- 203 Okunma
- 0 Yorum
- 0 Beğeni
DÖNER DEVRAN, YİTER İNSAN
Kendisine hedefler koymayı ve onları hayatla buluşturmak için başkalarına göre boş işlerle uğraşıyor olmakla eleştirilmelerine rağmen de ısrarla yollarına devam edenleri daima saygı ve minnetle karşılayacağım. Bu tür kişilerin listesini verseydim içlerinde; sanatkârlar, politikacılar, bilim insanları, hayalperestler, şairler, filozoflar ve daha daha kimler olmazdı ki. O insanların kavradıkları ortak şeyin zaman algılarındaki mükemmellik olduğu kanaatimi ve bu düşünüşün de kendi hayatım başta olmak üzere çevremdeki insanlara da çok şey katabileceği inancındayım. Eğer öyle olmasaydı bugünkü teknolojik gelişmeler, coğrafi keşifler, okundukça okunası kitaplar ve izleme keyfine doyamadığımız filmler ortaya çıkar mıydı?
Denilebilir ki, mekân ve zamanın içinde kendini doğru yere konuşlandırabilmek, ne için var olduğunu ve neleri ortaya koyabileceğini fark etmek, hayatın akışını da ciddi anlamda etkiler ve bizleri zeminin içindeki sıradan özneler olmaktan çıkararak zaman dediğimiz şeyle işleyen haline de getirir. Hayatın anlam kazanması da bu değil midir aslında. Hangi devrin ve coğrafyanın insanı olduğumuzun önemi yokken, bizim bu koşullar içindeki esaslı duruşumuz kim bilir ne güzelliklerin de yankı bulmasına yol açar. Hayat ne izlenmeyle değer kazanır ne de sırtı dönerek renklenir. Bir doğumun verdiği müjdeyi her ulaşılan günde de görebilmek ne güzeldir. Bir önceki günün hesabına takılmak yerine, yeni fırsat gibi bir algıyla çevrenin sunularını, eldeki zamanı da harmanlayarak daha ileri gayelere yönelik kullanabilmek, kendimize de bizim aidiyet duyduğumuz insanlara da yatırımdır, hizmettir anlayışını benimseyenlerdenim.
Bir kez daha yinelenmeyeceğini bildiğimiz ve gidenlerin de asla geri dönemedikleri hayat serüveni, bizi her şeye rağmen kendimizle bir hesaplamaya itmektedir günbegün. Ya biden önceki doğru algı ve duruşla hayata değer katanlardan olmayı seçeceği ya da zamanın dişlileri içinde her geçen gün eriyen. Mekânların anlam kazanması da yine bizlerin onu nasıl okuduğumuzla doğrudan ilgili değil mi? Bir zamanlar neşeli seslerin yükseldiği kim bilir kaç mekânın hüznünü görmüş ve duygulanmışızdır. Buradan şu gerçeğe gelebilmek gerekir ki, insanlar ve onlarla birlikteki bütün varlığın çağladığı, dolu dolu yaşamlardı tarihe düşen. Ve bu bakımdan her birimizin hayatı yine kendi öz yaşamımızın da tarihi değil midir? Bu tarihi nüshaları nelerle doldurmayı planlıyoruz da, sorulması gereken en has sorudur.
Faniliği yüzyıllar öncesinde tadan ve buna karşın dünyada sadece belli belirsiz bir kabir mekânından mürekkep nice değerler, kendi tarihlerinin yazıyor olmalarının şuuruyla yaşamasalardı, bizdeki o büyük imrenilere mazhar olurlar mıydı? Sıradan gibi görünen bir hayatın öznesi dahi onu kendi olanaklarına doğru temas ederek hayranlık uyandıran bir kıvama getirebilir. Son nefese değin verilen mühleti savruluşla tüketmek yerine, başkalarına da ilham olabilecek gayretlerle süslemek ne de gıpta edilir ve onurlu bir duruştur.
