- 590 Okunma
- 11 Yorum
- 12 Beğeni
"ahlat ağacı"
Okuduğunuz yazı Günün Yazısı olarak seçilmiştir.
"Vasiyetimdir:
Bin ahımın hakkı toprağa kalsın..."
Didem Madak
Perdeleri çektiğim gibi duruyorlar. Günlerdir Güneş’i salonda göremiyorum. Sarı bir ışık sızıyor ancak tam olarak ne yapmaya çalıştığını anlayamıyorum. Dedemden kalan iki parça kıyafet vardı. Onları almış, eve getirip yıkamıştım. Kurutmalığa sermeden, salondaki kanepe üzerine serip kurumalarını beklemiştim. Kaç hafta orada öylece kaldılar çoktan unuttum bile! Mutfak küçük olduğu için buzdolabını yıllardır salonda kullanıyorum. Buzdolabı salonda olmasaydı, herhalde aylarca o iki parça kıyafet kanepede cansız durabilirlerdi. Neyse ki içimin tüm arsız kayıtsızlığına rağmen perdeleri yıkadım, etrafın tozunu makineyle aldım, ortada kalan kıyafetleri toparladım ve çiçeklere bile su verdim. Bir tek limon ağacımla aram iyi değil. Dalında limonları kurudu, öylece balkon kapısı önünde duruyor. Tıpkı kalbimde var ettiğim sevgim gibi sen de sol güzelim ağaç. Bakamadım, bilerek bakmadım. Ara ara su vermem hiçbir şeyi değiştirmedi. Ağır hastaydı, ilave minerallere ihtiyacı vardı. Sanki o günden beri her şey etrafımda soldu. Ara ara yüzüme baktığım küçük bir ayna var. Ayşe’nin bana hediye ettiği kedi illüstrasyonlarına çok yakın duruyor. En son yüzüme baktığımda gözlerime sürme çektiğim geceydi. Hâlâ aktara gidip, şöyle daha kıvamlı bir sürme kendime alamadım. Evdeki işe yarıyor ancak daha kalitelisine sahip olabilirim. Şehir merkezine bir gün uğrarsam ilk işim aktara gidip o istediğim sürmeden alıp, gece gözlerime çekmek olacak. Belki de iyi bir göz hekimine gitmeliyim. Gözlerimin daha iyi görmesini sağlamak adına sürme çekmek hangi yüzyıldan kalma bir alışkanlık ki?
Bugün kendime itiraf ettiğim bir mevzu oldu. Ayşe güllaçtan bahis açtığında “sen de yapabilirsin, güllaç yapmak da ne var ki” diyordu. Ayşe’ye söylemedim. Yıllar önce hazır güllaç seti alıp, evde yapmıştım. Ancak mevzu benim güllaç yapmam değildi ki! Birisi bana güllaç yapsaydı çok memnun kalırdım. Ayşe “burada olsaydın yapardım sana, yerdin bolca” diyordu. Ah Ayşe, vefalısın; ancak ben senin vefan karşısında bile yoruluyorum. İnce düşünüyorsun, sevdiğin insanlar için elinde olmayanı da yapmaya hep çabalıyorsun. Çıkıp yürümem, saatlerce boş caddelerde, sokaklarda içimin zehrini gökyüzüne salmam gerekiyor. Bugünlerde hiçbir şey komik gelmiyor. Gülmüyorum demiyorum ancak sıkıntılı bir kahkaha günün bir vakti beni buluyor. Orada da kendi kendime yaptığım saçma bir diyaloğun farkına varıyorum. Uyuşturucu gibi zihnimi sakinleştiren, seyrettiğimde keyif aldığım ve takip ettiğim bir sürü program var. Bakıyorum son günlerde hepsi birikmiş. Açıp bari bir Yasin, bir Fetih okuyayım diyorum; onda da abdestim var mıydı, şimdi sesim borazan gibi çıkıyor, en iyisi sonra okurum diye erteleyip duruyorum. Sigara bile eskisi gibi keyif vermiyor. Bazen tütün sarıyorum makineyle, ondan az buçuk keyifleniyorum. Türk kahvesi yapacak gücü kendimde bulamıyorum. Filtre kahve demliyorum ara ara, onda da yeni aldığım kahvenin tadı berbat çıktı; niye ucuza kaçtım diye kendime kızıp içtiğimden de bir şey anlamıyorum.
