- 202 Okunma
- 0 Yorum
- 0 Beğeni
YAŞAYANLAR , TUTUNMAYA ÇALIŞANLAR
Ne ilginçtir şu hayat, kimine her şeyiyle hazır gelmiş ve mücadeleyi sadece alabildiğine seçeneklerden desenleri tercihle cari olurken, diğerleri için tüm azameti ve depdebeleriyle adeta meydan savaşı halindedir. Ne anne ve babamızı ne de hangi sosyal konumun öznesi olabilme seçeneklerimiz vardı. Hayatın içinde buluverdik kendimizi. Hal bu ya, bir çocukluk dönemiydi renkli geçen ve o da her birimiz için geçerli olmasa da masalsı bir düzlemde çok sorgulamadan büyüyüverdik sanki.
Onca tahsil hayatı ve zorluğu, sabahın erken saatlerinde başlayan ve daima gelecekteki esas işimiz, meşguliyetimiz ve kısacası hayatımızı idame ettirebilmemiz adına kim bilir ne çileler çekmişizdir. Bunların her birini kaleme almaya çalışsaydık ve işin ucuna bir de tahlilleri ve duyguları da ekleseydik devasa bir roman çıkardı ortaya. Bu mücadele gerektiren içerik her birimiz için böyle midir? Hiç sanmıyorum. Mekân, statü, çevre ve aile açılarından bakılınca elbette farklı hayatların ortaya çıkması ve binlerce olasılığın hayat bulması gayet normaldir. Matematiğin bu yanı tamam ve fakat aynı bağlarla bağlı olduğumuz şu vatanın en güzide köşelerinin, damak tatlarının, görülesi ve yaşanılası zeminlerinin, teknolojik kolaylıkların ve hizmetlere, mala erişiminin niçin bir ortalaması yok? Babamızın ille de büyük sanatkâr, hatırı sayılı bir avukat, işleri yolunda büyük bir esnaf ya da magazin dünyasının tanınmış simalarından biri olması mı gerekiyor. Bu durum annemiz ve aile içindeki diğer özneler için de düşünülürse, aynı soruların yankılanacağı yerin "evet" cevabından geçmesi ne de üzücü ve kabul edilemez bir durumdur.
Benim çocuğum okuyacak ve büyük adam olacak, saplantısı mı diyelim buna yoksa yukarıda değinilmeye çalışılan ekonomik, hukuki, ailevi durumların daha üst seviyelere çıkabilmesinin arzusu mu yoksa. Sanıyorum ikinci seçenek daha gerçekçi. En azında bizim ülkemizin gerçekleri bu yönde. Sıradan bir kafeteryada ve sıradan bir günde hangimiz bir mülki amirle karşılaşıp karşılıklı kahve içmişizdir? Bir belediye başkanıyla ve tanınmış yüzlerden biriyle AVM`de karşılaşıp ayaküstü sohbet edebileninizin sayısı nedir? Bu soruları ne denli çoğaltırsak çoğaltalım, olasılığın sıfıra yakın yerlerde hapsolduğu gerçeği ile karşı karşıyayız.
Kızım her sorunla karşılaştığında nedense “Hayat çok zor baba.” derdi. Bu cümlenin karşılığında her ne kadar emeğin, özverinin olabildiğince erdeminden dem vursam da diğer yandan bu sözün gerçeklik payının dokunduğu yer bakımından çok üzülürdüm nedense. Evet, çoğumuz hayata dair sırların peşinde koşarken, onu daha katlanılabilir eden şeylerin sorgulamasını yapıyoruz. Her sorgulama sonrasında toplumun daha üst tabakalarında yer alabilmenin mücadelesini veriyor veya bunu telkin ediyoruz. İyi de diğerleri için neden böyle bir zaruret yok? Daha az emekle de daha anlamlı ve haz veren, hayata erişimi bunca zahmete katlanmadan sağlayan enstürmanlar bizler için niçin bu denli uzak. Bu uzaklık hayata egemen olabilmemizin de önünde koskoca bir tıkaç gibi durmuyor mu? Her birimizin ünlü olması, ekranlarda boy göstermesi, milyonlarca hayranı olan bir sanatkâr olması mı gerekiyor? Bu ve benzeri çılgın sorular bizi yine hayata tutunmaya çalışanlarla hayatı aracı olmaksızın yaşayabilenlerin mukayesesine götürüyor ne yazık.
