Rahime’nin Rüyası
Rahime o gün komşularının şekerpancarı tarlasında çapa yapıyordu. Gün yükselmişti. Bütün ovayı ağır bir sıcaklık basmıştı. Kahvaltı için kayısı ağaçlarının gölgesine geçilmişti. Çalışanların hepsi bayandı. Genç yaşlı beraber şakalaşıyor, eğlenerek çalışıyorlardı. Ağaçlarda kayısı çoktan bitmişti, temmuz başlarıydı. Kayısı toplayan işçiler artık çapa işine dönmüştü. Genç çapa işçileri ağaçların yüksek dallarında kalmış tek tük kayısıların peşinde bahçeye dağılmışlardı.
Rahime kahvaltı molasındayken sulama kanalının kenarındaki söğüt ağacının gölgesinde oturmuş, akan suya gözleri dalmış gitmişti. Yeni biçilmiş yoncalar güneşte kavrulmuş, çevreye sarhoş edici bir hasat kokusu yayılmıştı. Geniş tarla sınırlarındaki asırlık karaağaçların derin gölgesinde yüzlerce serçenin cıvıltısı Rahime’nin aklını başından almıştı. Keskin bir nane kokusu etrafı sarmıştı. Aniden “eyvah” diyerek yerinden sıçradı, bir an gusletmesi gerektiğini hatırladı. Sabah erkenden işe gelmişti, yıkanamamıştı. Civarda erkek falan yokken, sırtında güneşten bozarmış entarisini kenara bırakıp kanalın suyuna usulca daldı. Beyaz, diri vücudunu berrak sulara bıraktı. Aras Irmağı’ndan kopup gelen serin sular Rahime’nin terli derisinde seğirmeler yapıyordu. Akıntı ile yüzen söğüt yapraklarının gölgesi derinlerde vücudunun üzerinde büyüyor uzaklaşınca tekrar küçülüyordu.
Aradan uzun yıllar geçmişti, eşinin yüzünü hatırlamakta güçlük çekiyordu. Eşini sadece rüyalarında hatırlıyordu. Rüyalarında hem eşi hem de kendisi ilk evlendikleri yıllardaki gibi genç ve hayat dolu oluyorlardı. Rahime’ye bu tür rüyalar iyi gelmiyordu. Rahime çok çile çekmiş, kendi rüyalarını yormayı çoktan öğrenmiş, yaz kış demeden çocukları için çalışan dul bir kadındı. Böyle rüya gördüğü durumlarda gün ışımadan yıkanıp namazını kılar, böylece rüyasını iyiye yorardı. Aksi takdirde, kaynanasının şeytani diye tabir ettiği, gelinini şiddetle menettiği bu rüyalar uğursuzluk getirirdi. Fakat Rahime bu sabah geç uyanmış, evinin toprak damında uyurken üzerine kızgın güneş doğmuştu. Üstelik ne yıkanmaya ne de namaz kılmaya zaman bulamamıştı. Bundan olacak ki sabahtan beri içinde bir korku ile dolaşıyordu.
Rahime gizlice giyinip kahvaltı sofrasına vardığında kendi evinin tarafından bir gürültü koptu. Küçük oğlu bağıra çağıra ona doğru koşuyordu. Boz inek yonca tarlasına girmişti.
Rahime dizlerini döve döve, yalın ayak, köyün içine doğru koşuyordu. Onun sesine koşan insanlar sokak kapısına varıncaya kadar Rahime’nin sesi, sağı solu yeşil ağaç dallarıyla daralmış sokakta uzaklaşıyordu. Herkes peşinden bakarak ne olduğunu anlamaya çalışıyordu. Rahime kan ter içinde, yüksek sesle “evim yıkıldı, evim yıkıldı” diyerek kaynanasının avlu kapısında durdu. Yaşlı kaynanası beyaz tülbentini başında düzelterek bahçe kapısından çıktı. Neler olduğunu anlamaya çalışıyordu. Rahime; “ana, ana boz ineğim ölüyor!” dedi. Tekrar geldiği yoldan koşarak tarlalara doğru uzanan toprak yolda gözden kayboldu. Kaynanası, çocuklar ile imamın evine haber gönderdi. Kendisi de şekerpancarı sökmede kullanılan kocaman üç bıçak seçerek yanındaki kadınlarla beraber tarlaya doğru, Rahime’nin peşinden telaşla yollandı. Yonca tarlasına vardığında Rahime’nin boz ineğin üzerine kanaldan doldurduğu kovayla serin su döktüğünü gördü. Dağ gibi boz inek dize varan yeşil yonca tarlasının içinde kıpırtısız duruyor, arka ayaklarından birini karnına çekmiş, kulaklarını kırmıştı. Anladı ki Rahime çapa ile meşgul olurken ineğe dikkat etmemiş, inek taze yonca tarlasına girmiş, şişmişti.