Ayşe “bahar dizisini izliyorum bu ara, çok komik geliyor bana, hatta izlerken kahkaha atıyorum, çok sardı” diyor. Başroldeki kadının “cerrahım” diye doğaçlama yaptığı sahne gözümün önüne geliyor. Çok eskide kalmışım, hâlâ Emre Karayel’le oynadığı dizisi aklıma geliyor. Geriye gelememişim gibi ancak baktığımda günceli takip etmiyor değilim. Bu ülke son yıllarda pek çok değerini kaybetti. Kavuk bile kaç kez el değiştirdi, sinemalar kapandı, tiyatroların kirası arttı, sofralarda kişi başına düşen et miktarı azaldı, ekmeğin tadı değişti, içtiğimiz suyun bile içine ozon basıldı. Derya’ya bakıyoruz; bir süre orada dertleşebiliriz. İyi temenniler dualarla çivileniyor. “Ayşe” diyorum, “daha neler göreceğiz, daha neler yaşayacağız!” Tabi hâlâ yaşıyorsak bu söylediklerim geçerli: “Bir şey diyeyim mi; bunu canımız sıkılsın diye söylemiyorum ama geri kalan hayatımızda üzüleceğimiz an daha fazla olacak!” Ayşe bu konuya rasyonel bir bakış açısıyla “sorunlar” olarak yaklaşırken, ben Turgut Uyar gibi “mutluluk izleri ve mutsuzluk birikimi” olarak zihnimde bazı şeyleri sınırlıyorum. “Evet” dedi Ayşe, “bugünlerimiz bana da iyi günlerimiz gibi geliyor. Belki de bu günleri bile arayacağız. Üzerimizden atamayacağımız, düşündükçe üzülmekten dolayı kırılacağımız günler olacak. Herkesin yaşayabileceği, yaşadığı ancak vakti gelmeden insanı pek de sarsmayacak türde olan günlerden bahsediyorum.” Sol bacağımı birkaç yıldır tam anlamıyla hissedemiyorum. Ne oldu bilmiyorum ancak bir his travması yaşadığımı düşünüyorum. Dokunurken bile bunu algılayabiliyorum. Böyle anlarda bazıları hemen “doktora git” der. Gülesim geliyor ama söylediğim gibi kendi kendime kahkaha attığım yer burası değil.
“Hayal ettiğim şeylerden bile uzaklaşmak değil, artık bir şeyin hayalini dahi kuramıyorum. Bazen yalnızca gitmek istiyorum. Kitaplarımı, çarşaflarımı, yastıklarımı ve yorganımı alıp bu şehirden gitmek istiyorum. Nereye, nasıl gideceğimi dahi bilmiyorum. Belki garip gelebilir ama bir kızım olsun hayalim vardı ya, onu bile artık hayal edemiyorum zaten. O hayalim gerçekleşse bile kendi içinde mutsuz edeceği şeyleri olurdu ama bilemiyorum. Bazen düşünmek bile istemiyorum.” Ayşe, kedisine bakıyor olmalıydı. Çok geçmeden “olana sahip çık, olmayanı boş ver, kendini bu türden bataklığın içine sürükleme” dedi. Bir süre sonra nereden aklına geldiyse Didem Madak’ın şiirini bana gönderdi. “Bunu benim için okur musun” diye sordu. Bu bir istek, bir rica değildi. Zaten son günlerde sesimi, seslendirdiğim şiirlerde duyuyordum. Benim içinde iyi bir meşgale olur düşüncesiyle “tabi ki” dedim, “normalde böyle kadın şairlerin erkeğe seslendiği şiirleri pek okumak istemem ama bunu okurum.” Ayşe artık her şeyi bırakmış, şiirde geçen mısraları tekrarlıyordu: “Çok şey öğrendim geçen üç yıl boyunca kısmı özellikle, düşünüyorum da şiir nasıl da yaşadıklarımı bana anımsatıyor. Bir şiir yazmak isteseydim, işte bu şiiri, böyle bir şiiri yazmak isterdim. Balkonum yok gerçi, yorgun çamaşırlarda asamıyorum pek ama Didem’in yaşam hikâyesinde bana benzeyen kısımlar çok. Sonum Didem Madak gibi olacak!”
