Garip Derviş
Okuduğunuz yazı Günün Yazısı olarak seçilmiştir.
“ Bir gün bir dilenci oğlunu henüz ağızı süt kokarken akıncı birliğine vermiş “
Tüm karmaşık düşünceler ve güneşin at arabasının odunsu avlu başına vuran sıcaklığı ile beraber, daralırken yüzümü kapatan peçemi dişlerim ile açmaya çalışıyor at arabasını süren yaşlı amcanın saçma hikayeler anlatan sesi ise kulaklarıma ulaşıyordu. Tüm dikkatim tabi ki siyah kuşakları ile 1690 akıncı kahramanı olan Mahir’in içerisinde bir zamanlar olduğu akıncı kelimesi ile kaydı.
“ Dilenci babanın çocuğu ilk başta yeni çeri ocağında çok dövüldü çok dışlanmıştı. Babasına yalvardı beni buradan al diye ama dilencilikten bıkmış baba zira oğlu büyüdüğünde başarılı, güçlü bir akıncı olursa para kaynağı elde edeceğini biliyordu. Oğlunu tüm itirazlar ve hayali olmayan bir görev içerisine bırakarak bir daha oğlu büyüyene kadar onu ziyaret etmedi. Ah o zalim adam parasızlıktan dolayı kalbi köhne düşünceleri yobaz oldu. “
Kadınların itiraz haykırışları dakikalar geçti bitap düşmüş bir yorgunlukta kendini saldı, at arabası tekerine değen her taş yüzünden sallanırken kadınlar birbirlerine elleri bağlı olsa dahi daha da sokuluyor ben ise hür dikkat yaşlı amcanın sesine odaklanmaya çalışıyordum.
“ O ağzı süt kokan dilencinin oğlu otak içerisinde nasıl olduğunu dahi anlamadan kurumuş topraktan çıkan çiçek filizi gibi bir anda büyümüş gitmişti. Tıpkı babasının hayal ettiği güçlü bir akıncıya dönüşmüş ama Hünkarın ona biçtiği siyah kuşaklar içerisinde tutsak edilmişti. Tıpkı babasının hayali olan akıncı başı fikrine mustarip olup yıllarca zindan edilmesi gibi. Genç delikanlı hiç bir zaman özgür olamadı, yalnızca bunu hayal edebilir ama ötesine geçemezdi. Hünkarın sağ kolu olmayı bile başaran bu genç kendi çizdiği özgürlük sınırları içerisinde askerleriyle Venedik, Roma sınırlarına hükmediyor ama bir türlü siyah kuşaklar içerisinde özgür olamıyordu. Bu ona verilmiş en büyük cezaydı ta ki, o kız hayatına girene dek... “
Atı yönlendirme yaptığı ipleri yaşlılıktan dolayı kırışmış olan avuçları arasında daha sert çekti. Elleri altında kavrulan ipler arabayı daha da hızlı yaptı ve bir zamanlar evim olan Bedesten çarşısı kemerli duvarına toynak sesleri ile yaklaştı.
“ Kendi karakterinin tam tersi olan bu kız tesadüf eseri hayatına girdiği akıncı binbaşısının özgürlük sınırlarını kendi sınırlarına kıyasladı. Genç yıllardır dilenci babasının ona dayattığı hususlar altında ezilen özgürlük sınırlarının kızın özgürlük sınırlarına değince küçücük olduğunu anlamıştı. Kızın özenle kendi alanına sakladığı bu sınırları korumak adına kız için binlerce acı çekmişti. 100 kırbaç, saraydan kaçırma, otağa sokma ve binlerce askerini kaybetme. Delikanlı sevdiği kızın özgürlüğü için en son kendi canını feda etmişti. Bu feda tüm Bedesten sokaklarına cümbüş oldu yayıldı, renk oldu boyandı dillere destan bu aşk hikâyesinin şarkısı dudaklardan okunduğu vakit gözlerden kanlı yaşlar damlattı...”
Garip dervişte duydu,
Adını aşk koydu.
600 sene bekledi,
Gönlünde yer etti.
Dile geldi ey sevda, anlattı yılanın aşk hikâyesini.
Buna dediler, Bir Küçük Türk Kızı efsanesi...
Dudak üstümün üzerine düşen gözyaşları bir yol çizdi, çizdiği yol bugüne dek onun ölüm gerçeğini sakladığım duvarları kan ipliklerinden bağ tutmuş odama doldu. Amcanın sabahtan beridir İstanbul Arasta sokağından kesilmeyen sesi, saçma hikayeler anlattığı sesi yeşil gözlerime kırışmış elleriyle özenle yaş koydu. Zaten bir sürü kadın içerisine araba içinde sıkışan bedenim daha da daraldı, nefes alamadığımı hissettim. Bu, bu şarkı çok ağırdı. Duyduğum her çarşıdan kaçıyor, duyduğum her sokak arasından uzaklaşıyordum.