- 265 Okunma
- 1 Yorum
- 0 Beğeni
Gece Baskını
Anlamıyordu. Ne kadar uğraştıysam da olmadı. Halbuki bu ateş gibi bakan gözlerden çok daha fazlasını beklemiştim. İlgiliydi, dikkatini veriyordu, öğrenmek için de hevesliydi. Ama kafası almıyordu. Sıradan bir sınıfta devam edip gidebilirdim. Ama üç öğrencinin olduğu bir ortamda bu sınıfın %33 ünü geride bırakmak olurdu.
“Hocam, siz bana aldırmayıp. Evde filan bakıp yakalarım ben konuyu.” Dedi.
“Von... Sen özel askeri birliklerdeydin, değil mi?”
“Evet hocam, HALO grubundaydım”
“HALO mu? Bilgisayar oyunu değil mi o?”
“Yok hocam. ‘Yüksek irtifa, alçak paraşüt açımı’ anlamına geliyor. Yerden havaya füzelerin menzilinden çıkmak için uçağı yüksek irtifada terk ediyoruz. Havasızlık için oksijen maskelerimiz ve soğuğa karşı da özel donanımız var. Havada kalınan süreyi minimize etmek etmek için yere çok yaklaşana kadar paraşüt açmıyoruz”
“Anladım. Görevlerinizin detayları ile ilgili soru sormayacağım ama şunu merak ettim: Hiç bir operasyonda aranızdan birini arkada bıraktınız mı?”
“Kesinlikle hayır!”
Hocam’sız gelen bu sert yanıt karşısında irkildim. Sesimin titrememesine özen gösterip sordum:
“O zaman niye benden seni arkada bırakmamı istiyorsun? Siz yapmadıysanız, ben niye yapayım?”
Sonra sınıfın geri kalanının “İşimiz var” tarzındaki bakışlarına aldırmadan devam ettim:
“Bak, belirli bir bölgede düşman kuvvetleri var. Eldeki istihbarat bu kuvvetlerin bir alay olduğunu söylüyor. Komutanınız ise bundan emin değil. Sizin grubu keşfe yolluyor. Keşifte farkediyorsunuz ki ortalıkta kimse yok. Herkes bir hangarda toplanmış. Aranızdan kafası o kadar da çalışmayan birinin aklına uyuyor ve adamların elektriğini kesiyorsunuz. Karanlıktaki kargaşadan da yararlanıp dört bir yandan girdiğiniz hangardan üç kişiyi derdest edip geliyorsunuz. Bırak şimdi işin gerçeğe uyup uymamasını”
Ben öyle söyleyince itiraz için kaldırdığı elini indirdi.
“Elinizdeki esirlerin rütbesi bir albay, bir binbaşı, bir de yüzbaşı. Unutma, hangar karanlıktı, herkes birbirine girmişti, o karmaşada çok rahat üç tane er ile de gelebilirdiniz. Zaten adamları farklı yerden kaptınız. Kapabileceğiniz üçlü grupları düşünün: iki er, bir onbaşı ya da bir er, bir onbaşı, bir çavuş... Ama siz bula bula albay, binbaşı ve yüzbaşıyı buldunuz, rastgele bir grubun içinde. Alay için bu olası bir durum mu?”
“Değil hocam. Ordu komutanlığını basarsanız belki böyle bir üçlü yakalayabilirsiniz”
“Çok güzel. O zaman keşif raporuna ne yazarsın?”
“Söz konusu düşman birliğinin bir alay olmasının çok düşük bir olasılık olduğunu.”
“Budur! İşte biz de çıkarımsal istatistikte bu metodu kullanıyoruz. Bir varsayımımız var; bir test örneği alıyoruz ve bu örneğe bakarak “Yok, söz konusu birlik alay olamaz” diyoruz. Niye, çünkü o omzu kalabalıkların bir alayda rastgele yakalanmaları çok az olasılık. Ama bir teğmen, iki de on başı yakalasaydınız alay da olabilirlerdi, müfreze de.”
