Avludaki Tavus Kuşu
Okuduğunuz yazı Günün Yazısı olarak seçilmiştir.
Iğdır Ovası’nın Ermenistan’a bakan bir köyünde doğdum. Çocukluğum bu köyde geçti. Ortaokulu şehir merkezinde okudum. Köyden şehre toprak bir yoldan giderdim. Yol sarı, tozlu ve yumuşaktı. Traktör geçti mi? fiyakamı bozacak kadar toz kalkardı. Babamın eli dardı. Çok çocuğu vardı. Ben çocuklarının ne en büyüğü ne de en küçüğüydüm, dolayısıyla şımartılacak bir yaşta değildim. Babam beni okutmakla zaten en büyük görevini yapıyordu. Bunun dışında asla başka lüksüm olamazdı. Köyden il merkezindeki okuluma ulaşmak için, minibüse binecek para bulamadığımdan, on kilometrelik yolu bisikletle giderdim.
Kış aylarında bisiklet sürerken ellerim donardı. Annem, baş ve işaret parmağı dışında gerisi bitişik yün eldivenler örerdi. Kardeşlerim bazen eldivenlerimi gizlice giyip okullarına giderdi. Böyle zamanlarda ben evde bulduğum herhangi bir kardeşime ait yün çorabı ellerime geçirir, bu halde okula giderdim. Çarşıya vardığımda ise yün çoraptan eldivenlerimi çantama saklardım. Arkadaşlarım dalga geçerler diye korkardım. Annem boş un çuvallarını keserek bana çok güzel çanta yapardı. Bunlardan her yıl bir tanesini eskitirdim. Ama bahara doğru havam değişirdi. O zaman çanta falan taşımazdım. Kitapları büküp koltuk altıma koyardım. Okuldaki beyaz tenli, şehirli arkadaşlarımdan geri kalmak istemezdim. Saçlarımı köyün hemen çıkışındaki kanalın suyu ile ıslatır tarar, sonra da bisikletime atlar havalı havalı, kenarlarında bahçeler ve buğday tarlaları olan yoldan ilerleyerek çarşıya, okula giderdim.
Yolun çarşıya ulaşan ucunda Bulgar göçmenlerinin yerleştirildiği mahalle vardı. Önce bu mahalleden geçerek çarşıya varırdım. Bu mahallenin asıl adını daha sonradan öğrenecektim. Burada büyük askeri birlik olduğundan Kışla Mahallesi denilmişti. Ama halk arasında farklı isimlerle bilinirdi. Rus döneminde de buralarda askeri depolar olduğundan olacak ki “Kazırma Mahallesi” de denilirdi. Ama benim en çok sevdiğim ismi ise “Göçmen Mahallesi” idi.
Bu mahalleye vardığımda havam değişirdi. Köydeki halimden eser kalmazdı. Düzgün konuşmaya, bisikleti edalı sürmeye çalışırdım. Belki de buradan ileriye kendimi şehirli kabul edip köyden gelen diğer arkadaşlarımdan kendimi ayrı ve üstün görürdüm. Sokaklarda at arabaları ve faytonlar ilerlerdi. Bunların tekerleklerinden çıkan tak tuk sesleri bana köyden uzaklaştığımı ve şehre vardığımı haber verirdi. Benim meselem buradan itibaren yani tak tuk seslerinden itibaren başlardı. Mahalle sınırlarına ulaşır ulaşmaz yolun sağında, solunda bahçeli evler belirmeye başlardı. Evlerin yola bakan tarafında yüksekçe bir duvar, duvarın üzerinden aşan, yola doğru eğilen, kokusu ile beni hayallere davet eden, beni o bahçenin içine, duvarın arkasına geçiren, ev halkından kılan, yabancılık çektirmeyen güller vardı. Ben sanki ezelden beridir bu mahalleliydim.
Diğer arkadaşlarım benden uzaklaşsın diye zaman kazanayım diye yavaşlar, bisikletimle sağlı sollu yalpalayarak ilerlerdim, yol böylece uzardı, çok mutlu olurdum. Arkadaşlarımın sesleri duyulmaz olunca, hayallerimi daha bir güzel süslerdim. Faytonların sesleri, tak tuk, tak tuk evet bu seslerdi beni benden alan, bu seslerdi beni gül kokulu bahçelerde gezdiren… Bu seslerdi beni ailemin yoksulluğundan, köylülüğün verdiği eziklikten bir nebze de olsa sıyıran. Akşam aynı fayton sesleri eşliğinde istemeye istemeye köyüme gene bu mahallenin içinden geçerek dönerdim.
Bulgar göçmenlerinin bahçelerinde yetiştirdiği güller, çiçekler ve meyveler bize pek değişik gelirdi. Bizi kendilerine hayran ederdi. O bahçe duvarlarının ardında kalan ev halkına karşı merak uyandırırdı. Göçmenlerin çocukları sarışındı. Yazın yaylalarda yandığı için derimiz esmerdi. Ben sarışın olmayı ne çok isterdim.
