- 148 Okunma
- 0 Yorum
- 1 Beğeni
KAYIP ŞEHİR HERMONA
Gözlerim ufka dalmış, günbatımında Akdeniz’in üzerine yansıyan güneşin kızılına bakıp kayıplara dalarak hayaller kuruyordum. Altı ay olmasına rağmen Akdeniz’e açılamamıştım. Emektar gemim tersanede bakımdaydı. ‘Bir türlü bitiremediler’ diye iç geçirdim. Güneşin Akdeniz’in durgun yüzeyine yansıyan muhteşem manzarası, akşamın acımasızlığı ile kaybolmuştu ve yerini simsiyah gece kaplamıştı. Kuzey yıldızının denize yansıması içimdeki altı aylık deniz özlemini kamçılıyordu. Sahile vuran dalga sesleri eşliğinde demli çayımı yudumlarken karnımın zil çaldığını fark ettim. Eski deniz fenerinin karşısındaki kale yolunda güzel bir balıkçı restoran vardı. Orada güzel bir balık yiyip karnımı doyurmak, sonra da denizden dönen tayfalardan yeni havadis alırım düşüncesindeydim. Oturduğum çardaktan kalkıp duvarda asılı kandili de yanıma alıp yola koyuldum. Ilık meltem esintisi kandilin şavkını titretiyor, titreyen ışıkta belli belirsiz gölgeler eşliğinde çakıllı yolda yürüyordum. Az aşağıda limana yanaşan gemilerin gürültüleri ta buralara kadar geliyordu. Benim geminin bakımı bitince bu gemilerden çok daha sağlam ve dayanıklı olacak, daha uzak memleketlere gidecektim. Balıkçıya yaklaşınca müzik sesleri artmaya başlamıştı. Gökyüzünde dolunay ve etrafında birbirinden parlak milyonlarca yıldızlar sanki beni selamlıyor gibiydi. Balıkçıya geldiğimde, her zamanki gibi kalabalıktı ve denizciler burada eyleniyordu. Garson kızların taşıdığı içkiler ve yemekler daha masalara inmeden tüketiliyor direkt midelere indiriliyordu. Balık restoranın sahibi Selina benim geldiğimi fark etti ve uzaktan “Hoş geldin Aydın Reis!” diye seslendi. Balkona yakın ve bir o kadar kuytu bir masaya oturup hoş buldum anlamında sağ elimi kalbime koyup hafif başımı öne eğdikten sonra “Her zamankinden getir!” diye seslendim. Denizde balıktan bıkan ben, denizi özlediğim için karada balık yiyordum. Kömür közünde pişen balıklar mis gibi kokuyordu. Genç bir garson kız, elindeki tepsiyle masaya salata ve taze ekmek getirdi. Balık gelene kadar salata ve ekmeği yemeye başladım. O kadar acıkmışım ki başımın üzerinde ayakta bekleyen kara sakal Edwart’ın beni izlediğini fark etmemiştim bile. “Aydın Reis çok acıkmış gibisin, oturabilir miyim?” dedi. Otur anlamında başımı öne arkaya salladım. Ben yemeğimi yerken Edwart konuşmaya devam ediyordu. “Aydın Reis, elimde bir harita var. Bu haritayı görmelisin, bu haritada daha önce gitmediğim bir ada var’’ dedi. Bir anda durdum, beynimde şimşekler çakmaya başladı, bu harita içimde heyecan uyandırmıştı. Masada harita için yer açtıktan sonra ‘Edwart dostum, çıkar şu haritayı’’ dedim. Edwart deri üzerine çizilmiş haritayı açtı ve masanın üzerine serdi. Heyecanla haritaya göz gezdiriyordum, Edwart eliyle Kıbrıs Adası’nın arka tarafında bir ada gösterdi. “Bu ada Hermona Kayıp Şehir” dedi. Bu adayı hiç görmemiştim, oraları avucumun içi gibi biliyordum ve bu ada burada olamazdı. Edwart’a sert bir bakışla “Dostum sen bu gece ne içtin?”, “Aydın reis henüz bir şey içmedim, lakin bu harita gerçek, bu ada yılın bazı vakitlerinde medcezirlerin yoğun olduğu dönemde çıkıyormuş, kayıp şehir Hermona’yı bulursak oradaki hazineleri taşımak için üç gemiye ihtiyacımız olacak” dedi. Edwart’ın omuzundaki ihtiyar papağanı o çirkin sesiyle “hazine, hazine” diye bağırmaya başladı. Edwart cebinden çıkardığı bir fıstığı papağanın ağzına tıkıştırıp susturdu.
