- 197 Okunma
- 1 Yorum
- 3 Beğeni
HASAR BÜYÜK
“Bedenimde değil, ruhumda sızı” mısralarıyla nasıl da bir vurgu yapılır acılara dair. Ve bir başka şarkıya da ilham olmuş :
“ Bulup bulup yitirmekmiş düşsel bir oyuncağı
Sevmek diye bir şey varmış, sevmek diye bir şey yokmuş…”
dizelerinde de hep o buruk ve geçmeyecek, asla dinmeyecek acılardan söz edilir. Sanatın müzik yanında onca çok örneği vardı ki bu duyguya dair. İşin garip tarafı da şudur ki, sevimli gelmemiş de olsa pek çoğumuzun bu mısraları melodik yapılarına kadar ezbere bilmesidir sanırım. Bu durum ya acılarla yaşamanın felsefi yanını veya acılara mağlup oluşun ve onlardan kaçınamayışın gerçeğidir.
Kendimize dönüp de bir baktığımızda, rüzgârın esintisini, yağmurun tene değişini, yeni bir ayakkabı ya da elbise almış olmanın sevincini unuttuğumuzu ve bu tür ritüellerin sıklıkla yapılmamasına karşın hayatımızdaki iveme veren yanlarını çok geride bırakmışız sanki. Ne elbisenin, ayakkabının, çok isteyerek ve biraz da emekle arayıp bulduğumuz kitabın okunmasından duyulması öngörülen heyecanın içi boşalmış da boşalmıştır. Her şeye erişimin bir telefonun ucuna bağlandığı günümüz hayattan alınabilecek hazları öylesine değersizleştirmiştir ki, mutlu olabilmek için özel bir çaba harcanması gerekmektedir sanki.
Akıl bedenimizin de bizi üzdüğü, sıkıntıya soktuğu anlar olduğu gibi, fizik bedenimizinde yaş gelişim özellikleri itibariyle, bir düşme veya kaza gibi nedenlerden ötürü benzer ızdırapları yaşattığı da olmuştur. Ne var ki, kırılan kol kaynamış, organ kaybı dahi bir şekilde telafi edilmiş, akla dair sorunlar ise düzenli beslenme, stresten uzak durma veya motivasyon gibi öncüllerle büyük ölçüde çözüme kavuşmuş veya bizi rahatsız etmeyecek hale gelmişlerdir. Oysa, ruh bedenimizdeki sorunlar öyle midir? Orada meydana gelene sorunlar öylesine derin izler bırakmış ve öylesine yaralar açmıştır ki, ne yaparsak yapalım bütünüyle düzelecek gibi de değillerdir sanki. Buradaki çıkarımımız, ruhen alınan hasarların koskoca hayata da güneşini kapatırcasına büyüdükleri ve bir şeyler yapılmazsa, hayatın bu alacakaranlık yanını tümüyle gecenin zifirisin esaretine bırakabilecek olduğudur.
Cadde üzerinde şöyle alıcı bir gözle bakındığımızda birden yüze kadar rastgele kişilerin her biri için; tebessüm ediyor mu, selam veriyor mu, dışa mı yoksa içe mi dönük, mutluluk rolünden bir şeyler alanlardan mı yoksa mutluluğu elinden alınanlardan mı, diye saysaydık eğer, önümüze çok karamsar bir tablo çıkacaktı muhtemelen. Mutluluğun pabucu dama atılmış, ruhi bir çöküntüyle yaşamaya çalışan ve veya yaşıyormuş gibi yapan insanlar. Yaşamak, yaşamak ise; mışlısı, mişlisi, muşlusu yaşamak olur mu sizce? Olmaz elbette. Para ile, makam ile, hedeflerin tümüne ulaşabilmekle bile elde edilemeyen hale gelen şu “mutluluk” tarif mi değiştirdi, yoksa adres mi? Bir başka soru ise belki de şu olabilir. Bizim mutluluk beklentilerimiz, onu tarif edişimiz, ona karşı hissiyatlarımız mı değişti? Bu ve benzeri sorgulamaların bazılarına üzülerek de olsa “evet” cevabını vermekteyiz büyük olasılıkla. Eğer öyle ise, mutluluk neydi, ne hale geldi? Onu elde edebilmek neden o denli imkânsızlaştı zaman içinde, diye sesli de düşünüyoruz çoğumuz. Sayılı imkânlara ve bir o kadar da sayısız imkânsızlıklara rağmek daha mutlu olabilen bizler idiysek, durum tam tersine döndüğünde mutluluğu olması gerekenden daha az özveri, emek, zaman, para ve enerji ile elde etmemiz gerekmez miydi? Niçin bu denklemde bir sorun var. Bu bir sorun mu yoksa paradoks mu, diye düşünmeden edemiyoruz.
