- 195 Okunma
- 0 Yorum
- 0 Beğeni
KATİLLER
Yeniden kış geldi. Ağaçların dalları kurumaya, yaprakları dökülmeye, kuşların sesi zayıflamaya başladı. Çiçekler, mahsun bir şekilde boyunlarını bükerek dökülmeye, seyredip mutlu olanları terk etmeye, üzmeye başladı. Sobalar yeniden kuruldu, yaşlılar sobaların etrafını paylaşmaya, babamla da didişmeye başladı. Yılbaşı geçince de zamlar yağmaya başladı. Bizim çayımız yirmi beş kuruşa yükselince, sıra İbrahim ağanın oynayacağı oyuna, kahveye yapacağı zamma geldi. Aynı oyunla, aynı yükseklikte, babamı öfkeden deliye çevirecek kadar zam yaptı yine. Çaresizlikten, itiraz etme imkânı olmayan babam, zorunlu olarak razı oldu yine.
Sabahları halka - galetanın yanına un kurabiyesi de getirmeye başladı Pendik’ten. Kurabiyeler için bir de kulplu camekan almıştı. Okul çıkışlarında koluma taktığım camekanla kahveleri dolaşıp satmaya başladım. Un kurabiyeleri gerçekten de çok güzeldi. Beğenerek alıyordu insanlar.
Daha önce belirtmeyi unuttuğum bir şey var : Pendik ilçe değil, kasabaydı o zamanlar. Dolayısı ile, köyler Pendik’e değil, Kartal’a bağlıydı. Dolayoba, Yayalar, Şeyhli, Kurtköy, Orhanlı, Tepeören, Aydınlı, Kurna, Kurtdoğmuş, Emirli, Sultanbeyli, Samandıra. Samandıra da , köylerin merkezi konumunda, Nahiye ( Bucak ) oluyordu. Göçbeyli, Ballıca sanırım daha sonraki yıllarda kurulmuş olacak. Tüm bu köylerin güvenliğinden Jandarma sorumluydu. Kurtköy Jandarma Karakolu, Kaynarca’da, E-5 üzerindeydi. Zaman zaman, geceleri kahvelere baskın verip, kimlik kontrolü yapılırdı. Bu kontrollerin birinde, kahvemizde içki sattığımız fark edildi ve yasaklandı. Bir süre sonra da Ramazan başlayınca, gelirimiz iyice azaldı ve kiramızı ödemekte, yeniden zorlanmaya başladık.
O yaz, düğün ve bayramlarda, diğer köylere kurabiye satmaya gitmeye başladım. Şimdiki Harmandere semti - Via- Port yakını - o zamanlar, Karslıların yaz aylarında gelip, topraktan, ateş tuğlası ürettikleri bir alandı. Ardahan, o zamanlar Kars’a bağlıydı ve işçilerin çoğu da Ardahan’lıydı. Bir çoğu Türkçeyi bile zor konuşuyordu. Babam, kahvede yaptığı börekleri, camekanıma doldurup, beni oraya satmam için göndermeye başladı. Otobüs, minibüsün olmadığı o günlerde, ben oraya yürüyerek gidip geliyordum.
Konyalı’ nın kahvesinin arka tarafındaki arsa, Kaymakamlık tarafından düzelttirilerek, gençlere futbol sahası yapıldı. Daha önce, köyün dışında, Orhanlı yolunun alt tarafında, Çayırlar denilen yerde, akşamları top oynamaya giderlerdi gençler ve çocuklar. Benim de gittiğim günler oldu ama pek beceremiyordum top oynamayı. Bazen, zoruna kaleye geçmem için çağırırlardı ancak beni. Köyde, hatırladığım, futbolla ilgilenen gençler şunlardı : Karakaş Ümran Poyraz - en iyisi- , Ahmet Çökmez, Metin Kıv- kaleci - Hakkı, Erkan, Hulusi, Aydoğan, Altan, Tunay. Karakaş Ümran, koyu Beşiktaş’ lıydı. Hulusi de fanatik Fenerbahçe’ li. Hulusi’nin korkusu ve zoru ile, bütün çocuklar Fenerbahçe’ liydi. Bense, inadına, hiç bir şeyi zorla kabul etmeme inadımdan dolayı, Galatasaray’ lı oldum. Nedense, bu yüzden dövmedi beni Hulusi. Yeni yapılan futbol sahasında, köyler arası turnuva düzenlendi. Oldukça ilgi gördü. Ben hem kurabiye, hem de gazoz sattım orada.
