- 200 Okunma
- 0 Yorum
- 0 Beğeni
CATA NELER GETİRMİŞ BİR BAKALIM
018.
NELER GETİRMİŞ BİR BAKALIM
Şu yaz tatilinde günler bir türlü geçmiyor. Sohbet edebileceğim arkadaşların bir çoğu izin için memleketlerine gitmişlerdi. Ben de sağlık sorunlarım ve hanımın, okula giden çocuğumuzun olmamasından dolayı iş yerinden izin alamamıştı. Okul tatillerinde izin hakkı öncelikle okulda çocuğu olan ailelere veriliyordu. Böyle bir kanun yoktu ama sanki yazılmamış bir ortak gelenekti. Öncelik okulda çocuğu olan ailelere veriliyordu.
Hem sağlık sorunundan dolayı, hem de okulda çocuğumuz olmadığı için yaz tatilimizi artık evimizde evimizin balkonunda ve parklarda geçirecektik. Bir yandan da bu işe seviniyordum: çünkü, okul tatilinde uçak biletleri ve izin masrafları bir nevi ikiye katlanıyordu. Okul tatili bittikten sonra hem uçak biletleri hem de otele ödeyeceğimiz paralar azalıyordu. Bu da bizim için azımsanmayacak bir tasarruftur. Herkes izine gittiğinde şehirler adeta Almanya’da boşalıp sakinleşiyordu.
İtalyan arkadaşlar İtalya’ya gittikleri için oradan üç tanesi telefon açarak hal hatır sordular. Onlar gittikleri yerleri, öyle güzel anlatıp tasvir ettiler ki, benim de içimde yaz tatili için bir yerlere gitme arzusu uyandı. Bir türlü evdeki hesaplar çarşıya uymuyor, yapacak bir şey şimdilik mümkün değildi.
Fakat son günlerdeki rahatsızlığından dolayı doktorlar, uzun süre güneş ışınları altında durmamam gerektiğini söylediler. Eğer güneş ışığına uzun müddet maruz kalırsam; şu andaki yapılan bütün tedaviler boşa gidecekmiş ve hastalığım daha da ağır bir şekilde yükselecekmiş. Tedavi iyi gidiyordu. Doktor ne derse harfi harfine titizlikle ve sabırla yerine getiriyordum. Ben de öyle zannedip; kendime ucuz tarife bol keseden moral veriyordum. Türkiye’de özellikle temmuz ve ağustos aylarında güneş ışınları dik ve kavurucu bir haldeydi.
Bizim memlekete giden arkadaşların, nerede ise hiçbiri telefon etme imkanı olmasına rağmen, bir kez olsun aramadılar. Halbuki giderken güya kendi aralarında sözleşmişlerdi: bir hafta birisi, öbür haftada diğeri arayacaktı.
Özellikle Cebrullah abi zamanı aksatmadan telefon edeceğine; gözlerinin içi gülerek ve omuzlarıma bir şaplak yapıştırarak hararetle söylemişti. Diğer üç arkadaşım Türkiye’nin üç ayrı bölgesine gidiyordu; birisi Doğu Karadeniz, ikincisi Doğu Anadolu, üçüncüsü de güneydoğu Anadolu’ya gidiyordu. Cebrullah abi de Orta Anadolu’dan geliyordu.
Cebrullah abi, Akdeniz bölgesinde bir sahil kasabasına gidip, lüks bir otelde yaz tatilini geçireceğini söyledi. Bu bana pek inandırıcı gelmedi. Bugüne kadar hiçbir yaz tatilinde deniz kenarına gidip beş yıldızlı otelde kalmış değildi.
Antalya ve civarındaki oteller, genellikle Hollanda, Almanya, Belçika, Rusya, Ukrayna, Norveç, İsveç, Danimarka gibi gelişmiş ülke ve serin bölgelerden geliyordu. Bu turistler uzun boylu, sarışın, özellikle bayanları çok güzel insanlardı. Herkes kendi dilinde neşeli neşeli konuşup şakalaşıyordu. Biz genellikle çocuklarla beraber birkaç defa gittiğimiz için otellerdeki izlenimlerim bu şekildeydi.
İnanır mısınız, Cebrullah abi, Akdeniz kıyısındaki bir otelde bu turistler arasında nasıl bir izin yapıldığını merak ediyor. Kendisi de çok şakacı birisiydi fakat hanımı çok kıskançtı. Oradaki bir Rus bir turist bayanının Cebrullah abiye yan yan bakıp tebessüm edince; Cebrullah abinin hanımı tarafından kabul edilecek bir husus değildir.
Birden mutlaka yemekhanede havuz başında, sinek barda, sahilde hatta denizin içinde yüzerken kavga ettikleri gözümün önüne geliyor. Bazen onları kavga ederken bir film şeridi gibi gözümün önünden geçip, kendi kendime gülümsüyordum.