Binlerce çıkarıma ve sorgulamaya tabi olabilecek bu konu, üzerinde yüzlerce ve hatta milyonlarca insanın da kafa patlattığı ciddi bir konudur elbette. Hangi ekonomik modelin daha sağlıklı biçimde insanları kaynaklara erişimde egemen kılabilecekleri sorusu, sayısız makalenin, tezin de konusu olmuştur. Sonuca bakılır ise, bizdeki ekonomik politikalarla bunun hiçbir şekilde başarılamadığı veya en azından büyük ölçüde hedefe ulaşılamadığı gün gibi ortadadır. İnsanların alım güçlerinin giderek erozyona uğradığı günümüzde bırakın hayatın tadını çıkarmayı, insana yaraşır ve medeniyetin nimetlerine erişimin asgari müştereklerinin cari olduğu bir hayat bile dar açıdan göz kırpmaktadır. Bu açıyı bu denli daraltan çokça faktörü dile getirenler, halk tabiri ile “Unu, tuzu kuru olanlardır.” ancak.
Kahvaltılarda ailecek bir araya gelinen hafta sonlarının olmazsa olmazı o sıcacık ekmek, sağlık deposu yumurta ve daha neler neler kim bilir hangi insanların büyük zahmetleri ile masamıza kadar erişebilmiştir. Bizler o masada muhabbet ve neşe ile kahvaltımızı yaparken, o nimetlerin bizim yemek zeminimize gelene değin emeği geçenler de bu denli güzel anları yaşayabiliyorlar mı? Nasır tutmuş elleri onlar için bir kader mi? Her ne denli severek yapılıyor da olsa emeklerin karşılığı olan bir hayat onlar için de kapısını aralayabiliyor mu? Kısacası çiftçi bir ailenin öznesi bireyler de tatile gidebiliyor, dilediği gibi yiyip içebiliyor mu? Bu sorulara doğru karşılığı verebilmemiz için, emek dediğimiz şeyin her irimizin zihninde aynı değeri ifade etmesi gerekir sanırım. Birileri için “emek” bazılarının alın yazısı gibi görülmeye devam ettikçe, denklemdeki sorunlar asla çözülebilecek gibi değildir. Br de emeklilik dediğimiz ve ağır onlarca yılın ardından son kez sivilleştiğimiz ve kendimiz için zaman ayırabilmeyi ümit ettiğimiz bir dönem var. Ne yazık ki kimse emekli olmak için can atmıyor, atamıyor. Normal koşullarda almakta olduğu aylık gelirin neredeyse dörtte üçünü yitiren emeli taifesi, egemenlik denkleminin neresine ne koyarsa koysun, bu denklemin neticesinde yüzü gülen taraf olamıyor.
Yaşça bir hayli yol almış ve artık emekliliği gelmiş çoğu insanın halen sabahın çeok erken saatlerinde yirmili yaşlardaki performansı göstermek zorunda kalışlarına hayıflanmaktan kendimi alamıyorum. O saatlerde sabah yürüyüşü, koşusu ve veya egzersizi yapanlara hayran olan yanım, öte yandan onca soğuğa rağmen günlük nafakasının peşinde adeta savrulan o bizim insanlarımızı görünce nasıl da dağılıp gidiyor anlatamam. Onlara bu hayatı kimler reva gördüler. Burada hiçbir işi küçümseme yok. Ne var ki her işin zemini, yeri ve o işi yapmakla mesul öznesi arasında uygun koşullar olmalıdır. Ağır işlerde çalışmanın ve yapmakta olduğu işin risklerinden ötürü belli yaş toleranslarında olmanın nasıl bir zarureti varsa, altmışlı yaş ve üzerindekilerin de geçmişteki o hengâmeli yıllarının ardından daha spontan, dingin ve kısacası asude bir hayata ihtiyaçları var kanımca. O yaşlarda halen iş gücünün bir parçası olmaya devam etmekte olan bu denli tecrübeli ellerin kafaların ne aman bu deneyimlerini bizlere aktarabileceklerini de düşünüyor ve bu soruya da bir karşılık bulamıyorum. Zira, hayatla adeta cebelleşen bu insanlarımız hak ettikleri o hayatı yaşayamadan iş başında yitiriliyor ve geriye onlardan birkaç resim, hayata küskün bir yüz ve bitilememiş iler, ulaşılamamış hayaller kalıyor sadece. Bu durum vicdani olarak beni sürekli meşgul ederken, iş başındaki o politik gücün kayıtsızlığını ve insanlarına reva gördüğü bu hayatı normal şeylerdenmiş gibi göstermeye çalışmasını da asla anlayamayacağım. Birileri var olan hayatın büyük bir güzelliğini diğerlerinden çalmışlar sanki. Öyle olmasaydı, ekonominin dikte ettiği bu karanlık, iç sıkıcı manzaralar ve trajedik manzumlar nasıl dile gelirdi ki.
