3
Yorum
5
Beğeni
0,0
Puan
657
Okunma

Bizlerin çocukluk yılları seksenlerin sonu doksanların başına denk geliyor. Yani şanslı nesillerdeniz. Belki bazılarınız nasıl şansı diyebilirsiniz.
Mahallelerin daha kötülük görmediği zamanlarda bizler yani çocuklar özgürce sokaklarda caddelerde ve kırlarda oyunlarımızı oynayıp gezip tozabiliyorduk.
İnsanın ilk öğretmeni annedir. Çocukluk yıllarıma gidiyorum. Annemin öğretileri dün gibi kulaklarımda.
" Sakın ha! Sana ait olmayana el sürmeyeceksin. Başkasının evine, bahçesine izinsiz girmeyeceksin. Her gün komşuya gidiyorsunuz. Asla arsızlık yapmayacaksınız"
İnsan beşer şaşar.
Hele ki çocukluk yaşlarda ise insan "tembihleri" unutabilir.
İlk insandan gelme bir kotlama belki bu. Hazreti Adem de Cennetten " Şeytana uyup yasak olan meyveyi yemesi" nedeniyle kovulmadı mı?
Sekiz on yaşlarındaydık. En masum en hoyrat duyguların olduğu zamanlar... Tüm gün sokaklarda olunca çocuk, ister istemez macera peşine de düşmüyor değil. O gün tüm mahalleden çocuklarla birlikte orman tarafına gitmeye karar vermiştik. Hem de annemizin onayını almaksızın.
Mevsimlerden bahar mevsimiydi. Aylardan nisan. Tüm doğa uyanmış çıvıl çıvıldı. Baharın tüm renklerini her bir yanda gözlerimiz temaşa ediyor, şırıl şırıl akan derelerden geçiyor arkadaşlarımızla doyumsuz oyunlar oynuyorduk.
İçimizden kimin fikriydi hatırlamıyorum şimdi. Onca güzel şeyden sonra " Yasak" olan duygu sarmalına kapıldık. Başkasının bahçesinden geçerken arkadaşımızın biri bir fidan söktü evine götürmek üzere. Sonra bir başkası, sonra bir başkası. İnsan az ile yetinmeyi bilmezmiş. Bir bir derken önümüze gelen her bahçeden üç beş fidan derken günün sonunda ben de "Yasak" olan duygu sarmalına kapılarak eve onlarca fidan götürdüm kardeşimle birlikte.
Kardeşim de ben de biliyorduk aslında akşam eve gittiğimizde hesap vereceğimizi. Çoğunluğun yaptığına direnip o anki güzel(!) zamanı bırakamamıştık. Kardeşimle her göz göze geldiğimizde " akşam annemize ne deriz" diyorduk.
Gün bitmişti artık. Akşam ezanı okunuyordu. Annem bizi uzaktan gördü elimizde onca fidan ile birlikte. Telaşlı bir şekilde yanımıza koşturdu. Gözlerindeki ateş yüzümüzü yakıyordu adeta. Derin bir sessizlikten sonra bana dönerek " Oğlum bunlar nedir? Nereden aldınız ? Kimin bahçesine girdiniz? hemen söyleyin"
Tabi ne diyecektim anneme. O kadar öğretiden sonra yapılmaması gerekeni yapmıştık.
Annem ne yapsın. Oğulları "Yasaklı meyveyi" yemişti. O gün anemin kıyameti kopmuştu sanki. Elleri ayaklarına dolanmıştı. Ne yapacağını bilemiyordu. Çevresinde döndükçe dönüyor. İşi gücü bırakmış bir ileri bir geri gidiyordu. Bir çare arıyordu.
Çaresizlik nedir ilk defa o zaman anlamıştım. Akşam olmasa bizi hemen fidanları aldığımız yere götürecek, o fidanları ait olduğu yere dikecekti. Lakin karanlık iyice bastırmıştı.
Hemen bahçede bir yer kazdı. Fidanları toplu olarak oraya kurumasın diye yatay şekilde toprağın içine koydu.
Annem o gece bizimle hiç konuşmadı. Gözlerindeki hayal kırıklığı halen gözlerimin önünde.
Sabah oldu. Kahvaltıyı hazırlamadan bizleri uyandırdı annem.
" Hemen o fidanları oldukları yere götüreceğiz " dedi.
" Anne nereden aldığımızı hatırlamıyoruz.. O kadar çok bahçeden geçtik ki hangisi hangisinin bilemiyoruz." dedik.
Annem bir türlü ikna olmadı. Arkadaşlarımızın ailesinin evlerine gitti tek tek. Cevap aynı olunca, bir daha aynı duygularla bir daha üzüldü.
Annem, aylarca o fidanları sahibi gelir diye bekledi. Fidanlar, bahçenin bir köşesinde uzun süre yatay şekilde öyle durdu. Annem de her gün bize, fidanları aldığımız bahçenin yerini, sahibin kim olduğunu sordu. Kimi zaman tatlı bir üslupla kimi zaman sert üslupla. Anneme istediği cevabı maalesef veremedik.
Umut kesilince, fidan dikme zamanıydı sanırım. Hep birlikte ormana gittik. O fidanları mahallenin ormanına diktik.
Bir musibet bin nasihatten iyiymiş.
O günden sonra annemin öğretilerine bir başka türlü sarıldım. Annemin öğretilerini bir başka türlü kulağıma küpe ettim.