- 278 Okunma
- 1 Yorum
- 1 Beğeni
YURT-VATAN KAVRAMININ ANLAMI, DERİNLİĞİ ÜZERİNE TESPİTLER
Ahmet Haşim, “Kelimelerin Hayatı” adlı yazısında şöyle der: “Hiçbir şey lisan kadar bir ağaca müşabih (benzer) değildir. Lisanlar-tıpkı ağaçlar gibi-mevsim mevsim rengini kaybeden ölü yapraklarını dökerler ve tazelerini açarlar. Lisanın yaprakları kelimelerdir.” (1)
Gerçekten de kelimelerin ömrü ve yazgısı, toplumun ve dilin güzergâhında biçimlenir. Toplum yolculuğu; dilin, kültürün, tarihin oluş ve akışıyla nasıl iç içe geçmişse, kavramların taşıyıcı kapları olan kelimelerin varlık ve tercih sebepleri de aynı nispette ‘zamanın ruhuyla’ iç içe geçmiştir. Bazı kelimeler canlılıklarını koruyabildikleri sürece varlık nedeni olan temel anlamlarından öte, kullanımdan doğan yan anlamlar kazanıp zengin bir anlam dünyasına sahip olurlarken bazı kelimelerse, yerlerini yenilerine terk ederek, ya da daracık anlam dünyasında varla yok arası yaşayarak bir süre daha dil hizmetinde kalabilirler. Fakat ister kullanımdan düşüp terk edilsinler, ister anlam alanlarını zaman içinde genişleterek canlılıklarını sürdürsünler; dille bir iş gördüler ve onun sözel göstergesi oldularsa söz içinde ve hafızada mutlaka bir yerleri olacaktır.
Canlı veya arkaik (ölü) her dil varlığının hayata, kültüre ve tarihe tanıklığı vardır. Bir dilin metinlerdeki tanıklığına bakıp o dili kullanmış veya kullanan toplumun hangi coğrafyada, hangi varlık dünyasıyla iç içe, nasıl bir yaşama tarzını benimseyip kimlerle komşuluk ederek yaşadıklarını öğrenebiliriz. Kelimeler-kavram kapları olarak- o dili kullanan toplumun doğrudan veya dolaylı farkına vardıklarına, önemsediklerine, inanç ve değer yargılarına işaret eder. Bu tespit, bizim millî bütünlüğümüz ve ortak dilimiz Türkiye Türkçesi için de geçerlidir.
Değerler dünyamızda en temel kavramlardan biri olan “vatan, yurt” kelimelerini gerek tek başına irdelediğimizde; gerekse “bayrak, özgürlük, namus, şehadet...” gibi anıştırdıklarıyla çağrışım gücü içinde ele aldığımızda, sosyolojik bir gerçeklik olarak ‘vatan, yurt’ kelimelerinin muhtevası zenginleşip içi dolmaya başlar. Bu kavramların sözlü ve yazılı metinlerde; deyim, atasözü gibi kalıp söz olarak veya masal, menkıbe, destan, hikâye, şiir gibi manzum, mensur edebî eserlerin içinde işlenerek derinleştiğini görebiliriz. Buna bakarak; “Türkler her dönemde ‘vatan, yurt’ kavramlarına değer ve önem vermişler, ona bir kutsallık yüklemişlerdir.” demek mümkündür.
Biz bu çalışmamızda-tarihî süreçte kazandığı farklı anlamlarla-insanımızın edebî örneklerdeki ‘yurt, vatan’ kavramına yaklaşımını ana çizgileriyle değerlendirmeye çalışacağız.
***
ORTAASYA TÜRK YAŞANTISINDA ‘YURT’ TUTMA:
Tarihin ilk çağlarında boy ve obalar hâlinde atlı-göçebe toplum yaşantısına sahip Türklerin anlam dünyasında “yurt” kelimesi çadır kurulan, konulup göçülen yere karşılıktı. Değeri, önemi yurt tutulan arazinin imkânlarıyla sınırlıydı. Otu ve toprağı bitek, suyu bol, düşmana ve doğa etkilerine karşı korunaklı arazi, obayı bir arada tuttuğu müddetçe; can, mal, ırz, güvenlik gibi değerler ölçüsünce savunulması gereken bir kıymeti ifade ediyordu. Sayılan koşullar ortadan kalkarsa, pekâlâ o arazi parçası terk edilebilir, bir başka yere göçülebilirdi. Yurt kurmanın ‘Gök Tengri’ ile barışık yaşamanın bir sonucu olmak mecburiyeti, henüz toprağı ekip biçmeyen Türklerin lügatinde araziye ‘mülk, sahip çıkılan toprak’ anlamını yüklemiyordu. “Eski Türkler, hür ve bağımsız yaşayabildiği toprağı vatan saymakta; fakat bu şartların mevcut olmadığı araziyi kolayca terk edebilmektedir.” Eski Türk kültüründe yurt, bu nedenle “Türk tuğlarının dalgalandığı her yerdir” (2) Oğuz Kağan Destanı içinde geçen “Daha deniz, daha müren / Gün tuğ olsun, gök kurıkan!” dizeleri bu görüş ve kabulün açık, veciz ifadesidir. Başta bir kağan bulundukça güneşi bayrak, göğü çadır kabul edip konulacak her yeri “vatan” saymak mümkündür.