Başka bir gezegende zaman algımız nasıl olurdu veya onu nasıl tanımlardık bilemem. Bildiğim şey, kutuplar dışında bir kuşağın zemininde yaşıyorsak, beşerin demografik yoğunluğu istisnasız buradadır, saat ölçüsünde bir gün yirmi dört saat, hafta ise yedi gündür şeklinde bir ölçülebilir kıstas var elimizde. Ne var ki, bir haftalık zaman ölüm döşeğindeki hasta için uzunca yıllara denk olabilirken, onlarca yılı esaret altında yaşayana bir askerin özgürlükteki ilk günü onlarca yıla değer bir algılanışta olabilir. Özet yapmak gerekirse, takvim veya diğer zamanı ölçen teknolojilerin atıfta bulunduğu zaman ile bizim algıladığımız zaman başka başka şeylerdir.
Zamanın geçmediği bir zaman var mıdır? Bu soru zaman dediğimizi bazılarına göre homojen, bazılarına göre göreceli akış veya kavram ile onun anlam kazandığı mekân dediğimiz ve içinde hayatı nefeslendiğimiz gerçekliğin ilişkisini bir kere daha düşünmemiz gerektiğini ortaya koyuyor sanırım. Dünü, günü ve geleceği de bir şekilde içinde barındıran zaman kavramı, mekâna rağmen ne de anlamsızdır. Belki de onu anlayabilmenin temel adımlarından biri mekân ile ilişkilerini irdelerken, varlığa temas ederkendi hallerinden doğru çıkarımlarda bulunabilmektir.
Kimimiz geçmişimizin ışıltılı günlerine geri dönebilmeyi, kimimiz yarınlar için yeni umutların yeşermesini bekler dururuz. Oysa geçmiş geride kalmış, yarınlar ise var olmuş değildir. Zamanda temel nokta belki de bu yüzden şimdiki andır. İyi de şimdiki an her daim var oluyorsa, geçmiş ve gelecek nasıl teşkil olunuyor? Bazı düşünürler konuya sofistike yaklaşmış, kimileriyle fiziksel zeminle bu konuya açıklama getirmeye çaba harcamıştır. Ne var ki yapılan hiçbir açıklama, yorum veya formülasyon, zamanın ne olup olmadığına dair doyurucu bir cevabı ortaya koymuş da değildir. Konuya dair güzel bir yorumu paylaşayım. Marcel Conche Zaman ve Kader adlı eserinde şöyle diyordu:
”Zaman sadece yalanlanmış olarak gösteriyor kendini”. Bu cümleyi kurmasına yol açan şey, şimdiki anın geçmiş ve gelecekle ilgisine dairdir. Hâle bakılırsa, şimdiki zaman dediğimiz şey belki de hem dün hem de yarındır. O andaki duygu, düşünce davranışlarımız hem dünümüz, günümüz ve yarınımız mıdır? Öyle olsaydı geçmişteki biz ile şimdiki ve muhtemelen yarınki bizdeki değişimin nedeni neydi? Nasıl geçtiği veya aktığını bilemesek de zaman bazı şeylere ilişiyor ve onları değişime zorluyor olmalı. Büyümeye dair ve gelişim dediğimiz süreçte de yine zamanın derin izleri var. Bu durum, canlı veya cansız tüm varlığın bize rağmen bir devinim içine girdiğini ve tekâmül içinde olduğunu gösteriyor kuşkusuz. Buradaki yaşam zeminimiz ve onun içindeki varlık olarak bizin zaman algısının ne olup olmadığı ciddi şekilde hayata yansıyacak ve ona bir yön verecektir kuşkusuz. Zamanı bir an önce orta yaş, ihtiyarlık ve ölüme gitmesiyle bitirmek isteğindeki bireyin algısı ile kendini aşmak ve her yeni güne yeniden doğabilme şuurunu taşıyanlar arasında koskoca bir farkın ortaya çıkması da şaşılacak bir şey değildir. Mademki her güne doğumun bir garantisi yok, her dünün takıntıları ve vesveseleriyle uğraşmak da anlamsız, niçin anın yönetiminde işin başına geçmiyoruz? Arzu edilen yarınların kendiliğinden bir şekle bürünmesi ve bizleri demet demet çiçeklerle karşılaması gibi bir lüksümüz olmayacaksa, güne bakışımızı bir kere daha gözden geçirmenin vaktidir. Bunları ertelemek tanımı doyurucu şekilde yapılmamış ve kanımca yapılabilecek gibi de görünmeyen zamana yenilgi değil midir? Yenilgiler kaçınılmaz olsa bile bunun arkasındaki mücadele ruhu bizden hiçbir şeyi eksiltmez. İlhamı bulduğumuz anları bir hatırlayalım, zaman algımız nasıl da başkalaşıyor o anlarda. İşte, tam da o anların coşkusunu tüm zorlu koşullara karşın esaslı bir misyonun müdâvimleri gibi özümüzde saklamak gerekir kanaatindeyim.