İlk defa Von’un gözlerinde anlamaya yakın bir bakış yakaladım. Belki anlıyor gibiydi, belki yanlış sonuç çıkarıp anladığını sanacaktı. Belki de geçmişteki bir rehine alma operasyonunu düşünüyordu.
...
Teneffüs arasında bunun yerinde oturduğunu görünce yanına gittim.
“Sizin özel harekat grubu, görevdeyken hangi saatleri kullanıyordunuz?”
Saatlere, özellikle de iş ortamında kullanılan saatlere ilgim vardı. İş ortamı derken ofiste, masabaşı dalgıçlarından bahsetmiyorum. Aktif olarak sahada, fiziki zorluklar arasında görev yapanlardan bahsediyorum: polisler, askerler, komandolar, pilotlar, astronotlar ve sporcular. Von’dan beklentim Casio G-Shock modelleri kullanmalarıydı.
“Biz Rolex Submariner kullanıyorduk”
“On bin dolarlık saat mi kullanıyordunuz?”
“Evet hocam, kuvartz ile çalışan saatler eletromanyetik patlamalara karşı hassaslar. Biz de otomatik saatleri seçiyorduk.”
Gözümün önüne hayatımda kendime hiç alamayacağım metal bilezikli Rolex geldi. Belli ki vergilerimle o saati başkalarına alıyordum.
“Peki parlamıyor mu pırıl pırıl?” Tüm hünerleri baskın ve gizlenme üzerine kurulu iken parlak, metal cisim kullanmaları garibime gitmişti.
“Biz onları boyuyoruz. Ayrıca bunu yapan şirketler var, genelde o şirketlerden alıyoruz”
...
Gece eve gittiğimde üşenmedim, Von’un bahsettiği şirketlerin sitelerine gittim. Askeri standartları boyanmış bir Rolex’i yirmi dokuz bin beş yüz Amerikan dolarına satıyorlardı. Düşünmeye başladım:
"Diyelim ki kampüste böyle bir saat takan birine denk gelsem onun benim gibi akademik kadrodan öğretim üyesi olduğu hipotezini kabul edebilir miyim?"
Söylemeye gerek yok, hipotezi reddettim. Denk geldiğim kişi kessen akademik kadrodan olamaz sonucu çıktı.
YORUMLAR
Bir düşünce fırtınası içinde dolaştığını, karmaşık kelimelerin arasında kaybolduğunu hissediyorum. Kelimeler, savaş stratejilerinin labiretinde dans ediyor . Vonnun gözleri bir bilmece gibi karmaşıklığın içinde anlam arayışına dalarken, İlhan Kemal’in kalemi kendi epik öyküsünü örüyor….
Düşman kuvvetlerinin gölgesinde, akademik kadronun derinliklerinde geziniyorsun. Saatler, zamanın dokusunu değiştiren birer elmas gibi parlıyor, fakat altında gizlenen boyaların ardındaki hikayeler, gerçeklerin yansımasını bulmaya çalışan bir entelektüel arayışı taşıyor. Belki de benim 😂
Otomatik saatler, bilgi yüklü bir zaman kapsülü .Akademik kadronun içinde, bu saatin ağırlığına dayanamayacakları bir gerçek mi saklı? Bu karanlık labirentte, bir saatin parlaklığıyla gerçeği boyamak, öğrencileri ve öğretmenleri arasında bir sınav…
( Bu arada tek dersten kalan ben, böyke bir aksiyonun içinde bir döbem kaldım. Çap devam ediyor….
Vonun özel harekat geçmişi, düşmanın derinliklerinde saklı kalmış, üzerinde boyalı bir gerçeğin izlerini taşıyor . Bu düşünsel savaş alanında, bilgi ve mantık silahlarını kullanarak, gerçeği aydınlatmak adına cesur bir yolculuğa çıkıyorsun. Yolculupunuzda size eşlik etmeye devam ediyorummmm…..
Üsküdardan Selamlar