TÜRK-MÜSLÜMAN İNANCINDA ‘VATAN’ KAVRAMI:
‘Yurt-Vatan’ fikrinin İslâmiyet’e inanış ve yerleşik düzene geçişle yeni bir anlam boyutu kazandığını söylemek yanlış olmaz. Çadır hayatından kurulu düzen ev hayatına geçiş, toprağa kutsiyet yüklemiştir. Tarlayı sürüp ekip biçme tabiata; tabiat şartları da Allah’a bağlıdır. Yağmur ve bolluk için dua, aynı zamanda çiftçinin çaresizliğiydi. Oysaki eski Türkler gücü; hızlı, çevik, usta binici, kement, mızrak, ok atacı olmalarında bulurken ‘Alp tipi’ insanın kavramlarıyla konuşurlar. Kader, tevekkül, kanaat, tevazu gibi kavramlar Müslüman halkın iki cephesini ortaya çıkarmıştı. Barış zamanı ‘veli, evliya’ hüviyetinde insan; savaş zamanı ‘gazi, alperen’ kimliğinde yiğit! Şehitlik, mertebelerin en yükseğiydi ve ‘vatan, namus, ezan, Allah’ için ölüm, ‘ebediyet şerbeti’ içmek demekti. Mala, toprağa sahiplik tamah edilecek dünyevî tutkular olmadığı gibi, bir Müslüman için bu dünya imtihan yeri, bir tür gurbet garipliği yaşama süreciydi. Bütün mesele Allah’a kulluk ile kâmil insan olmaktaydı. Yunus Emre dizeleriyle belirtelim: “Bu dünyaya gelen kişi ahir yine gitmek gerek / Misafırdür vatanına bir gün sefer itmek gerek.”(3) Vatan ayrıca, bir Müslüman için artık, ‘başlar sıkışınca terk edilecek’ bir yer değildi!
ÜÇ İDEOLOJİ-ÜÇ ŞAİR: BİR ‘VATAN’ FİKRİ:
Osmanlı topraklarında Fransız İhtilâli etkisini, ‘ayrılıkçı düşünce’ olarak gösterdi. İmparatorluğun koruyucu gölgesinde dil, din, yönetim serbestliği içinde yaşayan kavimler arasında yayılan bağımsız devlet olmak fikri, ekonomik sorunlar büyüdükçe ayaklanmalara da payanda oldu. İmparatorluğun kurucu unsuru olan Türkler de kendi köklerini merak etmeye başladılar. Ayrıca Osmanlı içindeki her ayaklanma ve dağılma çözüm önerilerini de gündeme taşıyordu. Yönetimin mutlakıyetten meşrutiyete geçişini vatanın felahı için çare görenler olduğu gibi, Batı’nın okullarını ve yaşama tarzını benimsemekle ya da ‘Turan’ ülküsünü veya İslâm birliği ideolojisini savunmakla ülkenin eski gücüne dönebileceğini iddia edenler de vardı. Gazete ve dergi sayfalarında bu konu işleniyor, gizli açık her mahfilde bunlar konuşuluyordu. Fakat Osmanlıcı, Türkçü veya İslâmcı dava adamları için değişmeyen tek kaygı ve değer ‘vatan’ fikriydi. Bu kavram, eski anlayıştan çok farklıydı. Namık Kemal’e ‘Vatan Şairi’ etiketini aldıracak denli kuşatıcı vatan kavramı, halkı da peşinden sürükleme gücüne sahipti. Nitekim “Vatan Yahut Silistre” piyesinin yönetimi korkutacak ölçüde halkı sokağa dökmesi boşuna değildi. Vatan, artık can fedasına karşılık, ‘kurtarılacak’ en yüce bir değerdi. Osmanlı birliğini kurtarmayı dert edinen Namık Kemal, özellikle gençleri bu uğurda bilinçlendirmeye çalışır:
“İşte adû karşıda, hâzır silâh;
Arş yiğitler, vatan imdadına!” (Vatan Türküsü, Namık Kemal) (4)
...