Haritayı tekrar tekrar defalarca inceledim, haritadaki yerlere birçok kez gitmiştim. Galiba ikna olmuştum, Edwart haklı gibiydi. Hermona şehri zamanında ticaret gemilerinin uğrak yeri olan muhteşem güzellikte bir şehirmiş. Buzulların erimesi, suların yükselmesiyle bir anda sular altında kalmış ve o şehirde yaşayanlar kaçamadan azgın dalgaların içinde şehir gibi kaybolup gitmişler. Aradan yüz yıllar geçmesine rağmen hazine avcılarının ve kâşiflerin arayıp bulamadığı bir efsane olarak dilden dile yayılmıştı. Hermona’nın güzelliği şiirlere konu olmuş, ünlü ressamlar şehrin güzelliğini tuallerine yansıtmıştı. Bu şehri bulabilirdim ve bu hazineler ile büyük gemiler satın alabilirdim. İçimi büyük bir heyecan kapladı. Edwart ile Hermona’yı bulmak için planlar yaptık, bulacağımız hazineyi nasıl paylaşacağımızı gün ağarana kadar konuştuk.
Sabah olduğunda evime gidip biraz uyuduktan sonra tersaneye gidip gemimin son durumunu kontrol ettim. Gemim nihayet bitmiş son kontrolleri yapılıyordu. Leventlerimden Muhsin Kaptan’a Hermona ile ilgili planlarımı anlatıp sefer hazırlığı yapmasını ve limandan bolca erzak ve malzeme yüklemesini istedim. Bir gün sonra Midilli Adası’ndan Akdeniz’e açılıp Hermona’yı bulmak için yola çıkacaktık, heyecandan içim içime sığmıyordu. Ertesi gün olduğunda tayfa ve leventlerim tastamam güvertede beni selamlıyorlardı. Edwart ve çirkin sesli papağanı da gün doğumu öncesi gemidelerdi. Gerekli malumatları Muhsin Kaptan’dan aldıktan sonra yelkenler fora emri verip yola revan olduk. Ufukta tanyeri çizgisi belirmiş, rüzgâr yelkenlerimizi bir doldurup bir boşaltıyordu. Leventlerin bir kısmı dökme topları hazır ediyor, bir kısmı da tek patlar gülle atarları temizliyordu. Güneş bütün parlaklığıyla karşımızda bizi selamlıyor gibiydi. Akdeniz’in üzerinde beyaz köpüklü dalgaların arasında oynaşan yunuslar sürü alinde bizimle yarışmaya başlamıştı. Yelkenleri indirttim, yunus balıklarının bizi geçmesine izin verdim. Eğer Yunus balıkları gemiyi geçemez yarışı kaybederlerse gemiye çarparak intihar ediyorlardı. Yunuslar gözden kaybolunca yelkenler fora diyerek rüzgârı arkamıza alıp ilerlemeye devam ettik. Kamaramdaki eski ahşap masanın üzerinde duran deri haritayı enine boyuna inceleyip Hermona’nın tam yerini tespit etmeye çalışıyordum. Pusulanın yönü doğuyu gösteriyordu. Yorulduğumu hissetmiştim ve yatağıma uzanıp biraz dinlenmek istiyordum, uykuya dalar gibi oldum ve erzak odasındaki farelerin tıkırtıları ve gemi kirişlerinin gıcırtılarıyla tekrar uyanmıştım. Kaptan köşküne doğru çıkarken, Edwart’ın çirkin sesli papağanı ‘korsan gemisi’ diye bağırmaya başladı. Güverteye çıkıp etrafa bakınırken açılır tek göz dürbünden uzaklara bakmaya başladım. İlerde iki korsan gemisi bize doğru yaklaşıyordu. Geminin yelken direğinde siyah sancak üzerinde kurukafa sembolü ve bu sancağın üzerinde kırmızı şerit dalgalanıyordu. Bu kırmızı şerit Rodoslu tahta bacak Dionides’in gemilerinin olduğunun işaretiydi. Dionides acımasız ve yağmacı bir korsandı. Bir defasında Barboros Hayrettin Paşa ile kılıç kılıca çarpışırken, sol bacağını ve sol gözünü kaybetmiş, öldü diye orada bırakılmıştı. Kendini ölümsüz korsan Dionides olarak tanımlıyordu. Leventlerime çıkartma ve taarruz için hazır olmaları emri vermiştim. Gemiler iyice yaklaşmış, çıplak gözle daha net görülüyorlardı. Top menziline girmişlerdi, bu gemiler bana sağlam lazımdı. İki gemi iskele yönlerinden iyice yaklaştı ve gemimize halatlar atmış korsanlar bu halatlarla bizim tarafa doğru çıkartma yapmaya başlamıştı. Tek patlarlar ile vurduğumuz korsanlar denize düşüyordu. İsteseler top atışıyla bizim gemimizi batırabilirlerdi ama onlar da yağma yapmak için çıkartma yapmayı tercih etmişlerdi. Korkusuz cesur leventlerim kılıçlarıyla korsanları biçip denizin dibine atıyorlardı. Tüfek ve kılıç sesleri birbirine karışıyordu. Bir saat cenk sürdü ve nihayet tahta bacaklı Dionides ölünce korsanlar teslim olmak zorunda kaldı. Teslim olan korsanları köle olarak, gemilerine de ganimet olarak el koymuştuk. Artık korsan bayraklarını indirip Oruç Reis’in bayrağını çekme vakti gelmişti. Ölü ve yaralı korsanları Akdeniz’in dibine gönderdikten sonra yolumuza kaldığımız yerden devam ettik. Artık kayıp şehir Hermona’ya üç gemi ile gidip gemiler dolusu hazineyi alacaktık.
