Fincan
Kafasını yavaşça kaldırıp açık olan pencereden uzaklara bakmaya başladı. Kim bilir kaç saattir okumaya daldığı kitaba gömülmüş, her sayfasında roman kahramanının ardından bambaşka dünyalara gidip, bambaşka deneyimler yaşamıştı. Nihayet uzun süren bu eğik oturuşun ardından yaşlı vücudunun arka kısmındaki boyun, bel ve sırt eklemleri uyarılar göndermeye başlamışlardı. Yoksa daha saatlerce o vaziyette okumaya devam edebilirdi.
Bir bardak su almak için kalktı, küçük, dar koridoru geçip mutfağa yöneldi. Tezgâhın üzerinde asılı dolabın bardak bölmesinin kapağını umarsızca açtı. Tam herhangi bir bardağa uzanıp alacakken bir anda sendeledi, düşmemek için mutfak tezgahına sıkıca tutundu. Kalp atışları hızlanmıştı. Bir süre gözlerini kulpu kırık kahve fincanından ayıramadı. Kaç sefer; “atalım bunu, yeteri kadar fincanımız var nasılsa” dediyse de attırmamıştı rahmetli eşi. O fincanı çok seviyordu. O zamanlar bir eşyaya anlam yüklemek çok saçma geliyordu ama o gittikten sonra bu fincan gibi daha birçok eşya başka anlamlara bürünmüştü yaşlı adam için. O öldüğünden beri yerini dahi değiştirmemişti kulpu kırık fincanın. Keşke önce ben ölseydim diye düşündü. Birlikte severek yaşamış, her şeyi paylaşmış insanlardan biri gidince diğerinde kalan boşluk çok büyük oluyormuş.
Onun iri yeşil gözlerini ilk kez gördüğü an geldi aklına. Büyülenmiş gibi saf saf bakakalmıştı yüzüne. Ne acımasızca birbiri ardına geçen yılların getirdiği kırışıklıklar, ne de son günlerinde yakalandığı amansız hastalığın söndürdüğü fer bozamamıştı bu büyüyü. Tam kırk beş yıl 4 ay 3 gün aynı aşkla bakmıştı o gözlere. Sıcak bir yaz günü girdiği hayatından, soğuk bir kış günü fiziken gidivermişti eşi. Ondan sonra ne yediği yemeğin ne içtiği çayın tadı aynıydı. Sadece yaşlı bedenini ayakta tutacak kadar yiyor, her çay içişinde gözleri dalıyor, çoğu zaman çayı soğuyup gidiyordu. Oysa eskiden öyle miydi; Akşam işten eve döndüğünde her gün aynı heyecanla eşine sarıldıktan sonra ellerini yıkamaya koşarken burnuna gelen kokulardan yemeği tahmin eder, kuru fasulye piştiği günler çocuklar gibi şen olurdu. Neşeli bir akşam yemeğinin üstüne içilen çaydan daha keyifli bir şey olamazdı. Şimdilerde kuru fasulyenin de eski tadı yoktu.
Suyunu aldı, tezgâhın karşısındaki mutfak masasının etrafındaki sandalyelerden birine oturdu. Bardağı ağzına götürürken bir anda karşısındaki sandalyede onu, sevgili eşini gördü. Yemyeşil iri gözlerinin içi gülerek ona bakıyordu. “Seni çok özledim” dedi, cevap gelmedi. Bardağı elinden düşürdü ama önemsemedi. Başını usulca masaya koydu, eşinin başını okşadığını hissetti. En hoşlandığı anlardan biriydi bu, hiç bitmesin dediği anlardan biri. Uzun zamandır hiç bu kadar huzurlu hissetmemişti. Çoktandır gülmeyi unutmuş olan yüz kasları gevşedi, çatık kaşları açıldı ve yüzünde tatlı bir tebessümle uykuya daldı.
Ertesi gün uzak bir şehirde yaşayan kızı haber alamayınca komşusunu aramış, onlarda kapıyı çalıp cevap alamayınca muhtara haber vermişler. Polisler kapıyı kırıp girmişler içeri. Görenler söyledi, yüzü gülüyormuş Rüstem amcanın…
Varol TAMER
15.02.2024
YORUMLAR
Yazınızı beğendim. fincanlı bir mani aklıma geldi;
fincan fincan içinde/fincan tabak içinde, ben yarimi severim/yüz bin atlı içinde
VarolT
İnsandandı, insanaydı, insancaydı. Hepimizin uğrak yerine uğramıştı yazı...