Zamana mağlup olmamak bakımından meseleye değinmek de mümkün belki. Onun ne olduğu konusunda bunca bilinmez varken, onu algılama ve kabullenmedeki tercihimizi niçin iyi yönde kullanmayalım. İç çekerek geçmişle kavga etmenin ya da henüz hayat bulamamış tarihlere atıfta bulunarak hayatı sürekli ötelemelerin kime ne faydası olmuştur ki? Kabir ziyaretlerinden kanımca en derin çıkarımı, orada diğer âleme göç etmişlerin neredeyse tümünün bir sonraki güne, aya, yıla dair planları olması gerçeğidir. Ne yazık ki o planların çoğu fikir olarak belleklerde hapsoldu ve asla da hayat bulamayacak artık. Yaşayanlar için algılara takılan ve yaşamdan kopanlar için de anlamsız hale gelen zaman, kimsenin tekelinde değilse, onu hoyratça savurma lüksümüzü eleştirmemiz gerekmez mi? Bir şeyleri yaparken diğer iyi ve bize değer katacak öteki şeyleri göz ardı etmek fedakârlığı, hayatımızın renklerinden bir şeyleri de tarihin tozlu sayfalarına nasılsa hapsediyor. Bize rağmen durup duraksamayacak bu devinimin doğru algılanması ve anlamlı şekilde doldurulması ise, geçmişe ne de güzel anılar katabilecektir oysa.
Sevdiklerinizle birlikte anlam kazanan mekânların günün birinde onlara rağmen var olması ne de acıdır. Mekânlara o büyük hazzı veren özneler, zaman algımızı pozitif yönde etkilemiştir. Hayat, pişmanlıklara yer vermeyecek kadar kısa ve mutluluğu ilelebet elde tutabilmeye izin vermeyecek ölçüde de katı kurallarla orta yerde durmaktadır. Onu izleyen ve gözleyen olma rolünden; yön veren, renk katan, iyiyi ve güzele ivmeli hale getirenler olmak da var seçeneklerimiz arasında. Bir baba olarak, henüz bir arada olabilme şansım varken, çocuklarımla daha fazla şeyi paylaşmada işin sonuna doğru geldiğimi acı bir şekilde biliyorum. Onlar da zamanın tesiriyle o sevimli yüzlerden daha olgun ve ciddi hatların öznesi olurken, aileleriyle olan bağlarını koparmayacaklarına emin olan ben, daha seyrek görüşmelerin esaretinde olacağımın hüznündeyim.
Şükür ki halen sağlıklı olduğunu kabul ettiğim annem, babam, kardeşlerim ve eşim ile yakın dostlarım için de geçerli bu durum. Paylaşmaların sıklığı ölçüsündeki hayat, zamanın esaretini bir nebze kırabilmede tek seçenek gibi duruyor. Bir kenara çekilerek adeta patates çuvalı gibi hayatın akışını izleyenler olmayacağım kesin. Kiminde madden, kiminde de maneviyat zeminiyle var olan güzellikleri paylaşarak zengin anılar biriktirmeyi, kaçınılamayacak sona, pişmanlıklarıyla dövünmeyenlerden olabilmeyi seçiyorum. Sizin seçiminiz nedir? Her defasında o arzu ettiğiniz hamleler için gereken fırsatı beklediğiniz bir hayat mı, ona müdâhil olarak bu şansı yakalamak öznesi olmayı seçen olmak mı?
Oğuzhan KÜLTE
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.