İfade etmeye çalıştığımız esas konu, birilerinin daha fazla bedelle hayatı satın almak zorunda kalıyor oluşları değil. Bu zorlukları görmelerine, bilmelerine, onların destekleri ile egemenlik haklarında üst liglere çıkmalarına karşın gösterebilmede çok hayırsız oldukları vefadır. Biraz vefa olsa idi, etraf güllük, gülüstanlık olmaz mıydı? Bu ucuzculuk dönüp dolaşıp yine bizleri erdemlerimizi sorgulamaya, dürüstlüğümüzü masaya yatırmaya ve ben mi yoksa biz mi sorularını sordurmaya itiyor değil mi.
Kimileri için bir başlangıç ve yarınlara erişimde bulunmaz fırsatlar sunabilen küçücük şeyler, bazıları için anlamını çoktan yitirmiş ve marijinalleşmiş enstrümanlar olabilir. Gözden çıkarmakta olduğumuz onlarca kitap, gazete bizim için yeni ve ferah bir mekânın açılmasına vesile olurken, diğer insanlar için günlük ve belki de haftalık kazançlarına bulunmaz fırsat ürünü olabilirler. Ne ilginç değil mi? Sizin için sonlanan şeylerin diğer insanlar için hayatın yeni başlangıcı olması. Bir belgeselde izlediğim ve bende de büyük tesir meydana getiren öyküden de kısaca bir anlatı yapayım. Deniz kıyısındaki yerleşkede yaşayan bir Afrikalı bayan, dizlerinin çektirdiği onca acı ve ağrıya rağmen, günü belli saatlerinde sahile iniyor ve denizin cömert dalgalarının sunduğu birtakım kabuklu lifli ürünleri topluyor, sonrasında da yine zahmetli bir uğraştan sonra liflerini ayırarak ip haline getirmeye çalışıyordu. Çoğumuz için adı ve neye benzediğinin dahi bir anlamı olmayan bu deniz ürünü, o yaşlı bayan için torunlarına katkı sağlamak anlamında ne büyük fırsattır oysa. Mesele, bizce önemsenmeyen bazı şeylerin diğerleri için ne denli önemli olabileceğini anlayabilmek sanırım. Burada yine bizci bakış açısı devreye girmeli ki, bizim dışımızdaki insanlar için de günün doğuşu apayrı bir esin kaynağı olabilsin.
Ellerimin eldivele dahi ısınmayı başaramadığı bir soğuk kış günü, oto sanayide gözlemlediğim tarjedilerden birinde de yine aynı konu canlandı. Altmışlı yaşların bir hayli üzerinde olduğu her yönüyle belli olmakta olan bir emektar, lokanta giderinin açılması işini üstlenmişti. Bu işin çözüme kavuşması içinse kazmayla bile işlenemez haldeki katılığıyla toprağın eşilmesi ve atık suyun bu kanal ile mazgala ulaşması gerekiyordu. Bırakın kazmayı ele alıp toprağı eşelemeyi, bir soba bulsak da biraz ısınsak diye içimizden yükselen sese karşılık bulma ümidindeyken biz, eksilerdeki o havada olanca soğuğun gaddarlığına aldırmadan ve aslında aldırma hayat ona öyle bir lüksü vermediğinden, özden fedakârlık ederek o işin üstesinden gelebilmekle meşgul olmaya çalışanın kim yerinde olmak istedi ki. Yahutta, yeterli ekipmanı ve pratik avadanlıkları olmadan bunca zorlukla bu işi yapmasına dikte eden toplum vicdanı neredeydi? Nihayetinde kendi aracım için alacağım küçük bir tamirat ürününün neredeyse yarı fiyatına bu işi üstlenen insanın emeği neden bu denli ucuzdu. İş sonunda elde edilen kazanç, en çok iki veya üç günlük iaşe bedelinden fazla da değildi zaten. O kazanç tükenmeden ve yine kendinden ödün verilerek yeni iş kapılarının peşinden nasıl koşulacaktır ? Devamlılığı olmayan işlerde büyük özverilerle çalışmak zorunda kalan insanlar kiminin insanlarıdır? Bu insanlar kaderle özel bir anlaşma mı yapmışlar yoksa bu kaderi onlara birileri mi reva görmüştür? Böylesi akıl zorlayıcı, duyguları depreştirici soruların bizi kendimize olan sorgulamamızı yeniden gözden geçirmeye ittiğinin de farkındayım.