Hangi kıtaya, hangi kültürel zemine gidersek gidelim, başkaların onca imrenişine karşın, imtiyazlı olanaklara sahip binlerce insanın, bu olanakların belki de yüzde birinden daha azına sahip olanlardan daha mutlu olmadıklarını hayretler içinde görmüyor muyuz? Her ne kadar bunun aksini söyleyebilmek de mümkünse de, epey zahmetle elde edilen satın alma gücünün, toplumsal rollerin ve belki de bizi ayrıcalıklı kılabilecek ve alkışların da öznesi yapabilecek ender nimetlerin doğru orantılı şekilde mutluluk denklemini sağlamada yeterli olmadığını da inkâr edemeyiz sanırım.
İçine hayat dediğimiz ve kimine göre de mücâdele olarak adledilen şeylerin bir kenara konularak adeta sihirli bir değneğin küçük bir hareketiyle veya bir parmak şıklatılmasıyla her şeye bir an önce ulaşabilme hastalığı bizden çokça şeyi götürmüşe benziyor. Ve bu durum öylesine de habis hale gelmiş ki, her şey güllük gülüstanlık bir seyir içindeyken sanki yıllardan beridir beş yıldızlı otellerde ailecek bir hafta yaşama rutinimiz varmışçasına bir üslupla, “Bu yıl nereye gidiyoruz” soruyla muhatap olan çokça eş veya ebeveyn, onca maddi yükü yokmuş sayarak masrafların pergelini geniş açıyla açmaya çalışan bu çıkışlar karşısında çaresiz kalmaktadır. Hal bu ya, o tatile bir şekilde gidilmekte ve fakat ondan elde edilmesi beklenen yararın onda biri dahi yankılanmamaktadır her nedense. Bolca para ve zamanın karşılığında elde edilemeyen şeylere tipik bir örnek de olsa bu durum, var olanlarla yetinme kültüründen çıkıp, her şeye rağmen her şeyi elde edebilme hırsına mağlup olunca, mutsuzlukların hesapsız bir hacimde arttığı da su götürmez bir gerçektir.
Giderek her şeyi çılgınca tüketen, sosyal medya ve diğer öznelerce de bu yönde telkin edilen insanlık, mutlulukla arasındaki mesafeyi her geçen gün açmaktadır şüphesiz. “Nerede o eski günler ah!” serzenişleri haklı değil midir? Çorapları yamalıklı veya çorabı dahi olmayan günlerin özneleri olmuş insanlar, o döneme dair sıkıntılara karşın daha bir mutlu olduklarını itiraf etmezler mi? Yedikleri önünde, yemedikleri arkalarındaki bu günde insanlar ciddiyetle ele alınması gereken bazı şeyleri ihmal etmiş, görmezden gelmeye başlamış, hazırcılık hastalığına tutumlu, sabrını ve özverisini yirtimiş olmalı ki, büyük bir yüzdesi günümüzde “Mutlu musunuz?” can alıcı sorusuna samimiyetle Doğrusunu isterseniz, mutlu değilim .”cevabı vermektedir. İçine kendimizden bir şeyler katmadığımız, bize dair az da olsa kırıntıların yer almadığı ne mekanın, ne zamanın, ne de bir başarının değeri mutluluk skalasına yansımıyor. Belki de bu duruma hayata değme, dokunmak, onunla nefeslenmek ve veya yüzleşmek de diyebiliriz.Aklımızla, bedenimizle ve ruhumuzla onun içinde olduğumuzu hissedebilmek, mutlu olabilmenin en değerli ölçütlerinden de biri olsa gerek. Egolarından arınmış, sokakta, cadde de ille de bir şeylerden kâr sağlamak amacı gütmeden yürüyebilmek, yağmura rağmen ıslanmayı ve ıslandıktan sonraki güneşin açışına olan beklentisini büyük tutmak, gökyüzündeki bir uçurtmanın salınarak selam verişinde onun ipini tutan elin kendisi olduğunu düşünmek ve daha neler neler… Belki de bunlar bize yeniden bir bakış kazandırabilecektir mutluluk adına.