“Âmâlimiz efkârımız ikbâl-i vatandır,
Serhaddimize kal’a bizim hâk-i bedendir,
Osmanlılarız ziynetimiz kanlı kefendir,
Gavgada şehâdetle bütün kâm alırız biz,
Osmanlılarız can veririz nâm alırız biz!” (Vatan şarkısı, Namık Kemal) (5)
Reçeteler farklı olsa da, ‘vatan’ fikri ve davası, kısa zamanda dalga dalga yayılır. Mehmet Emin Yurdakul, “Türk Sazı” adlı eseriyle dili ve vezni kadar ideolojisi de farklı bir alanda şiirler söyler. Onu Mehmet Akif Ersoy duyarlığı izler. O da “Safahat” adlı yedi ciltlik kitabına giren ve hikâyesi olan şiirleriyle bu kez İslâm dünyasına seslenir:
Ben bir Türk’üm; dinim, cinsim uludur;
Sinem, özüm ateş ile doludur.
İnsan olan vatanının kuludur.
Türk evladı evde durmaz giderim.
Muhammed’in kitabını kaldırtmam;
Osmancık’ın bayrağını aldırtmam;
Düşmanımı vatanıma saldırtmam.
Tanrı evi viran olmaz, giderim. (“Anadolu’dan Bir Ses yahut Cenge Giderken” adlı bu şiir, Mehmet Emin Yurdakul tarafından 1897’de Türk-Yunan ‘Dömeke Meydan Savaşı’ için yazılır. Selanik’te Asır gazetesinde yayımlanır.)
...
“Şühedâ gövdesi, bir baksana, dağlar, taşlar...
O, rükû olmasa, dünyâda eğilmez başlar,
Yaralanmış temiz alnından, uzanmış yatıyor;
Bir hilâl uğruna, yâ Rab, ne güneşler batıyor!
Ey, bu topraklar için toprağa düşmüş, asker!
Gökten ecdâd inerek öpse o pâk alnı değer.
Ne büyüksün ki kanın kurtarıyor Tevhîd’i...
Bedr’in arslanları ancak, bu kadar şanlı idi...
Sana dar gelmeyecek makberi kimler kazsın?
“Gömelim gel seni târîhe” desem, sığmazsın.
Herc ü merc ettiğin edvâra da yetmez o kitâb...
Seni ancak ebediyyetler eder istîâb.” (Çanakkale Şehitlerine, Mehmet Akif Ersoy) (6)
...
“Tesellîden nasîbim yok, hazân ağlar bahârımda;
Bugün bir hânümansız serserîyim öz diyârımda!
Ne hüsrandır ki: Şark’ın ben vefâsız, kansız evlâdı,
Serâpâ Garb’a çiğnettim de çıktım hâk-i ecdâdı!
Hayâlimden geçerken şimdi, fikrim hercümerc oldu,
Salâhaddîn-i Eyyûbî’lerin Fâtih’lerin yurdu.
Ne zillettir ki: Nâkûs inlesin beyni’nde Osman’ın;
Ezan sussun, fezâlardan silinsin yâdı Mevlâ’nın!
Ne hicrandır ki: En şevketli bir mâzî serâb olsun;
O kudretler, o satvetler harâb olsun, türâb olsun!
Çökük bir kubbe kalsın ma’bedinden Yıldırım Hân’ın;
Şenâ’atleri çiğnensin muazzam kabri Orhan’ın!
Ne haybettir ki: Vahdet-gâhı dînin devrilip, taş taş,
Sürünsün şimdi milyonlarca me’vâsız kalan dindaş!
Yıkılmış hânümanlar yerde işkenceyle kıvransın;
Serilmiş gövdeler, binlerce, yüzbinlerce doğransın!
Dolaşsın, sonra, İslâm’ın harem-gâhında nâ-mahrem...
Benim hakkım, sus ey bülbül, senin hakkın değil mâtem!” (Bülbül, Mehmet Akif Ersoy) (7)
...
CUMHURİYET DÖNEMİ ŞAİRLERİ VE VATAN ANLAYIŞLARI:
“Bu vatan, toprağın kara bağrında
Sıradağlar gibi duranlarındır;
Bir tarih boyunca, onun uğrunda
Kendini tarihe verenlerindir...”
...
“İleri atılıp sellercesine,
Göğsünden vurulup tam ercesine,
Bir gül bahçesine girercesine,
Şu kara toprağa girenlerindir...” (Bu Vatan Kimin? , Orhan Şaik Gökyay)
***
Şehitler tepesi boş değil,
Biri var bekliyor.
Ve bir göğüs, nefes almak için;
Rüzgâr bekliyor.
Türbesi yakışmış bu kutlu tepeye;
Yattığı toprak belli,
Tuttuğu bayrak belli,
Kim demiş meçhul asker diye? (Bir Bayrak Rüzgâr Bekliyor, Arif Nihat Asya)
***
Biz,kısık sesleriz...minareleri,
Sen,ezansız bırakma Allahım!