1979’dan kalma bir harita önünde şiiri açtım. Harita dedemden kalmıştı. Kâğıt nasıl da dost görünüyordu bana! Kalbimi sızlıyordu. Turgenyev’in Asya’sında soğuk bir gece Ren Nehri’nin kıyısında ellerimi ısıtıyordum. Ondan kalan mumu çakmakla yakarken, şiirin içine çoktan dalıp gitmiştim. Şiiri iki kere okumuştum. Bazı kelimeleri arzuladığım şekliyle çıkaramasam da, ikinci okuyuşum bana yeterli gelmişti. Sonra sahura evde ekmek olmadığı için hızlıca üzerimi değiştirip, kulaklığı alıp kendimi apartman boşluğuna bıraktım. Saat on ikiyi geçmişti. Komşuların merdivende yürüyüşümden rahatsız olmalarını istemiyordum. Tülay Hanım yıllardır gelmiyordu. Almanya’da rahatsızlandığı bir yaz sonrası bir daha buralara adım atmadı. Burada olsaydı onunla muhabbeti ilerleteceğimi düşünüyordum. Banu Hanım kız kardeşinin Şehir Merkezindeki evine yerleşti. Ara ara sahilde onları yürürken görüyorum. Aramızda kırk yılı aşkın bir tarih olan bu hanımefendilerin yaşamlarını çoğu kez düşünmüşümdür. Banu Hanım bile bana göre hayatı daha aktif yaşıyordu. Çoğu zaman iki büklüm haliyle yürüdüğünü görüyordum. Yüzünde yürüyüşlerinin verdiği acıyı görüyordum ancak yaşama bir şekilde yine de tutunuyordu. Apartmanın en canlı dairesi önünden geçerken, Moldovalı gelinin adımı söyleyişini anımsıyorum. Kendisi gibi iki tane sarışın erkek çocuğunun olduğu bu daire apartmanın canlı olduğunu gösteren tek alamet sayılabilir. Kocasının da beni her görüşünde “güzel kardeşim” deyişi yüzümü güldürüyor. Allah bahtlarını açık eylesin! Giriş katı ise tam bir nezarethaneye benzedi. Dairelerden biri Iraklı bir ailenin, diğeri ise Rus bir çiftin oldu. Rus çift evi alınca, daire giriş katında olduğu için başta kapıları sağlamlaştırdı. Önünden geçtiğim siyah, demir bir kapı. Çokça önünden geçtiğim nezarethane kapılarına benzeyen bu siyah kapı ardınca yaşayan çiftle de hiç sıkıntım olmadı. “Fino” dediğimiz türden, küçük, beyaz bir köpekleri var. Çiftin erkek olanı Türkçe selamlaşma konusunda bile hâlâ sorun yaşarken, kadının “iyi günler, merhaba” demesi komik geliyor. Üst kattaki Moldovalı gelin, kadının en büyük şansı zaten. Hem Rusça rahatça konuşabiliyorlar, hem de bizim gelin ona çat pat Türkçe cümleler öğretiyor. Kendimi sokağa atınca başka düşüncelerle yüzleşiyorum. Farklı sokaklardan ana caddeye doğru yürüyorum. Sağ kulağımda okuduğum şiiri dinliyorum. Şiir bitiyor, baştan tekrar açıyorum, yine kendi sesimi dinliyorum. Aslında beni etkileyen şey şiirin kendisi oluyor. Yıllar önce aramızdan ayrılan Didem Madak dosyasını bu gece açıyor gibiyim. Yaşamı, şiirleri; ahlat ağacına benzer, düşlediği o kırgın hislerinin ardınca hayata tutunuşu beni etkilemeye başlıyor. 