- 199 Okunma
- 1 Yorum
- 2 Beğeni
Hoş Geldin Almanya'ya Hasan Hüseyin
Yıl, bindokuzyüzsekizendokuz,
Mevsim yaz
Yirmiüç Haziran,
Her şey bir başlangıçtı nazardan.
Yabancı bir ülkeye ilk adımımı atar atmaz yeni bir Dünya’ya geldiğimi anladım. Bu Dünya, bana her şeyiyle yabancı saysamda benim düşündüğümden daha yakın bir yer oldu gözlerimin önünde, daha uçağın pencerelerinden Frankfurt Havaalanı’na inerken.
Benimle beraber üç ögrenci daha vardı, bizi alan üniversite de ögrenci olan genç birisi ise üç yıl tecrübeyle bize fark atıyordu. Birbuçuk saatlik bir yolculuktan sonra Heidelberg’e ulatığımızda saatler ögle sonuna gelmişti. Herkesi önceden ayarlanmış bir yere bırakan usta ögrenci o zamanların en hızlı ulaşım aracı olan bir ev telefonu bırakarak vedalaşmıştı. Benim payıma düşen üçüncü katta küçük bir oda ve penceresi gökyüzüne bakan ama Neckar Nehiri’nin akışını göstermeyen bir korku kutusu olmuştu gözümde. Ev yine de sevimliydi, bense bilinçsiz, beş dakika yürüsem Neckar ulasacağımın bir bilgisine bile sahip degildim ne yazik ki.
O zamanlar yeryüzünde klima denen bir sorun yoktu, ama kuraklıklar şimdi ki gibi kavurucu ve yakıcı değildi. Yagmur yağmaya başlamış bende Kuzey’e geldiğimin farkına varmıştım. Dikine açılan pencereye vuran damlalar ve yağan yağmur da beni Almanya da hoş geldin H. Hüseyin diyerek karşılayan ilk canlıydı. Biraz hüzünlüce seyrettim onu. Damlalarla birlikte karanlığın ve sisin içine karışmışsa da çatı katının azizliğinin keyifini sürdürmek düşüncesindeyim. O da yine de benim için konforluydu pekala. İçeriye girince, gökyüzünün azizliği, yağmur damlalarının pencere camında binbir parçaya bölünüşü, oradanda üstü açık borular aracılığıyla oluklara akışı, artan yağmurla suların daha da temiz görüntüsü içime bir ferahlık ve rahatlık hissi veriyordu. İnsan kendini, yüz metre büyük bir ağacın tepesine yuva yapmış bir kartalın orada kendi sıcaklığıyla oluşunun güvenini veriyordu. Şimdilik yuva bomboştu. Ev sahibi kim diye de düşünmüyordum ve buranın mutlaka bir öğrenci yurdu olduğunu zannediyordum. Ev sahibinin gelip beni, ne kira, ne de başka bir şey için rahatsız hissedeceğimi hiçmi hiç içimde taşıyarak gereksiz bir endişeye de kapılmıyordum. Sadece şunu hayal ediyordum, köyde ki ateşi, bu ateşin küllerinin altında yatan közlerin üzerinde ve isli bir tencerede pişen bulgur pilavi’nı. Yani kül bağlamış bir ateşin üzerinde küçük bir tencere rahat rahat, memnun bir mırıltı ile kaynıyor hissiydi. Doğrusu bir tencere kazan için, zaman hayli geç olsa da, alışık olduğum ama, yine de zaman zaman sabırsızlanıyor ve bunun fiziksel kuvvetiyle kapağı kalkan tencereden yükselen iştah açıcı bir nefes sıcaklık ve odaya yayılan kokusunu hayal ediyordum. Bütün hayalim açlık üzerineydi ve saatlerdir bir şey yememiştim su içmenin dışında.