Benim hayallerimi bu bahçeli evler süslerdi. O zaman televizyon, internet, telefon vs. gibi iletişim araçları yoktu. Ben Iğdır’dan başka şehir bilmezdim. Göçmen mahallesi ise tek sevdiğim mahalle idi. Duvarlı avlusunda çeşitli güller olan, meyve ağaçları olan, tavukları olan, bu mahalledeki bahçeli evler hayalimdeki evlerdi.
Akşam köyün toprak yolunda eve dönerken aklım bu evlerin birine takılır kalırdı. Bu evde sınıftan bir kız arkadaşım yaşardı. Kendisi belki bilmezdi, ben ona fena âşıktım. Beni bu mahalleden geçirdiği için en çok bu yolu severdim, Kıyısındaki biçilmeye yüz tutmuş buğday tarlalarını severdim. Evet, altın sarısı buğday tarlalarını severdim. Traktör geçince çıkardığı tozları severdim. Büyüdüğümde bu mahallede bu evlere benzer bir evim olsun isterdim.
Resim dersinde bahçeli evler çizerdim. Bahçesinde çeşitli gülleri ve çiçekleri olan, arka fonunda Ağrı Dağı olan, yüksekçe duvarı olan, avlusunda ve sokağında oynayan neşeli çocukları olan duvarından gülleri sarkan, beni davet eden. Resim derslerini bir ayrı severdim. Bir adım ileri giderek çizdiğim bu evim bahçesine, bir de tavus kuşu çizerdim.
Bir gün matematik öğretmenim çizdiğim resimlere baktı. Kaşlarını çattı ve düşüncelere daldı. Ama ben suçumu çok iyi biliyordum. “Bu evler de neyin nesi, başka bir şey çizemiyor musun?” dedi. Kulağımı koparırcasına bükerek; “Oğlum, sen köyünde tavuktan başka bir kuş gördün mü ki tavus kuşu çiziyorsun?” diyerek bir daha tavus kuşu çizmemem konusunda beni uyardı. Zaten kendimi suçlu hissettiğim için iyice kızarıp bozardım. Kimseye de asla söylemedim. Artık matematik dersi ve matematik öğretmenimi hiç sevmiyordum. Evlerimi ondan gizli gizli çiziyordum, tavus kuşlarımı da öyle…
Oysa tavus kuşu, benim Iğdır dışına ait bildiğim tek şeydi. Iğdır dışında bir isim, bir şehir, bir hayvan ismi sorsalar belki de hep tavus kuşu diye yanıt verirdim. Tavus kuşu, Iğdır dışına açılan bir pencereydi. Askerdeki ağabeyimi bana ulaştıran bir yoldu. Ağabeyim uzak bir kentte askerdi. Bize mektup gönderirdi. Mektuplarını da kenarı desenli, renkli kâğıtlara yazardı. Annem onları bana okutur sonra öper, saklardı. Bazı akşamlar annem sakladığı yerden onları yeniden çıkarır, bana tekrar okuturdu. Ağabeyimin mektuplarının kenarına çizili çiçekleri ve tavus kuşlarını çok severdim. Bu tavus kuşunu çok merak ederdim.
Aradan yıllar geçti. Tavus kuşu, halen bana ağabeyimi, annemi, soba başında gaz lambası ışığında okuduğum mektupları, ortaokulumu, göçmen mahallesini, faytonların tak tuk seslerini hatırlatır. Halen o tak tuk seslerini duyuyorum, bak, dinle sen de duyuyor musun? Kulaklarımda çıngırak oluyor, çın çın çınlayarak uzaklara gidiyorum. Tavus kuşu bana köyün toprak yolunu, sonbaharda yolun kenarına dökülmüş buğday başaklarını, ille de ille çocukluğumu getiriyor. Küçük oluyorum, bisiklet sürüyorum. Toprak yolda traktör gelince toza boğuluyorum. Kanal suyunda ıslattığım saçımda çamur oluyorum.
Tavus kuşunun bana hatırlattığı en sevimsiz şey ise matematik dersi ve matematik öğretmeni oluyor. Emekliye ayrılmış. Göçmen mahallesindeki bahçeli evini satıp çarşıya yerleşmiş. Saçı, sakalı kırlaşmış. Bazen sokakta bazen de öğretmenevi lokalinde görüyorum. O beni görmez, görse de tanımaz. Üniversiteden sonra yerleştiğim o mahalleyi görmez, mahallenin bitimindeki köyün arazisinin başladığı yerde yaptığım bahçeli evi görmez, sarışın çocuklarımı görmez, bahçemdeki tavus kuşunu görmez…
YORUMLAR
s.eyyubi
Birbirimize benzerdik hep, biz fakir köylü çocukları. Ama galiba sen şanslıymışsın biraz, bisikletin varmış ve her okul çıkışı köyüne dönmüşsün; yazın serin ağaç gölgesine, kışın sıcak soba dibine.
Mesela ben, Orta ve Lise döneminde tam altı sene Vakıflar Yurdunda kaldım yatılı ve katı bir disiplin içinde. Ve yarı aç yarı tok ve kışları yanmayan soba yüzünden üşüyerek.
15 ve yaz tatilleri olmak üzere yılda sadece iki kez gelebildim dağlardaki küçük köyüme. Ve bu yüzden bir bilsen, nelerin nelerin ne çok ne çok özlemini ve hasretliğini çektim.
Sevgilerimle...