- 452 Okunma
- 0 Yorum
- 1 Beğeni
Oyuncaklar da Ölür ( Ölü Kahramanların Hikâyesi)
Mutsuz insanların yüzünde matem çizgileri vardır. Bakışlarında sürekli büyüyen bir boşluk. Geçmişin acı izlerini sırtlanır, onlara kan kurusu bir inatla tutunur, her şeyi satır satır hatırlamaktan sanki haz duyarlar. Kötü yaşanmışlıklar, kötü sözler. Hatıra defterinin içine hep hayallerinde olmayan kötü anılar sinmiştir. Bu anılar onları ayakta tutar, üstü tozlanmaya yüz tuttuğu her vakit temizlenmesi gereken bir eşya gibi yeniden cilalarlar. Yaşamayı bilmeyen bu insanlar teknik olarak ölü de değildirler. İşte size tamda böyle kahramanları hikâye başlamadan ölmüş, ölü kahramanların hikâyesini anlatacağım.
***
On yedi sayısı kutsal bir sayı değildi ya da o yıllarda daha kutsanmamıştı. Ama O, on yedi kez yıkadığı turkuaz bez ile aynasını silmeye başladı. Bezi birkaç kere aynaya vurduktan sonra on yedi kez yıkayıp sıktı. Sonra tekrar tekrar aynayı sildi. Ayna, komindin, ya da gelinlik zamanlarından kalma aynasının bir kısmı rutubetten paslanmış sarı vitrin hiç fark etmezdi. Sanki bezi eşyanın değil, bir türlü yosun tutmasına izin vermediği kör talihinin yüzüne vuruyordu.
Çamaşır makinesinden çıkardığı elbiseleri on yedi kez çırpar öyle asar, elbisenin aynı yerine on yedi kez ütüyü sürer sonra diğer tarafa geçer, bulaşıkları on yedi kez suda ovalar sonra bulaşık makinesine atardı.
Her gün saatlerce evi temizler, her yeri bir iş yeri vitrini gibi dizer, ancak çocuklar eve geldiğinde ya da bir misafir geldiğinde bütün gizem bozulur, sonra hiçbir şey kaldığı yerden devam etmez her şey en baştan başlardı. Hiç bir randevusuna zamanında yetişemez, hep çalışıp didinir hiç dinlenmez ama hiç bir zaman işi de bitmezdi.
Temizlik hastalığı zamanla temiz bir hastalığa mı dönüşmüştü. Yoksa bir çeşit ruhsal bir hastalığa mı kimse bilmedi. Çünkü kimse kimsenin içindeki fırtınaların dindiği güvenli limanı değildi. Her günü bir önceki günün kopyasıymış gibi bir hayat tükenip gidiyor, ömür hanesinden düşen her gün yaşanmamış bir gün olarak kendini kurtarıyordu.
Gözleri matem ambarlarına benzeyen bu kadının ömründen birde elleri soğuk bir adam geçiyordu. İşten geldiği her gün elbiselerini bir önceki gün çıkardığı elbiselerin üstüne köşedeki askılığa sıkıştırmaya çalışan bir adam. Sonra kendini bir kanepenin üzerine atıp, sağır ve dilsiz taklidi yapan bir adam. Kavganın en şiddetli yerinde başparmağıyla işaret parmağını açıp avucunu dışa doğru döndürüp dudaklarını bükerek sanki her şeyi özetlemenin gururuyla yaptığı o garip işaretten sonra, sen bana kimin bedduasısın diye mırıldanıp kapıyı çekip giden bir adam. Duyarsızlıkta ve dağınıklıkta sanki ihtisas yapmış, kabuğu açılmamış küfürsüz ama kurşun gibi sözlere sahip bu baş belasının düzenli olarak yaptığı tek şey her sabah çoraplarını aramaktı.
