesai saatlerine dikkat edelim.” Dedi ve kovar gibi Adem’i odasından dışarı çıkardı. Adem;
“İyi akşamlar dikkat ederim.” Diye karşılık verdi.
Müdür hızlı adımlarla uzaklaşırken Adem ardından bakakaldı. Müdür’ün ardından Muhsin Efendi geldi;
“Adem bey temizlik yapacağım odanızda, hayırlı akşamlar.” Deyip odasına daldı.
Adem gerçekten ağlamak istiyordu. Sabah hissettiği açık mavi şimdi karaya dönmüştü. Gözleri karardı. Gözlerini ovuşturduktan sonra yorgun adımlarla asansöre doğru ilerledi. Ancak asansör çalışmıyordu. Yine bozulmuştu. Adem pufladı ve merdivenlere yöneldi. Kendini çok Ama çok kötü hissediyordu. Eve gidecek kadar bile takati kalmamıştı. Hissettiği karanlık yapış yapış zifte benziyordu ve her yerini kaplamıştı.
Acı kaybınız için sizin ve ailesinin başı sağolsun. Yazınız bana 11-22-63 dizisini hatırlattı. Beni çokca düşündüren ve etkileyen bir senaryosu olmuştu. Eğer izleme şansı bulamadıysanız izleminizi tavsiye ederim. Eğer bir şekilde geçmişe gidilebilseydi neyi veya neleri değiştirmek isterdiniz üzerine kurulu bir hikaye anlatılıyordu. Her zaman ki gibi güzel bir yazıydı. Tekrardan başınız sağolsun
Sevgi ve saygılarımla yüreğinize sağlık
mesut.çiftci
saygılarımla tekrar teşekkürler