...
Müslümanlıkla yoğrulan yurdu,
Müslümansız bırakma Allahım!
...
Bizi sen sevgisiz, susuz, havasız;
Ve vatansız bırakma Allah’ım! (Dua, Arif Nihat Asya)
***
Dur yolcu! Bilmeden gelip bastığın
Bu toprak, bir devrin battığı yerdir.
Eğil de kulak ver, bu sessiz yığın
Bir vatan kalbinin attığı yerdir.
Bu ıssız, gölgesiz yolun sonunda
Gördüğün bir tümsek, Anadolu’nda,
İstiklâl uğrunda, namus yolunda
Can veren Mehmed’in yattığı yerdir.
Bu tümsek, koparken büyük zelzele,
Son vatan parçası geçerken ele,
Mehmed’in düşmanı boğduğu sele
Mübarek kanını kattığı yerdir.
Düşün ki, haşr olan kan, kemik, etin
Yaptığı bu tümsek, amansız, çetin
Bir harbin sonunda bütün milletin
Hürriyet zevkini tattığı yerdir. (Bir Yolcuya, Necmettin Halil Onan)
***
1917 senesinde
Topraklarında doğmuşum.
Anamdan emdiğim süt
Çesmenden tarlandan gelmiş.
Emmilerim hudutlarında
Senin için döğüşürken ölmüşler.
Kalelerin burcunda
Uçurtma uçurmuşum,
Çimmişim derelerinde.
Bir andız fidanı gibi büyümüşüm.
Topraklarının üstünde.
Koca koca kamyonlara binmişim.
Daha büyük şehirlerine
Okumaya gitmişim.
Eşkıyalar yolumu kesmiş,
Alacak şey bulamamışlar.
Topraklarının üstünde
Top oynamış, âşık olmuş, düşünmüş,
Ahbap edinmişim.
Kederlendiğim günler olmuş
Naçar dolaşmışım sokaklarında,
Sevinçli günlerim olmuş
Başım havalarda gezmişim.
Bağrımı açıp ılgın ılgın
Esen serin rüzgârlarına,
İlk defa kıyılarından
Denizi seyretmişim.
Issız çorak ovalarında
Günlerce yolculuk etmişim.
Ağladığım senin içindir
Güldüğüm senin için
Öpüp başıma koyduğum
Ekmek gibisin. (Yurdum, Cahit Külebi)
***
Bayrakları bayrak yapan üstündeki kandır
Toprak eğer uğrunda ölen varsa vatandır. (On Beş Yılı Karşılarken, Mithat Cemal Kuntay)
SONUÇ:
Genel hatlarıyla Türk ulusunun duygu ve düşüncesine tercüman olan ediplerin ‘vatan, yurt’ kelimelerine yüklediği anlamların yazıda gösterilenle sınırlı olmadığını belirtmek gerekir. Burada amaçlanan konuya bir çerçeve çizmek ve bir perspektif kazandırmaktır. Sadece Cumhuriyet dönemi başından günümüze kadar yurt içinde ve dışında, Türk dünyası bütününde, çok sayıda değerli şair ve yazarın ‘vatan’ konusu üzerinde kafa yorduğunu ve kalem oynattığını elbette farkındayız. Ancak yazının tasarlanan boyutu ve hedeflenen amacı konu ve örnek sınırlamasını gerektirmiştir. Bu yönüyle bu çalışmanın okuyucularından dilenecek bir özrü saklıdır.
------------------------------------------------------------------
(1) Haşim, Ahmet; Bize Göre, s. 41
(2) İbrahim Kafesoğlu, Türk Millî Kültürü, Ötüken Yayınları, İstanbul, 1998, s. 235-236
(3) Türk Dili ve Edebiyatı Ansiklopedisi, “Gurbet”, Dergâh Yayınları, İstanbul, c. III, 1979, s. 378.
(4) Türk Dili, “Türk Şiiri Özel Sayısı IV-Çağdaş Türk Şiiri”, TDK Yayınları, 1992, s. 114.
(5) Mehmet Kaplan, İnci Enginün, Birol Emil; Yeni Türk Edebiyatı Antolojisi II, Marmara
Ünv, Fen Edebiyat Fak. Yay. İst.1993. s. 177
(6) Mehmet Âkif Ersoy, Safahat, hazırlayan: M. Ertuğrul Düzdağ, Timaş Yay., İst., 1990, s.
181-182.
(7) Mehmet Âkif Ersoy, Safahat, hazırlayan: M. Ertuğrul Düzdağ, Timaş Yay., İst., 1990, s. 436