Allah, Mahiyet Olarak Hiçbir Şeye Benzemeyen Aşkın Bir Varlıktır.
Allah, Mahiyet Olarak Hiçbir Şeye Benzemeyen Aşkın Bir Varlıktır.
(İlyas KAPLAN,İlahiyatçı,Araştırmacı,Yazar)
“O, bilinemeyen ve bilinebilen her şeyi, mutlak büyük ve mutlak aşkın olarak bilendir.”1 Âyette geçen müteâl kelimesi Allah’ın aşkın olması yani mahlukatın mahiyetlerinden bütünüyle ayrılmasını ve hiçbir şeye benzemeyen bir varlık olmasını ifade eder.
Âyette geçen kebîr kelimesi ise Allah’ın büyüklüğüne ve yüceliğine işaret etmektedir. Bunu, Arapça’daki büyük ve yüce toplum veya zamanın tek adamı gibi kullanımlarda da görmek mümkündür. Araplar, bu kullanımlarla kişinin fiziksel büyüklüğünü veya sayısal anlamda birliğini kastetmezler, tersine, kişinin etkinliğini, güçlü iradeye sahip olduğunu, insanlar kendisine boyun eğdikleri için de otoritesini kastederler.
Şu hâlde Allah’ın Evvel, Ahir, Zâhir, Bâtın, Azîm ve Latîf isimlerinden kastedilen anlamları, insanlara nispet edildiklerinde taşıdıkları anlamlardan mahiyet olarak bütünüyle farklıdır. Allah’ın müteâl yani aşkın olması bu gerçeği vurgulamaktadır.2
Allah, Beş Duyu ile İdrak Edilemeyen Aşkın Bir Varlıktır.
“Gözler O’nu idrak edemez, fakat O gözleri idrak eder. Yalnızca O’dur her şeye nüfuz eden, her şeyden haberdar olan.”3
Âyette geçen gözler anlamındaki ebsâr kelimesi, idrak niteliğine sahip varlıklardan kinaye olup, ifade şu anlamda kullanılmış gibidir: İdrak yeteneğine sahip canlı varlıklar O’nu göremez, fakat O onların her birini görür.
Arapçada göz, şeylerin algılanmasını, kavranmasını mümkün kılan bir duyu ve yetenektir. Allah, duyusal ve algısal açıdan değil, âyât ve delilller aracılığıyla bilinir.
Bilinme yolu âyet ve deliller olan her şey, kuşatılamaz ve idrak edilemez. Çünkü idrak ve kuşatma, delil üzere bilindiği gibi değil, sadece idrak ve tecrübe edilebilen varlıklar için geçerlidir.
Bu nedenle Kur’an, Allah’ın uluhiyet ve birliğini, duyusal gerekçelere değil, delil ve akıl yoluyla kavranabilen bürhan ve âyetlere dayandırmıştır. Âyette geçen latif kelimesinin iyiliksever ve bağışlayıcı ve her şeyi bütün gizlilikleriyle bilen anlamına geldiği ileri sürülmüştür. Bir başka görüşe göre de o, büyük ve yüce anlamında yorumlanmıştır.
Fakat bu doğru değildir. Çünkü Arapça’da büyük anlamındaki azîm kelimesi ile latif kelimesi birbirinden tamamen farklı anlamlara sahiptir. Çünkü azîm Arapça’da, diğer nesnelerle karşılaştırıldığında herhangi bir şeyin yoğunluk ve fiziksel büyüklük açısından başka bir şeyden daha fazla orana sahip olması demektir.
Hâlbuki latif kendi içinde bir şeyin ince olması anlamına gelir. Dolayısıyla her iki kelime birbirleriyle çelişmektedir. Bu, âyetteki kullanımda Allah, insanların kastettiğinden bütünüyle ayrılacak şekilde anlaşılması gereken bir varlık olduğundan, onun azim ve latif olması, evvel, âhir ve zâhir ve batın olması gibi farklı bir delalete sahiptir.
Allah, Kendisine Yakıştırılan Bütün Temelsiz İnançlardan ve İddialardan Münezzeh Bir Varlıktır.
“Göklerin, yerin ve bu ikisi arasındaki her şeyin mülkü kendisine ait olan Allah ne yüce bir varlıktır…”
Kur’an yorumcuları, âyetin başında geçen tebâreke kelimesinin, Allah’ın kendisine koşulan şirkten ve nispet edilen çocuk, eş ve diğer vehim ve kuruntulardan münezzeh olduğunu, yüceliğini ve büyüklüğünü ifade ettiğini düşünmüşlerdir. Genel anlamda âyet, Allah’a atfedilen bütün iddiaları ve inançları reddetmektedir. Allah, kendisine yakıştırılan ve bilgi temeli olmayan iddialardan tenzih edilir. 4
İslam, inanan için kaynağını Allah’tan alan bir lütuf ve nimettir. “Eğer Allah (aksini) dileseydi, onlar (Allah’a rağmen) şirk koşamazlardı. Ne Biz seni onlara muhafız yaptık ne de sen onları korumakla yükümlüsün.”5
Mutezile, âyetteki Allah’ın iradesi yani meşietinin cebr yani zorunluluk anlamında olduğunu savunmuştur. Buna göre âyetin anlamı şu şekilde olur: Allah dileseydi, onlar aciz kalır ve şirk koşamazlardı. Bu durumda denenme koşulları da askıya alınmış olurdu.