Kışları en çok Karagöz oynatıcıları gelirdi ama o yaz sinemacılar da gelmeye başladı köye. Elektrik olmadığı için Jeneratör çalıştırıyorlardı. İki tane sinemacı vardı. Cin Ali amca ve Sinemacı Yılmaz. Değişik zamanlarda, ama ikisi de Konyalı’ nın kahvesine geliyorlardı yine. Büyüklere bir lira, çocuklara elli kuruştu sinema ücreti. Babam, hiç tereddüt etmeden elli kuruş verirdi ve ben de giderdim. Bir gün yine Sinemacı Yılmaz gelmiş, Jeneratörü çalıştırmış, Konyalı’ nın kahvesinin bahçesine kurduğu makinesinden, plaklar çalıyordu, sinemacının geldiğini duyurmak için. Akşam olduğunda ben yine babamdan elli kuruş istedim sinemaya gitmek için. Morali çok bozuktu galiba o gün. İlk defa bana bu kadar tepki gösterdi
- Ne oluyor ulan ? Her hafta, her hafta, ver elli kuruş ? Vermiyorum bu defa ! deyiverdi. Çok ısrar ettim, yalvardım, ağladım. İnat etti ve göndermedi. Bahçeye kurulan beyaz perdenin arkasından görünüyordu savaş görüntüleri. Top, tüfek, uçak sesleriyle inliyordu köy. Filmin adını halâ unutmadım : Kıbrıs Ateşler İçinde. Film bitene kadar, kahvemizde, ’’ Filiz Çay Evi ’’ yazdığım camın altında oturup bitene kadar uzaktan baktım o perdeye o akşam.
Gecenin sonunda, yanıma oturdu babam. Elini omzuma koydu.
- Sen çok mu istiyorsun sinemaya her zaman gitmeyi ? diye sordu.
- İsterim, diyebildim mahsunca.
- Öyleyse, yarın İzmit’e git. Kos helva getir. Sinemalara götürüp sat. Sinema nerede, sen de oraya gidersin ! dediğinde, hiç düşünmeden, adeta bayram edercesine sevindim. O yaz, Pendik’ten kurabiye almaya da ben gitmeye başlamıştım zaten. O gece sabahı zor getirdim. Erkenden kalkıp hazırlandım. Bir miktar para verip, İzmit’e nasıl gideceğimi, kos helvacıyı nasıl bulacağımı anlattı. Dönüş parası ayırmamı, kendime çok dikkat etmemi tembihleyip gönderdi.
Pendik Dörtyol’un alt tarafında, şehirlerarası otobüslerin durduğu yerde kâhyalık yapan Şaban ağabeye gidip, babamın selâmını söyledim. Babamı tanıyor muydu, yoksa çocuk olduğum için mi öyle söylemem gerektiğini bilmiyorum ama amacıma ulaştım ve İzmit otobüsüne bindirildim. Hiç de zor olmadı kos helvacıyı bulmam. Fıstıklı ve Cevizli birer miktar helva alıp döndüm. Hemen o akşam, yirmi beş kuruşluk dilimler halinde kesti onları. Çay dağıtmak için kullandığımız askıya dizip kahvelerde dolaşmaya başladım. Kurtköy’ lüler çok ilgi gösterdiler kos helvalarıma. Ben de sevdim bu işi.
Harmandere’ deki işçilerle, para konusunda sıkıntı çekmeye başlayınca gitmemeye başladım. Sinemacılar, benden para almamaya başladılar. Ben de civar köylerde sinema olduğunu öğrendiğimde oralara da gitmeye başladım. Özellikle, her gün sinemada olmak çok hoşuma gidiyordu. Dolayoba, Yayalar, Şeyhli, Kurtköy ; bu köylerin her birinin arası yürüyerek 10-15 dakika olsa da, bir çocuk için, gece yarısı yürümek pek kolay değildi. Ben sadece köpeklerden korkuyordum. Uzaktan bir köpek sesi duyduğumda, oturup sesin kesilmesini bekliyordum. Bazen de rast gelen arabalar beni alıp Kurtköy’e kadar getiriyorlardı. Kimse yabancı değildi. Herkes birbirini tanırdı ya, ben de tanınmaya çoktan başlamıştım.
Tam da o günlerde Karabaş köpeğim yavrulamış, üç tane çok güzel yavrusu olmuştu. Av köpeği gibi, alacalıydı ikisi yavruların. Biri ise simsiyah. Çok sevdim onları. Bir gün haber yayıldı, zabıtalar gelip, sokak köpeklerini zehirleyeceklermiş. Babam tembih edince, hepsini ahıra kapattım. Ertesi gün salıverdikten biraz sonra, köylülerden birisi acı haberi verdi : Etrafta kalan zehirli köftelerden birini yemiş alacalı Kahraman köpeğim. O kadar üzüldüm ki ; bir insan yakınımı kaybetmiş olmamın acısıyla gün boyu ağladım ve günlerce acısını yaşadım. Belki onlar da işlerini yaptılar, suçları yoktu belki ama ben yine onlara lânetler yağdırdım, belâlar okudum. Benim için katildi onlar ! Minnacık Kahraman , yavru köpeğimin katilleri !
Fikret TEZEL
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.