2011 yılında başta edebiyat forumları ve siteleri olmak üzere, sosyal medyada Didem Madak’ın fotoğrafları ve şiirleri çokça paylaşılmıştı. O vakitlerde karamsar, çürümüş bir yumurtayı göğüsleri arasında saklayan bir cadı gibiydim ancak hayal kurabiliyordum. Şimdi hayalsiz kalışımı düşünürken, yer yer acı çekmediğim sekanslar bulabiliyorum. Benden yaşça büyük hiçbir insan hakkında kötü düşünemiyorum. Bir noktada hayatlarını benimle paylaşan insanların, yaşam döngüsünde bir yer bulabildiklerine, bu döngünün kötüde olsa onlara pek çok şey kazandırdıklarının farkındaydım. Ancak beni asıl hayal kırıklığına uğratan şey, yaşça benden küçüklerin şımarıklıklarıydı. Hayatsızlığı bir bayrak yapıp, köksüz bir mit gibi taç yapıp başlarında taşıyorlar ve dünyanın acısını yaşadıklarını yüzsüz bir şekilde söyleyebiliyorlardı. Ama hayat her ne olursa olun, bir matematik formülünde yaşanmıyordu. Kızgınlığım yer yer kendisini su kıyısına bırakıyordu. Büyük sözlerim, iddialı ve ateşli haykırışlarım yoktu. Yalnızca yaşamaktan kasıt idi söyleyebileceğim ne varsa!
Üç üstgeçit geçtim. Merdiven basamaklarını çıkmak güç geliyordu. Yolumu uzattım. Okuduğum şiiri tekrar dinlemek için durduğum bir noktada, bir minibüs durdu. Kapı açılınca bir kadın kendini dışarı bıraktı. Hızlı adımlarla karşıdaki sokağa doğru yürürken, ucuz parfümünün kokusu burnumun direğini sızlattı. Hemen bir sigara yakmalıydım. Olfaktör sinirim asabiyet derecesindeydi ve kendi sinirini sinirlendirecek biri olamazdım. Tüm hatırlayabileceğim kokuları yakacağım bir gece diliyordum. Buruşuk paketten diri bir dal çıkardım. Onu oyalamadan dudaklarımın arasına bıraktığımda, eve dönüp sahurdan kalma yumurta haşladığım cezvede kahve yapmayı aklımın bir köşesine koydum. Didem Madak’ın rahatsızlığını içimde hissettim. Annesi gibi kanser olup, ardında çocuğunu öksüz bırakmış kadının acısını duyumsadım. Benim çocukluğum, onun “Çalıkuşu’nun Z Raporu” isimli şiirini yazdığı, Zeyniler Köyüne bakan dağları seyretmekle geçti. Bütün sokakları dolaşıyor, kedilere isim veriyor, onları o isimlerle çağırıyordum. Bahar geldi mi, erguvanlar çiçek açardı, ben onları koklardım. Gövdesine dokunur, dilimin döndüğü dualar ederdim Allah’a. Bazen ne için dua ettiğimi dahi bilmezdim. Sadece Arapça cümleler sıralardım. Yağmur yağdığında, ıslanırdım; öyle ıslanırdım ki üzerimde her şeyin ıslak olduğunu duyumsardım. Bir ara yanımda poşet taşımayı adet edinmiştim. Bunu alışveriş sırasında kullandığımda oluyordu ancak genelde yağmur yağdığında cüzdan, telefon ıslanmasın diye kullanıyordum. Şimdi daha ciddi meseleler üzerine kayıtsızlığımı koruduğum için, yağmurda ıslanmak karşısında önlem dahi almıyorum. Bir kediyi okşayıp, onun yanındayken dua ettiğinde duan kabul olur diyenleri bekliyorum kaşlarımın arasında. Artık kaşıma laf edenleri vurasım geliyor gerçek tabancamla! Sahi, kaşıma laf eden kızlar çok oldu. Kalınmış, çokmuş, kabaymış; kendi kusurlarını örtmek için onlarca çareye başvuranların bu hadsizliği karşısında her seferimde berberim “onlar senin kaşına kurban olsun, ne var kaşında alınacak” deyip, beni gülümsetiyordu.