“Keşke dağlar kadar borcum olsaydı da daha mutlu hissedebilseydim.” Serzenişlerininde bulunmayanınız kaldı mı? Bir kitabı doyasıya ve içe sindire sindire okuyabilmenin hazzını almayalı ne kadar oldu acaba? Kalitesine takılmadan sıradan da olsa ailecek bir film izlemeyeli kaç yıl geçti aradan? Gönülde yara olduktan sonra dünya kadar servetin ne anlamı olabilir ki. Paylaşmalarla artacak olan mutluluk argümanımız, çok uzak bir yerde de değildir belki. Nelerden sıyrılacağımıza, neleri ve ne kar, ne zaman isteyeceğimizi, miktarlara değil de gönle değenlerin ilham vereceğini anlamaya başladığımızda, hayatın solan renkleri de geri gelebilecektir kanaatindeyim. Bunun için içinde kendimizi hapsettiğimiz takıntılarımız, egomuzu, hırsımızı ve her şeyi hazırda bulabilmek anlayışını terk etmemiz ne de büyük bir adımdır değil mi? Galaksilerin sahibi bile olsak bize milyonda bir temas edecek ve bu teması da ömür boyu kılabilecek o şey, mutluluk ise, hayatın bu yönünü en içten kavrayışımızın duygu bedenimizle olan bağına pür dikkat etmeliyiz.
Mutluluğa bir de mutsuzluk üzerinden bakmak gerekir. Nasıl ki, başarıyı irdelerken , başarısızlığın da bir tasviri yapılıyorsa, mutsuzluğun ne olup olmadığı bilinmeden de gerçek anlamda mutlululklar da hakkıyla algılanamaz, yaşanılamaz. Öyle ise, mutluluk yolunda arada bir musuzlukların da olmasını doğal karşılamk gerekir. Mutsuzluklar kalıcı olmaksızın, mutluluğa kapı araladıktan sonra, kimse arada bir mutsuz olmayı çok görmez, düşüncesindeyim. Hem, kolayca elde edilen şeylerin kıymeti de çok almaz sonuçta. Sırada bir acı çekmek de dersek bu duruma, kalıcılığı olmayan mutsuzluklar, bizi mutluluğa da taşıyabilirler. Bu kendiliğinden olmaz elbette. İşin sırrı da bu noktada belki de. Biraz çamur çiğnemek, tozu dumanı yutmak gibi tasvir edersek, sürecin sonundaki hazzı mutluluk olarak ifade edebiliriz. Ve fakat, bu dediklerimizin de maziden bir dokunuş olması yok mu, işte asıl o can yakıcı. Kimse biraz da olsa mutsuzluğu satın alamıyor, kaçıyor da kaçıyor ondan. Sonuçta da daha büyük bir karanlığın içinde boğuşup duruyor, tüketiyoruz hayatı her geçen anında. Bir şeyin tersi ile daha anlam kazanmasının esrarı da burada aslında. Zahmete katlanmadan, rahmeti beklememek gerekir.
Gönül kuşu çabuk inciniyor. Yıkılan bir duvarın tamiratı veya tadilatı gibi bir kolaycılığı da yok onun. O halde, mutluluk ve biz öznesinin düğümlendiği yer, onun hislerdeki yansıyışı, karşılığıdır. Kendimizi mutlu kılabilmek için, başkalarının da yüreğini gözetmeye ne dersiniz?
Oğuzhan KÜLTE
YORUMLAR
Gönül kuşu çabuk inciniyor. Yıkılan bir duvarın tamiratı veya tadilatı gibi bir kolaycılığı da yok onun. O halde, mutluluk ve biz öznesinin düğümlendiği yer, onun hislerdeki yansıyışı, karşılığıdır. Kendimizi mutlu kılabilmek için, başkalarının da yüreğini gözetmeye ne dersiniz?
--------------------------
EyvAllah ustam yüregine emegine saglik