Hayata tutunma meselesi sadece bizler için değil, bizle birlikte aynı gezegende yaşamaya hakkı olan diğer canlılar için de geçerli elbette. Çoğumuzun görmeye aşina olduğu ve çöpe atılmış bulunan yeni doğmuş kedi ve köpek yavrularına dair manzaralar boy boy sosyal medyada yer almıyor mu? Onlara uzanarak hayatı bahşeden el ve yürek ne güzeldir. Bu anlayış merhamet dediğimiz ve bizde kabul görmeyen şartların başkaları için de kabul görmemesi anlamında olandır. Esasen bu asil duruş, kutsal metinlerdeki her türlü farklılığa karşın Ademoğlunun kardeşliğinin de gereğidir. Hal böyleyken nasıl aynı millet mensupları için diğer insanların zorluklarının görmezden gelinmesi kabul edilebilir ki. Kendimiz için arzu ettiğimiz ve asgari müştereklerde de diğer her canlı için istemek durumunda olduğumuz şartların oluşması için harekete geçmek önce birey sonrasında da toplumsal anlamda bir eyleme dönüşmelidir. Bu mücadele gücü ve iktidarı uzun süre elinde bulundurma eğilimindeki tüm politik enstürmanların da boynunun borcudur. Onların diğer insanları adeta bir maraba gibi görüyor olması ayıbına dahil olmamaksa erdemli duruşun takendisidir.
Ana rahminde başlayan ve kabir taşının konmasıyla son bulan dünya hayatı, neleri gördüğümüzü, yediğimizi, içtiğimizi değil, nerelerde insanca duruş göstererek paylaşabilmenin sevincini artırdığımızı soracaktır. Kuşusuz bütün insanların nihai açacı masalsı bir düzlemdeki gibi hayat sürebilmektir. Kısacası mutluluk dediğimiz bu kavram, benle değil, bizle daha anlamlı ve gerçekçi olabilir. Kimse dersinin rengini seçmesi, dinini, sosyal çevresini, ailesini, toplumsal ihtivasını sizler gibi hazır buldu. Burada mevzu, kendini başkalarının üzerinde görerek, diğer insanların yaşadıklarını normalleştirme hastalığıdır. Eşit şartlarda yarışa başlansaydı, güne artı on ladar önce başlayanların çoğunun yarışta egale olacakları da su götürmez bir gerçek ise, onlarca yılın ve belki de asırların hatalarını devam ettirerek bu kölelik düzeninin devamında ısrarın kimselere faydası da olmayacaktır. Kanımca bir mülki amir sizden ve veya bizden daha zeki de değildir. Hele ki daha merhametli olmasını konuşmuyoruz bile. Sadece tahsil ile elde edilen ve veya ailevi potansiyelinden ötürü üst basamaklarda yer alınışın diğer insanları hakir görme cüretini vermesi kabul edilemez.
İşin bu yönü biraz dakarakter dediğimiz eğitimin, sorgulayıcı ve içi zedeleyerek hakikatli duruşa yol açışın sancılarından geçmektedir. Ne için var olduğumuzu, kime ve veya kimlere hizmet ettiğimizi, neye rağmen bazı şeyleri peşinen kabul ettiğimizi bir kez daha gözden geçirmelidir. Sorgulamalarımız hayata tutunmaya çalışanların daha doğru şekilde algılanmasına, anlaşılmasına ve onların ve hayata renk katan diğer tüm canların da bu masalsı düzlemde doğru roller almalarının da yolunu açacaktır kuşkusuz. Masallardan yeterince beslenmeyenlere bu realiteyi anlatabilmek pek olası değil sanırım.
Hayatın daha yaşanılabilir olmasında her birimizin ne denli özneler olduğumuzu anlaması gerekiyor. Birimizin estireceği bir empati, iyilik, cömertlik ve vefa rüzgarı, toplumun diğer dinamiklerini de harekete geçirebilecektir. Bu esaslı uyanışın can bulmasını yürekten destekliyor, yarınların da daha kabul görür şartlarda yaşanabilmesini ümit ediyoruz. Kalın sağlıcakla.
Oğuzhan KÜLTE
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.