Okulun yaz tatilinden iki hafta önce gittikleri için bir müddet Toros dağlarının kuzeyindeki köylerinde olacaklarını söylediler. Köyde baba yadigarı evi tamir edecekmiş. İleride emekli olunca yengeyi de alıp köye dönecekmiş. Eğer sağlığın yerinde olursa; beş on inek alıp, tavuk horoz hindi kaz ördek gibi kümes hayvanları yetiştirip; artık Avrupa’da ilaçlı besinlerle değil, organik ve sınırlı işlenmiş organik besin değerleri belirten beyannamesini dolduracakmış.
Aslında bu tür organik yetiştirici olmasına ben de çok imrendim. Fakat, benim baba yadigarı bir evim yoktu. Onun söyledikleri gibi yaşayabilmem için önce köyüme uygun bir ev yaptırmam gerekiyordu. Bunu yaptırabilmek için en az beş sene para biriktirmemiz şart. Çocuklar okula gidiyordu… Bir benim çalışmam ile de bu parayı biriktirmemiz biraz hayaldi. Köyümün bağlı olduğu ilçede okurken tanışmış olduğumuz hanım, “Kesinlikle köye dönemem” diyor; “ben artık köy hayatını yaşayamam! Öyle kediye köpeğe bakamam! Hele hele koyunla keçi ile uğraşamam, tavukların peşinde yumurta toplayacağım diye koşamam; şimdiden dizlerim ağrıyor!” Deyip kestirip atmıştı. Gerçekten benim işim gerçekten çok zordu.
Duvardaki takvime baktım; bugünlerde arkadaşların, bir çoğu; izine gittikleri memleketlerinden buraya geri döneceklerdi. Bir hafta içinde hepsinin dönmesi gerekiyordu. Cebrullah abi, onlardan bir hafta daha geç dönecekti. Diğer gidenlerin kimisi uçak ile kimisi de tren ile gitmişti. Fakat Cebrullah abi eski arabası ile karayolundan Türkiye’ye gitmişti. Nasıl bir yolculuk yaptığını merak ediyordum. Aklıma geldikçe onun için iyi bir yolculuk yapsın diye dua et ediyordum. Çünkü çok sinirli bir adamdı.
Almanya Avusturya Macaristan Sırbistan’dan sonra ya Bulgaristan üzerinden, ya da Makedonya’dan Yunanistan’a geçerek Türkiye’ye ulaşacaktır. Uzun zaman araba sürünce belki sınırdaki gümrük polisleri ile tartışmaya girip istenmeyen bir duruma düşebilirdi.
Giderken özellikle bu hususu tembih ettim. Yanına öyle on, onbeş bin Euro alma! Sırbistan polisi bildirilmemiş diye parana el koyar dedim. Çünkü, gazetelerde boy boy bu haberleri okuyup radyo ve televizyonlarda dinliyorduk. O da bana:
“On, onbeş bin Euro’yu kim yitirmiş de ben bulayım” dedi.
Ben de ona;
“Sen ne kirli çıkısın sen!.. Bakalım sen de daha ne paralar var acaba” deyip kahkaha atarak gülüştük.
Cebrullah abiyi aslında çok özledim. Buradan gideli aşağı yukarı bir buçuk ayı geçti. Ondan bir haber alamadığım için endişeyle bayağı merak içindeyim. Bu arada televizyon kanallarına bakarak her gün zaten izin yolunu izliyorum. Trafik kazalarını, gümrüklerdeki polislerin yapmış olduğu olayları, yoldaki soygun gibi Polisiye olayları da takip ediyorum. Bu takibin neticesinde eğer Cebrullah abinin ismini haberlerde işitmediğim ve gazetelerde okumadığım zaman; inanın çok seviniyorum. Demek ki, başına bir hal gelmedi diyorum.
Benim hesabıma göre Cebrullah abinin bu hafta içinde buraya gelmesi gerekiyor. İnanır mısınız günleri zor geçiriyorum. Saatler geçmez oldu. Türkiye’ye gitti gideli ondan hiçbir haber alamamak beni daha çok tedirgin etti. O mübarek herif de bir telefon dahi açmadı. Otele ya da yazlığa gittiği yerlerden bir kart dahi atmadı. Beni iyice merak içinde bıraktı. İnşallah başına kötü bir şey gelmemiştir.