Yargılamıyorum. Asabi biri değildim ancak beni de tıpkı sizler gibi insanlar asabi yapıyor. Kimseyi yargılamadığım için beni asabi yapıyorlar. Yargılamak nedir bilir misiniz? Kimseye zararı olmayan bir insanı, hür düşünceleri veyahut onu az da olsa mutlu kılan yanlarını hırpalamak pahasına haksız bir tutum içerisinde bırakmaktır. Yazgının bedevi yargılayışına bir nebze insan göğüs gerebilir ancak bu hadsizlik karşısında ne yapabilir? Dumura uğramış topyekûn sessizliğin içerisinde geberen, soluk aldığı trakeaları sinsiliklerle doldurulmuş, her şeyi doğru yaptığına inanan ve tüm kötülükleri bir başka insana, topluluğa ve haddizatında Allah’a bile dayandıran kansızlık karşısında hangi yaşamdan bahsediyoruz ki şimdi? Kimseyi yargılamıyorum. Elbette hoşuma gitmeyen şeyler görüyor, gördüğümde başımı çeviriyorum da ancak bunun ne edebiyatını ne de güncel muhasebesini tutuyorum. İnsancıklar ise… Zavallı insancıklar; zavallı biz, kavga etmek bile yakışmıyor organlarımıza. Zihinlerimizin hangi masasında doğru düzgün bir muhabbet edilebilir? Hangi bardak yakışır, hangi çay demlendirebilir sohbeti?
Sıcak su tutuyorum cezve içine. Kahveye deterjan kokusu geçmesin diye bunu kabulleniyorum. Acı bir kahve yapıyorum. Bol köpüğü, kocaman yeşil fincana döküyorum. Kahve bitince o cezveyi sıcak suya tutup, bu sefer içerisine yumurta koyup haşlayacağım. Bakır cezve yerinde kalsın! Birkaç haftaya bayram gelecekmiş, Ayşe hiç sevmez bayramları. Yıllardır bayram seyran nedir benim de pek anladığım söylenemez. Zaten kutlanacak ne kutlu bir havadis geliyor ne de mutlu bir ömür yaşayabiliyoruz. Beyaz bir kadına refakatçı olacağım Bayram sonrası. Ellerini tutup öpeceğim. “Anne” diyeceğim, “ruhumuza papatyalar takacağız, uyan anne!”
YORUMLAR
Duygunun empatisi , acılarımıza yoldaş mekanlar , ruhsal yolculuktan sokağın nabzına çıkmak ve elbetteki giderek kronikleşen yüksek ego,kendine güven ile karıştırılan ve ayarı tutturulamayan yemek tadındaki saygısızlıkla eş hadsizlik...Okudukça içinde buldum düşüncelerin , kendimi.
Kutlarım değerli kalemi.
Saygılarımla.
Didem Madak denince akan sular duruyor bende, onun şiirlerini okuyunca çok etkileniyorum ve uzun bi süre atamıyorum üstümden o kuvvetli tesiri. Vücut ağırlığımızın %40'lık bölümü kastan oluşuyor ya hani, o kırmızı çizgiler misal, tabiri caizse Didem Madak cımbızla tek tek bütün o ince kılçıkları çekip çıkarmıştır derisinin altından. O duygular başka türlü ifade edilemezmiş gibi geliyor bana. Nasıl etkilenmişsem artık bi ara ben de şiirlerde "bayım, bayım!" diye seslenir olmuştum:) Böyle bir yeteneğin çok genç yaşta aramızdan gidişi çok üzücü. Bazen diyorum ki "sen acılarını şiirlerde nasıl bu kadar derinden duyumsayarak yaşamış olmalısın ki kanser ettin sonunda kendini"
Bu yüzden şair ve yazarlığın gerçekten hastalıklı bir şey olduğunu ve ruhumuzu atom gibi bölüp, sayısız parçacıklara ayırdığını düşünüyorum. Görünürde patolojik bi bulguya rastlanmıyor, tastamamız gibi ama içerden çürüyen, kokan çok şey var sanki...