Hava iyice kararmıştı, gökyüzündeki yıldızlar ve dolunay hayallerimi süslüyordu. Karamanlı Aydın Reis, ben, deryalar fatihi küffarla mücadele etmekten evlenememiş, bir aile hayatı kuramamıştım. Benim tek ailem deryalar ve leventlerimdi. Dolunayda medcezirler olacağı için bu gece Hermona’yı bulma şansımızın yüksek olduğunu düşünüyordum. Tek göz açılır dürbünle etrafa bakınıyordum. Kıbrıs Adası’nı çoktan geçmiştik ve harita üzerinde gösterilen yere çok yaklaşmıştık. Denizin ortasında belli belirsiz küçük kandillerin yandığını fark ettim. Dürbünde net seçilmiyordu, gemilerin bu istikamete doğru ilerlemesi emrini verdim. Edwart’a benim gördüğümü onunda görüp görmediğini sorduğumda hemen dürbünü elimden aldı ve o istikamete doğru bakmaya başladı. Yaşlı yüzünde mutluluk gülümsemesi belirmişti. ‘Evet Aydın Reis, sonunda bulduk!’ diyordu. Çirkin sesli papağan ‘bulduk, bulduk!’ diye haykırmaya başlamıştı. Işıklara yaklaştıkça küçük adanın üzerinde parlayan mermer sütunlar iyice belirmeye başlamıştı. Muhteşem bir güzellik karşımızda duruyordu. Kayıp şehir Hermona karşımızdaydı. Gemileri demirleyip, kayıklarla adaya çıktık. Elimizdeki kandiller ateş böceklerinin ışıklarının yanında sönük kalıyordu. Leventlerim ikişerli üçerli gruplar halinde hazine odasını arıyordu, ben ise Hermona’nın ıslak kesme taş sokaklarında yürüyordum. İlerdeki büyük bir mabedin mermer sütununda hareket eden bir şey görmüştüm, sessizce ona doğru yaklaştım ‘aman Allah’ım, gözlerime inanamıyorum!’ bu bir denizkızıydı. Benim geldiğimi fark etmişti, arkasına doğru döndüğünde göz göze geldik. Dilim tutuldu, dizlerimin bağı o anda çözülmüş gibiydi. Bütün ihtişamıyla üst tarafı olağanüstü güzellikte bir kadın alt tarafı balıktı. Olduğum yerde kalmıştım ve bu güzellikten gözlerimi alamıyordum. Arkamdan Muhsin Kaptan’ın sesi duyulunca denizkızı gülümseyerek denizin karanlık dibine doğru daldı ve kayboldu. Muhsin Kaptan’a “benim gördüğümü gördün mü?” diye sorduğumda “Reis, o denizkızı mıydı?’’ diyebilmişti. “Denizkızını kaçırdığına göre, mühim bir havadis için geldin sanırım?’ diye sordum, o da “hazineyi bulduk, bir bak istersen’’ dedi. Muhsin Kaptan’ın gösterdiği yere gittiğimizde odalar dolusu çil çil altın sandıkları karşımızda duruyordu. Zamanımızın kısıtlı olduğunu biliyordum, bu altın ve mücevher sandıklarının bir an evvel gemilere taşınması için talimat vermiştim. Aklım o denizkızında kalmıştı. Leventler ve köleler sandıkları gemiye taşırken ben de son bir umut ile denizkızını görürüm diye onu ilk gördüğüm yere gittim. Denizkızı yoktu, demek ki bu kayıp şehri bu kız kendine yurt edinmiş, burada yaşıyordu. Hazineyi ve Hermona’yı bulduğuma sevinememiştim, denizkızının gidişine üzülmüştüm. Leventler hazineyi gemilere yüklemişti, geldiğimiz kayıklarla gemilere geri dönerken Hermona’nın kabaran sular altında kalışını buğulu gözlerle izliyordum. Gemiye çıktığımızda leventler kutlama yapıyordu, ben ise buruk gözlerle denizkızını son defa görürüm umuduyla bakınıyordum. Edwart’ın çirkin sesli papağanı ‘aşık, aşık!’ diye bağırmaya başladı. Denizin içinden büyüleyici güzelliğiyle denizkızı tekrar çıkmıştı ve bana doğru el sallıyordu, bende ona el salladım ve denizkızı geldiği karanlık denize tekrar döndü.
Bir daha göremeyeceğim bir kıza vurulmuştum. Kayıp şehir Hermona’yı bulmuş, hazineleri almıştım ama aşık olduğum denizkızını bulduğum bu adada kaybetmiştim. Denizkızının o bakışları bütün bedenimi sarmıştı ve ben onun hayaliyle kendimi avuturken leventlerim çoktan hazineyi pay etmeye başlamıştı. Hazineyi bulmuştum fakat gerçek hazine olan aşkı kaybetmiştim. Anladım ki aşk insanın kayıp hazinesiydi; bulduğunda mutlu olduğu, kaybettiğinde onu aradığı yitik hazinesi…
İnstagram:yazar_aydinbenli
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.