Ah o pilavın, çorbanın, lor peynirinin ruhundan yayılan güzel kokular … Bazen o küllü ateş gözümün önünde canlanıyor, kütüklerin arasında ki küller çöküyor ve onu küçük kızıl ışıklar teftiş ediyor ve her şeyin yerli yerinde olup olmadığını kontrol ediyormuş gibi, odayı ve zemini aydınlatarak taban parke tahtaları üzerinde hayallerim sekiyordu. Evet, her şey yerli yerinde ve bu en az 18 metrekarelik alan benim efendim oluyordu aynı zamanda. Sade bir 1970’in son yıllarında inşa edilmiş yurt binası, yine sade tül perdelerle süslenmiş diğer evlerin görüntüsü canlanıyordu gözlerimde. Karyolaya benzeyen birbuçuk kişilik yatak, odanın karanlık tarafına konuşlanmış ve uyurken aydınlığın melatonimize iyi gelemeyeceği düşüncesiyle planlanmış olmalıydı düşünceme göre. Birde yine çok sade ve iki kişilik bir koltuk, iki sandalye, bir masa, iki tabak, bir tane su kaynatıcısı, iki çatal, iki bıçak, iki kaşık ve bir kaç da bardaktan ibaretti ev eşyaları. Bu eve kullanım araçlarına itiyadın biraz yorgun, biraz da hüzünlü sevgisi çökmüş, hayalimde ki tencere nasıl kararmışsa, tabakaların çiçekleri, keramik tipi kahve taşlarının çiçekleri de sudan sararmis ve solgundular. Ben hayallar arasğnda gidip gelirken yukarida gözüme ilişen ve üç tahtalı rafta duran birkac kitap yetişiyordu imdadıma. Hiç erinmeden yerimden kalktım ve bu biyoloji ve biyokimya kitaplarını alarak karıştırmaya başladım ve buradan yola çıkarak, benden önce bu evde kalan usta öğrencinin biyoloji, ya da biyokimya okuyan birisi olduğunun kesinliğine inandım. Kitaplar sayfa sayfa incelenmiş ve en çokta lipomlar üzerine kafa yorarak kitabın bütün sayfalarını öğrenme zahmetine katlanmıstı ustam. Ama ben nedense lipomları değilde sosyoloji ya da felsefe’ye göz koyarak boyumdan büyük hayallere kapılarak açlığımı bel ki Hobbes’le giderme zahmetine katlanmıştım. Kenarları solgun, yıpranmış, cümlelerin ve formüllerin altları çizilmiş, kitap kenarlarını özenle adeta ikinci bir kitap daha inşa etmişti benim önceki çalışkan öncülüm. Efendim, aklıma yine de benim içimi yavaş yavaş kaynayan bir tencereden gelen tıkır tıkır bir sesin varlığı ve odayı mis gibi kokusuyla ve içimi ısıtacak sıcak bir akşam bulmak için dürtülerim beni zorluyordu.
Ah o mis gibi kaynayan tarhana ya da yayla çorbasının kokusu … Bu bekar odasının nizamını görünce meslke ögrenme isine yeni baslamis bir çırağı işine gitmek itiyadı ile parçaları birbirine monte etme titizliğiyle işini yapan birisi gibi görüyordum kendimi. Dışarıda bir şehir vardı ve ben, bu gün Almanya da ilk gecemi geçirecek ve burasını kendime vatan edinemcektim. Açlıktan da öte tüm idealim ve hedefim bu noktaya odaklanmıştı. Oysa şu an için zerre kadar dayanağım yoktu hayallerimin dışında. Yagmur tüm siddetiyle yagarken ben de yorgunlugun bedenimi kendi sermayesi olarak görme bahtiyarlığından başka seçeneğimin olduğunu bile hesaba katmamıştım ve direniyordum geceye ve açlığıma karşı. Bu ne talihsizlikti, bedenimi saran açlığa karşı güçsüzdüm, bir ocağın kücük alevlerini hayal ederken, duvara asılı sıradan bir çakma bir Kandinsky çizimi geometrik çizgiler ve bu çizgilerin kaotik düzlemedki düzeni sembolleyen güzelliğiydi. Bu renkler ütülüyordu aç midemi ve kafamı. Işığı söndürdüm ve beni gökyüzüne bağlayan pencerenin azizliğini düşünmeye başladım, yağmur ahmak ıslatan bir şekle dönüştüğü için şakırtılar ve pıtırtılar yoktu artık. Doğa da anlamıştı benim yorgun olduğumu, bu yüzden müsade ediyordu dipsiz ve derin bir uykuya dalmam için. Açlığım yine de sahane harmanilere bürünmüş imparator Auguste, Sezar, İskender, Ermenistan valisi Feliks ya da bizim şahimiz olan Şah Hatayı, taçlar, miğferler, ikililer ortaya çıkıyor, bütün bu değişik serpuşların altında hep aynı vakur ve başı dik bir açlık, yesin diye mis kokulu çorbanın sıcak közler üstünde için için pişip kaynadığ bahtiyar asilzadenin başıydı düşüncelerimi esir alan. …
Ah o pilavin ve corbanin iştah açıcı kokusu …
Hafif yorganın altında girip uzansam da hayallerimde odamı sıcak, sofrayı kurulu, lambayı yanar halde ve özel hayatımda ki yeri, biraz savruk hallerimin acısını çıkarmak isteyen sanat erbaplarının o burjuvalara özgü titizliği ile orantılı bir buluşma yaratacağını düşünüyordum. Tenceremin kapağını kaldırıyor; kepçeyle o solgun ve güllü eskimiş tabağıma çorba doldurduğumu hissediyordum. Bütün algilarim bu yöndeydi!