Okumak, yazmak iyi güzel ama yalnızlaştırıyor. Dünyada yaşayan ya da hayatta kalan en son canlıymışsın gibi hissettiğin oluyor mu senin de yoksa bunu hisseden bi tek ben miyim? Ya çok düşünmekten oluyor ya da çoğu şeyi haddinden fazla hissetmekten. Bazen deriz ya hani 'artık bir şey hissetmiyorum!', ya da "artık hiçbir şeye şaşırmıyorum!" Aslında bu hassas hissiyatlar çok öncelerin kırılmış fay hatlarından bize yadigãr değil, çok çok sonrası olacak felaketlerin önceden sezilmiş gibi tekrar tekrar yaşamış olmaktan geçiyor. Evet önceden sarsıcı bi şeyler oldu ya da çok şeyler ama ya sonrası? Sanıldığının aksine geçmişe çok da takılmıyoruzdur belki, bizi asıl huzursuz eden gelecekte olacakların belirsizliğidir kim bilir?
HakkınSesi bu yazını ayrı bir yere koydum, su gibi akmış gitmiş yoluna. Buruksu, acımsı ama bi taraftan da tevekkülünü içinde barındıran, kendine şifa ve huzur veren bi şeyler de var.
Tebrikler, iyi ki yazıyorsun.
HakkınSesi
"nasıl insan atlatıyor bunları?"
"ya da ruhsal acılarımızı biz, nasıl atlatacak duruma gelebiliriz?"
Sorulara cevap vermiyorsun, yaşıyorsun. Hissediyorsun. Şu bahsettiğin şeyi düşünüyorum da, haklısın. İçten içe bir şeyleri kömürleştirip, zehir ediyoruz içimizi.
Var olasın, cansın.
Gule
Teşekkürler, sen de öylesin.
Yazınızı okurken, iç dünyandaki karmaşıklığı ve duygusal derinliği hissetmemek mümkün değil. Hayatın akışıyla olan mücadelelerini, duygusal çatışmalarını ve içsel yolculuğunu o kadar içten anlatmışsın ki, okurken seninle birlikte o duyguları yaşadım.
Yaşadığın her anın ve hissin, bir anlam arayışının ve kendini bulma çabasının bir yansıması olduğunu görmek, senin ne kadar derin bir insan olduğunu ortaya koyuyor. Zorluklar karşısında direnç göstermen, umutsuzluğun ortasında bile bir ışık araman ve hayata sıkı sıkıya sarılman, senin ne kadar güçlü bir ruha sahip olduğunu gösteriyor.
Metnindeki her kelime, insanın iç dünyasındaki karmaşıklığı ve hayatın getirdiği zorlukları derinlemesine düşündüren bir yolculuğa davet ediyor okuru. Kendini bu kadar içten ve samimi bir şekilde ifade etmen, seni gerçekten özel kılıyor.
İç dünyandaki bu derinlikle yaşamaya devam ettiğin sürece, hayat sana her ne getirirse getirsin, başarılarının ve mutluluğunun hiç eksilmemesi dileğiyle.
Tebrik ederim.
Sol bacaktaki agri...gitmek isteyip gidememek ya da tam tersi gitmek zorunda olmaktan mutevellit olabilir belki...kayitsizlik bir kabuktur devrilen gunlere ve kirilmasi soyulmasi ya da sifa bulmasi kolay gorunen bir kabuk...vaktinde dokunursan cicek acar izler...ve fakat kayitsizlik dusmanlasirsa o kahve icilmez icilemez...keyfine saglik...