Tarlalarda çapa yapan, ekin sulayan, ot biçen, hayvan otlatan ne kadar insan varsa hepsi Rahime’nin başına toplanmış, herkes elinden geldiğince yardım etmeye çalışıyordu. Rahime zaten bir deri bir kemik kalmıştı. Bu olayla beraber kanı daha da çekilmiş, avurtları çökmüştü. İnsanlar ineği yürütmeye çalışıyor, belki şişkinliği gider diye türlü formüller deniyordu. Herkes bir şeyler öneriyordu.
Güngörmüş kaynana, keskin bıçağın ucu ile ineğin karın boşluğunun üst tarafından bir darbede delik açarak işkembesindeki gazı çıkarmaya çalıştı. Bu arada imam elinde dua kitabı ile yetişti, bir tümseğe oturarak dua okumaya başladı. Peşinden gençlere öğütler vererek, ineğin ağzına avuç avuç kum atmalarını istedi. İnek ağzındaki kumları atayım derken ağzı açık kalacak ve zehirli gazlar çıkacaktı. Uzaktan yetişen sığır çobanı Yanık Ali cebinden çıkardığı çakı ile ineğin bir kulağının dibinden kan akıttı. Rahime halen dövünüyor, ağlıyor, eli ayağı çamur içinde kanaldan kovayla su getirip ineğin sırtına döküyordu. Tarlada çapa yapan komşuları Ekber Emmi, çakısıyla söğüt dalından bir çubuk kesti, ucunu itina ile sivriltti. İneğin burun deliğinden yukarı doğru sokup burnundan kan aldı. Kırmızı kanlar ineğin burnundan, kulağından, karnından aşağı doğru damlıyor, Rahime’nin döktüğü sularla ineğin ayaklarının dibinde küçük gölcükler oluşuyordu. Etrafa yoğun bir kan kokusu yayılıyordu. Derken traktörü ile kanal boyundaki yoldan geçen Hacı Mehmet traktörden atlayıp yetişti. Uygun bir dal kesip ineğin ağzına gem gibi taktı, kafasının arkasından boynuzlarına iple bağladı. Böylece ineğin ağzı açık kalacak, zehirli gazdan kurtulacaktı.
İnek mecalsiz kalmış ne ağzını açıp kumları döküyor ne de ağzındaki gemi çiğneyebiliyordu. Kan kokusuna gelen sinekler ineğin başında uğuldayıp duruyordu. Iğdır Ovası’nda temmuz sıcağında sineklere yem çıkmıştı. Uğuldayan kalabalık içinde kimi komşular, “inek ishal olursa kurtulur”, kimileri “kulağındaki kan az aktı, yoksa kurtulurdu”, kimileri “kum azdı,” kimileri ise “mıh kısaydı burnundan az kan aktı” diyordu.
Mecalsiz, dizleri kesilen Rahime, konuşulanları artık duymuyordu. Bir uğultudur dönüyordu başında. Sanırsın ki Güngörmez Yaylası’nda çağıldayan bir ırmak kenarında kaybolmuş küçük bir kızdı. Rahime yaylalarda doğup büyümüştü. Iğdır Ovası’nın sıcağına gelin olarak inmişti. Gelin geldiğinde daha on dördündeydi.
Kaynanası ile uzun yıllar aynı avluda, büyük ahırın bitişiğindeki iki göz evde yaşamıştı. Şoför olan eşi, İran’da tır kazasında öldüğünde o daha otuzunu doldurmamıştı. Yedi çocukla kala kalmıştı. O gün yemin etmişti. Çocukları için hiç evlenmeyecekti. Kocasının yatağına başka erkek girmeyecekti. Kaynatası yaşadığı sürece beraber aynı avluda yaşadılar. Çocuklarını bu güvenli avluda büyüttü. Kaynatası öldükten sonra kayınları evlendiler. Bahçede yeni evler yaptılar. Bahçe daraldı. Mal mülk paylaşıldı. Rahime; bahçenin, o korunaklı avlunun dışına itildi. Payına, köyün dışında bir tarla düştü. Rahime kerpiçten olan evini oraya yaptı.