Geleneklerine sımsıkı sarılı bir türlü şehirlileşemeyen bu bedevi, kadın için ağır bir ıstırap, garip bir imtihan, acı bir hakikatti. Oysa çocuklar için çikolata kokulu bir oyuncak gibiydi. Sürekli sırtına bindikleri, omuzuna çıktıkları, karnında zıpladıkları, kedi gibi sürtündükleri bir oyuncak. Eğlenceli bir oyun parkı. Hiçbir zaman yorgun olmaya hakkı olmayan, her zaman cebinde çikolata parası olmak zorunda olan bir oyuncak. Kadın bu duruma sürekli hayıflanır, iyice oyuncağa döndün çocukların elinde diye söylenip dururdu. Oysa oyuncaklarında bir ruhu vardı. Adam; Oyuncaklar da ölür hanım, oyuncaklar da ölür derdi. Elbette oyuncaklarda ölürdü. Bir çocuk elini bıraktığında. Bir çocuk elinden bıraktığında. Bir çocuk melek olduğunda…
Kadın sürekli söylenir, adam kızar ve her kızdığında o garip işaretini yaparak çekip giderdi. Bu gitmeler onun dert taşı, sabır taşı, sırdaşı gibi bir şeydi. Onu bu cehennemden uzaklaştıran, içindeki fırtınaları dindiren bazen içine şiirler sığdırdığı bir dert ortağı bir vuslat yuvasıydı. Bazen gölgesine sığındığı bir ağaç, bazen maviliğine baş koyduğu bir deniz, bazen yalnızlığını içinde gizlediği bir gece, bazen şırıl şırıl akan suyuna dertlerini fırlattığı bir dere, Onu düştüğü bu girdaptan kurtarıyordu. Adam için vuslat olan bu gitmeler, kadın için girdaptı. Çünkü yıllardır eve geldiği her akşam eşini çeşit çeşit deterjan kokusuyla karşılamış olsa da, evini, elbisesini temiz tutmuş, çocukları büyütmüştü.
Adama ıstırap olan bu “temiz hastalık” kadında değişmez bir yazgıya dönüşmüştü. Adam işten yorgun argın döndüğünde evde yemek kokusu, tebessümle bir karşılama, kurulmuş bir sofra yerine hep üzerinde çamaşır suyu ağartılarıyla dolu bir elbise, elinde ıslak bir temizlik beziyle bir yerleri silen bir kadınla karşılaşıyordu. Oysa kadın gıdayı tatlı bir aş, evi sıcak bir yuva yapacak olan kişiydi.
Kadın, bir türlü bitmek bilmeyen kirli elbiseler, günde birkaç defa kurulup kaldırılan sofralar, bitmeyen bulaşıklar, sonu gelmeyen ütüler arasında kaybolup gitmişti. Çocukları için bir çeşit oyun parkına dönüşmüş kendine karşı ise soğuk bu adama yıllardır katlanmanın verdiği ıstırapla upuzun bir kış gibi bir hayat geçip gidiyordu. Ne O kimseyi anlıyordu. Ne de onu bir kimse.
Adam da kadın da aynı evin içinde, çift kişilik yalnızlık konforunda ayrı ayrı aynı yalnızlığı yaşıyorlardı. Yağmurlardan sonra açan çiçekler, kışın ardından gelen bahar, karanlıktan sonra aydınlığa dönüşen dünya onlar için anlamsızdı. Onlar birbirlerinin ömür törpüsü, sanki üzerinden geçmek zorunda oldukları birbirlerinin sırat köprüleriydi. Ne baharın umudu, ne güzün hüznü fark etmezdi. Gece ihtişamıyla birçok şeyi örtse de yalnızlığı örtemezdi. Çünkü yalnızlık acı bir şeydi. Oysa karanlığın acıyı dindirme özelliği yoktu.
***
Onlar farkında olmasa da kıymış oldukları nikâh akdinden sonra tam on yedi yıl geçmişti. Adam geç saatlere rağmen henüz eve dönmemişti. Kadın kendi kendine söylenip durdu. Yine kim bilir nerede sürtüyor bu ömür törpüsü. Bir haber bile vermez zaten diye mırıldandı. Biraz sonra şehrin gürültüsünü yararak geçen acı bir siren sesi duyuldu. Ve bir kara haber düştü bacadan soğuk yuvaya. Soğuk yıldızların altında matem ambarlarından gözyaşı serinliğinde birkaç mercan süzüldü. Oysa yıllar önce ölmüş bir adamın sadece cenazesini kaldıracaktı.
***
Herkes içinden sağ çıktığı günün gazisi yaşadıklarınınsa şahididir. Ve kadın gazisi olduğu bir günde bir şeye daha şahitlik ediyordu. Titreyen dudaklardan birkaç kelime kurtuldu. Oyuncaklarda ölür. Oyuncağa dönüşen adamlarda.
***
Şu koca dünyaya sığmayan insanın gönlüne bu kadar telaşe nasıl sığar bilinmez amma; bazen insan insanı yaşarken öldüren bir ölüm meleği gibidir. O yüzden insan insanın en büyük meçhulü, en derin girdabı, en ağır imtihanıdır. Kazananlar cennete gider. Kaybedenlerse zaten cehennemdedir.
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.