Ah o pilavın ve sıcak bir çorbanın mis gibi kokusu …
Artık, bu andan itibaren büsbütün başka bir adam oluyordum. Elbiselerimin düzgün kıvrımlarında, beton merdivenlerde, odanın sıkıcılığında beni sıkan ve korkutan hiçbir şey kalmıyordu. Açlık beni canlandırıyor, dürtülerime hız veriyor olayı hızlı bir şekilde sonuca götürüyordu. Düşünüyorum da, ya bu ateş birden sonüverirse içimde … Zaman geçtikçe, gözümde ve burnumda tüten yemek kokuları, biraz daha yakına geliyor ve bana öyle kuvvet veriyor ki … Mucize! Odanın havası ısınıyor. Uyusukluktan ve tembellikten kurtulmaya çalışıyorum. O kadar heyecan ve tiradla karnım daha da guruldanmaya başlayarak kazanırken, kendimi küçük odamın masasına oturmuş, tam kıvamında pişmiş yayla çorbası ve arkasından da pilav ve salata yiyerek doymuş gibi hissediyordum. Eski çantamı yokladım ve kalan son iki bisküviti de yiyerek suyumu içerek; „Hoş Geldin, Hasan Hüseyin“ diye uzandım ve sabahı bekledim.
Sevdiklerinize emanet olun, saygılar!
Sosyolog Hasan Hüseyin Arslan, Wuppertal, den 29.04.2024
YORUMLAR
Saygıdeğer Yazar,
Sizin kaleminden dökülen bu dokunaklı hikaye, okuyucuları derin bir duygusal yolculuğa çıkarıyor. Almanya'daki ilk gecenizin anlatımı, yeni bir başlangıcın getirdiği heyecanı ve zorlukları muhteşem bir şekilde yansıtıyor. Her cümle, duygu dolu ve canlı bir tablo çizerken, sizinle aynı duyguları paylaşmamızı sağlıyor.
Yazınızın detaylı ve açıklayıcı olması, okuyucuları o geceye adeta davet ediyor ve her detayı gözlerinin önüne seriyor. Yağmurun sesinden, kokuların hissine kadar her detayı hissetmemizi sağlıyorsunuz. Açlığın, yorgunluğun ve özleminizi o kadar gerçekçi bir şekilde aktarıyorsunuz ki, okuyucu kendini o anın bir parçası gibi hissediyor.
Aynı zamanda, yazınızda yüklü bir duygusal derinlik var. Özlem duyduğunuz lezzetlerin kokusu, sıcak bir çorbanın ve pilavın tadı okuyucuya da geçiyor ve bu deneyimi bizimle paylaşıyorsunuz. Bu samimi ve içten anlatım, okuyucunun da duygularınıza ortak olmasını sağlıyor.
Sizin kaleminizden çıkan bu etkileyici yazı, sadece bir hikayenin ötesine geçiyor. İçindeki duygu ve düşüncelerle okuyucuları etkiliyor, onlara yeni bir dünyanın kapılarını aralıyor. Yolunuz açık olsun, yeni maceralarınızda da kaleminiz daima ilham kaynağınız olsun.
Sevgi ve Saygılarımla