Çocuklarını kayısı toplamaya, çapa yapmaya, ayakkabı boyacılığı yapmaya gönderiyordu. Kendisi de çapaya giderek çalışıyordu. Köyün her avuç toprağında Rahime’nin emeği vardı. Evin geçimini böyle sağlıyordu. Küçük oğlu, tek ineği olan boz ineği tarlaların sınır aralarında, sulama kanalları ve toprak yolların kenarında otlatarak doyuruyordu. O gün çocuk kanalda yüzmeye gitmiş, ineği unutmuştu. İnek komşunun yeni yeşermiş yonca tarlasına girmiş ve şişmişti. Evin tek süt kaynağı boz inek olmazsa yazın sıcağında çocukları nasıl yaşayacaktı.
Boz inek bütün çabalara rağmen yere çöktü. Ağır başını yere koydu. Sinekler başında uçuşmaya başladı. Sadece kulaklarını arada bir oynatarak sinekleri kovmaya çalışıyordu. Bütün çabası nafile, gözlerine sinekler doluyordu. Karnı şişmiş, davul gibi olmuştu.
Çaresiz olan Rahime, tarla sınırındaki toprak tümseğe tünedi. Omuzları yanlara çöktü. Kaynanası kaşlarını çatmış, yanına vardı. Olayın esasını öğrenmeye çalışıyordu. Rahime, “ana ana ben boz ineğin rüyasını gördüm, çaresi yok ölecek” dedi. Kaynanası; “nasıl bir rüya gördün gelin” dedi. Rahime korkarak; “rüyada oğlunu gördüm ana” dedi. Kaynana yine kaşlarını çatarak kederle sordu, “nasıl gördün” dedi: “Rahmani mi, yoksa şeytani mi gördün, gelin” dedi. Rahime başını önüne eğerek, kabahatliymiş gibi kısık sesle yavaşça “ana ana oğlunu şeytani gördüm” dedi.
Rahime ağzını tülbenti ile örterek hıçkıra hıçkıra ağlamaya başladı. Sadece boz ineğe ağlamadı. Gençliğine ağladı, kocasına, o dağ gibi kocasına ağladı. Dul kalmış, bir daha evlenmemiş, sırf çocuklarını büyütmek için yuvasını, kocasının hatırasını korumuş, ona ağladı. Çok erken yaşta dul kalmış, çocukları ile beraber o da yetim gibi büyümüştü. Gençlik sadece ona o kadar uzun gelmişti, belki de ona ağladı. Yaylaların yeşil yamaçlarında kuzu peşinde koştuğu günlere gitti. Babasının obasında uçsuz bucaksız yeşil düzlüklerde at koşturduğu çocukluk anlarına gitti, ona ağladı. Bir güvercin olup serin rüzgârın estiği yöne, babasının karlı yaylalardaki köyüne uçmak istedi, ona ağladı. On dördünde evlenmiş, otuzunda dul kalmış, beş çocuğu ile yuvasında beklemişti, ona ağladı.
Kaynana bilge bir eda ile “evet” dedi, sana yasak olan şeytani bir rüya görmüşsün, şeytan sana gülmüş, boz inek ölecek” dedi. Sesini alarak imama seslendi; “Seyda seyda” dedi, “duayı bitir, inek kesilecek, yoksa murdar olacak” dedi. Yaşlı kadının çevresinde toplanmış kadınların arasında kulaktan kulağa “Rahime’ye şeytan gülmüş” lafı büyüdü, dolandı gene büyüdü, köyün içine doğru yürüdü gitti…
Ekber Emmi bıçakları biledi. Hacı Mehmet gençlere işaret etti, her ihtimale karşı gençler boz ineğin ayaklarına oturdu. Hacı Mehmet, hiçbir direnç göstermeyen, nefesi söndü sönecek olan boz ineğin gırtlağını sol eli ile aradı, başını güneşe kaldırıp kıbleyi belledi, sağ eli ile bıçağın kabzasını kavradı. “Bismillah” dedi.
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.