Ben okurken hayran oluyorum kalemine...yillar once Ankara'da bir saat yol giderdim mesaiye...biriktirir yol boyu okurdum yazdiklarini...daim ol...selametle
HakkınSesi
Karamsarlık boyutunu aşamıyorum. Hayır, bir noktada buluşalım ve tamam diyelim, buraya kadar karamsar olabilirsin ancak sonra daha rahat hissedeceksin tamam mı diye ekleyelim. Olmuyor ama. Niye böyle oluyor ki, niye kurtulamıyorum bu yoğun sisten?
Zarar vermeye başladım sanırım.
amelie poulain
o olmadan pratik yasamimi surdurmeyi ogrendim edindim bunu yetkinlestim
o olmadan yedim ictim gezdim guldum soyledim ama o parmagin yoklugu hep durdu bi yerde
yoklugunu yok edemedim.
bazi seyler artik yükümüz
kaniksanana kadar
iste o dedigin nokta sonra basliyor
derdini sevmekle rahata ermek ayni diyebilir miyiz
belki...
depresyon degilse bu yasanan
tefekkurle cikacaksa birseyler aciga
Boyle cikacak olabilir
HakkınSesi
Hayatı farklı gözlemleyen ve duyumsayan insanlar genellikle yüceltilmiş bir motivasyonla yaşamazlar, çünkü onların bakış açısı genellikle daha derin ve karmaşıktır. Onlar, hayatın güzelliklerini ve zorluklarını daha farklı bir perspektiften görebilenlerdir. Hâliyle perdeler çekilmiş, güneş ışığı eksilmiş, kıyafetlerin kuruması ertelenmiş, çiçeklerin -dahi- suyu verilmemiş ya da yağmurda ıslanmak önemsenmemiş bir hâl alabilir. Bazen aydınlıkta iken bazen gölgede kalır bir yanımızla yaşamı kabul ediyoruz; olduğu gibi yaralı ve yalnız.
Selam ile.. tebrik ederim.
HakkınSesi
Çağımız derken de, zamana hakaret ediyorum. Elbette mümkün olan en temel kavramlar, yeniliklere eşlik edecek, etmeli. Fezaya merdiven dikmeli hatta ancak biz neyi kaybettik?
Sahi, biz bir şey kaybettik ama neydi o?
Mekanlar kesişince bir an Orhan Pamuk evrenine girmişim gibi geldi. Apartman boşluğu, üstgeçit diyerek küçümsediğimiz çağımızın köprüleri, kulakta bir şiir, akılda bir şiir, damakta ise tat eksikliği...O gün hayatımın en şairene yürüşüne çıkmışım, bilmiyordum dedirten bir yazı. Ama Pamuk'un durağanlığına karşın bir devingenlik var anlatıda. Zaman kesinlikle durmuş gibi değil. Taşırmadan ustaca yapılmış bir kahve gibi. Kırk yıllık hatırı olmasa da bitirdikten sonra geri dönüp bazı bölümleri tekrar okuyorsun. Saygılarımla.
İlhan Kemal tarafından 20.3.2024 00:07:15 zamanında düzenlenmiştir.
HakkınSesi
Bir şeyleri anlamlandırmak için yaşamıyoruz ama bahsettiğiniz gibi her nesne, zihine yansımış kanaatler ve i mgeler ayrı bir dünya oluşturuyor. Biz belki de o küçük şeylerin farkına varıp, anlatıyor ve yazıyoruz da.
Yıllar önce kendimi çok aşağı görür, argo ifadesiyle eziklerdim. Yazmak da neymiş, aman işte laf ebeliği bizim yaptığımız derdim. Kibir gibi değil tam ama o duyguyu yaşamayalım diye aslında kendi kendime yaptığım ayıbı bana öğreten insanlar oldu burada. Geçen gün aklıma geldiniz. Buraya gelince hafızamda bildiğim birkaç ismi okumak, insanın o isimleri tekrar göresi geliyor. Sadece sanal bir bağdan öte, fikirlere önem verenlerin dünyasında "düşünüyorsun, yazıyorsun, az çok demeden araştırıyorsun ve hâlâ kendini bir şeylerin dibine mi sokmaya çalışıyorsun" karabasanından da kurtuldum gibi.
Saygım size her daim var olsun.