Fakat bize göre âyette geçen meşîet Mutezile’nin iddia ettiği gibi değil, özgür seçim iradesi ve denenmenin gereği olan itaat anlamına gelir. Cebr meşieti, yaratma ile ilgilidir.
Bu anlamda âyete konu olanlar, yaratılışta Müşrik değillerdi. Dolayısıyla Mutezile’nin yorumu tümüyle geçersizdir. Zira cebrin ve zorlamanın olduğu yerde iman ve inkâr olmaz. Cebr ve zorlama, bir fiilin gerçek anlamda kişiye aidiyetini ortadan kaldırdığı için iman ve inkâr, ancak özgür iradenin olduğu yerde anlamlıdır.
Bu durumda âyette geçen meşiet, İslamın Allah tarafından bütün insanlığa sunulmuş bir lütfu ve ihsan olduğunu gösterir. Kimin böylesi bir lütuf ve nimete ehil olacağı hususu ise tümüyle Allah’a aittir.
Şu hâlde Allah, İslam nimetine sahip olma ya da olmama ile ilgili olarak kimileri için bu nimeti dilemiştir, kimileri için de dilememiştir.6
Allah, Gizli Açık Her Şeyi Bilendir. “…O gizli olanı bildiği gibi, ondan daha gizli olanı da bilir.”7
Allah’ın bilgisinin gayb, açık ve gizli her şeyle ilişkilendirilmesi, insanların fiillerinde derin bir dikkat içerisinde olmalarını sağlamaya yönelik olmalıdır. Bu, insanlardaki eğilim ve ilgiyi mahlukattan Halik yani yaratıcıya çevirmek anlamına
Bazılarına göre âyette geçen sırr kelimesi, başkasına kapalı olan anlamına gelirken; âyette geçen diğer bir kelime ahfâ ise kişinin kendi içinde saklı tuttuğu ve hiç kimseyle paylaşmadığı şey demektir.
Diğer bir görüşe göre ise sırr, kişinin gizli tuttuğu fakat kendisinde söze dökerek sır olmaktan çıkardığı şey anlamına gelirken; ahfâ ise Allah’ın olmakta olanı ve kişi tarafından bilinmeyen henüz meydana gelmemiş olanı bilmesi demektir.
Başka bir görüşe göre de sırr, kişinin kendisinde saklı tuttuğu şey; ahfâ ise içe doğan şey anlamına gelir.8
Allah, Bilginin Kaynağı ve Bütün Bilenlerin Üstünde Her Şeyi Bilen Bir Varlıktır. “…her bilenin üstünde her şeyi bilen bir (Allah) vardır.”9
Âyet, bir kişi ne kadar çok bilgili ve ne kadar üstün zekaya sahip olursa olsun, mutlaka ondan daha üstün zekaya ve bilgiye sahip olan başka birinin olduğuna dikkati çekmekte; Allah’ın her şeyin üstünde bilgiye sahip olduğunu ve herkese bilgiyi öğretenin kendisi olduğunu haber vermektedir.10
Allah, varlığı, mahiyetini ve zamanı bütün incelikleriyle bilen bir varlıktır.
“Son saatin bilgisi yalnız O’na havale edilir. O’nun bilgisi olmadan ne meyve çekirdekleri kabuklarını çatlatabilir ne de herhangi bir dişi gebe kalabilir...”11
Âyet, Allah’ın uluhiyetini, birliğini, kudret, ilim ve hükümranlığının delillerini ortaya koymaktadır. Çünkü meyve çekirdeklerinin kabuklarını çatlatarak yeşermesi ve meyve vermesi, bir kadının gebe kalması ve çocuk doğurması Allah’a delalet eder.
Allah, meyve çekirdeklerini kabuklarının içinde yaratmış, çocuğu da anne rahminde besleyerek, varlığını tehdit edecek tehlike ve risklerden koruyarak ve gelişim süreçleri içerisinde en güzel şekilde takdir ederek var etmiştir.
Bu örnekler de göstermektedir ki Allah, zati, ezeli bir kudret ve ilme sahiptir. Onun kudret ve ilmi müsteâd değildir. Çünkü müsteâd kudret ve bilgi ile âyette söz konusu edilen fiillerin gerçekleştirilmesi mümkün değildir.
----
1- 13/Ra’d: 9.
2- Te’vîlât, 7/s.395.
3- 6/En’âm: 103. 83
4- Te’vîlât, 13/s.284.
5- 6/En’âm: 107.
6- Te’vîlât, 5/s.173.
7- 20/Tâhâ: 7. 85
8- Te’vîlât, 9/181.
9- 12/Yûsuf: 76.
10- 41/Fussilet: 47. 86
11- Te”vîlât, 7/s.341.
12- Aslan İbrahim,Mâtürîdî’nin Uluhiyet Tasavvuru
YORUMLAR
Son derece önemli paylaşımınız için Allah râzı olsun üstâdım.
Mümkün olduğunca özet olarak vermişsiniz çok daha uzun olsa okunma oranı azalıyor ama bu konuda kitaplar dolusu yazılabilir sanırım.
Zaten yarattığı bütün kâinat kürreden zerreye kadar Yüce Allah'ı (C.C) dellileriyle işaret ediyor.
Emeğine ve ihlâs dolu yüreğine sağlık diliyorum.
Sonsuz selam, duâ ve saygılarımla.
Allah'a emanet olun.