Artık burada da günler kısalıyor, sabahları ve özellikle akşamları iyice serin oluyordu. Bu arada oturduğumuz semte üç binek arabası çalındı. İlk önce mahalleliler, bu arabaların çalındığına pek inanmadılar. Buna rağmen polise, arabaların çalındığına dair müracaat ettiler. Bir hafta sonra çalınan araçlardan birisi hakkında yüksek hızla radardan geçti diye bir ceza mektubu geldi. Gece yarısını iki saat geçe, hız yasağının üstüne giderken bir fotoğraf çekilmiş. Şoförün kim olduğu belli değildi. Zaten başında takke, gözündeki gözlük ve ağzını dahi örten atkıdan dolayı kimlik tespiti yapmakta çok mümkün değilmiş.
“Bu trafik cezasını belirten kağıtla sigortanıza başvurunuz” deyip “Eğer, arabanız bulunmazsa; onlardan paranızı alabilirsiniz” diye bilgi vermiş.
Bu olaylardan dolayı Cebrullah abinin geliş gününü unutmuştum. Mahalledeki bu durumdan dolayı herkes bir fikir ortaya atıyordu; kimi giriş çıkışlara ve bazı köşelere kameralar koyalım, kimisi arabalarına alarm takalım, kimisi de geceleri nöbetleşerek mahallede volta atalım dediler. Banka ve finans işiyle uğraşanlar hemen hesap kitap yaptılar, herkese her durumda ne kadar ödenecek pay düşüyor diye herkesin eline birer kağıt tutuşturdular. İki gün sonra tekrar toplantı oldu ve herkese düşen paylar hakkında çeşitli fikirler ileri sürdüler.
Geceleride kendilerine ait kilitli garajları olanlar rahat yatıyordu ama olmayanların kulağı dışarıdan gelecek bir sese adeta kilitlenmişti. Bir de benim gibi meraklı olanlar, her şeye maydanoz olmayı sevenler ile bu işte kendilerine pay kapmak isteyenler de en küçük tıkırtıda, ya da birisini bağırtısını işitse hemen ya pencereye, ya da dışarıya fırlıyordu. Bu dışa çıkanların bir elinde ya sağlam bir değnek, diğer elinde de video çekimine hazır cep telefonu vardı. Dün gece tam üç defa dışarıya çıkıp volta atmıştık. Demek ki insanları felaketler ve bazı olumsuzluklar insanları birleştiriyordu.
Artık mahallede oturan Alman, İtalyan, Türk, Polonyalı, Yunan, Fransız, Afrika ve Uzak Doğudan gelenler adeta kenetlenmiştik. Sabaha yakın yatağa gidince ölü gibi uyudum. Yanımda davul çalsanız uyanacak halde değildim. Ev halkının kimisi okula, kimisi de işlerine gitmişti. Evde sizin anlayacağınız çıt yoktu. Tam deliksiz uyurken cep telefonum acı acı çaldı. Gayet isteksizce elime aldım ve kapattım. Aradan ne kadar zaman geçti bilmiyorum ki aynı ses adeta feryat eder gibi çalıyordu. Söylene söylene bu sefer telefonu açtım. Hem görüntülü idi gelen telefon. Zar zor açtığım gözlerimi ovuştururken karşıdan;
“Bizi aptal yerine koyma. Gözlerini ovuşturarak hasta numarası yapma” diye bağırıyordu.
“Sabahın köründe ne rahatsız ediyorsunuz?”
“Şuna bak ya Hu! Senin saatten günden haberin yok galiba! Saat öğleden sonra üç!” dedi.
“O kadar oldu mu yaaa!”
“Daha neler?”
Bu arada televizyonun üstündeki duvar saatine baktım. Telefonda bağıran adam doğru söylüyordu. Bütün cesaretimi toplayarak;
“Başımızdaki derdi bilmeden car car cırcır böceği gibi neye zırlayıp beni rahatsız ediyorsun? Sen kimsin yahu?”
Ben böyle söyleyince karşı taraftaki daha da hiddetlendi.
“Ta Türkiye’den sana Kırkağaç kavunu getirdim. Ne zorluklar çektim. Değmezmiş be!” der demez bendeki jeton düştü. Hemen sesimi yumuşatıp;
“Bugün saat kaçta geldiniz Cebrullah abi?”
“Biz geleli beş gün oldu. Aramızdan kara kedi mi geçti?”
“O kadar oldu mu yahu?”
“Beş gündür arayıp sormadın. Bir de dövecek gibi bağırıyorsun!”
“Kusura bakma! Şimdi neredesin?”
“Nerede olacağım, tabii ki evdeyim.”
“İyi o zaman. Çay suyunu koy ben hemen geliyorum!”
“Başka bir istek ve dileğin daha var mı?”
“Yok! Gelince anlatırım. Haydi görüşmek üzere!” deyip telefonu kapattım. Hele bir yanına varayım da neler yaşamış, şey yani neler getirmiş bir bakalım.
HALİL GÜLEL
Düsseldorf
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.