- 239 Okunma
- 0 Yorum
- 0 Beğeni
ACIMASIZ BUZ YANGINI (kitap incelemesi)-Faruk Aktaş (MAKALE)
Titrek ellerim tutar sensiz karanlığı
Bir anahtardır karanlık, gizemli kapıları açan
Yitik şehirlere sorsam seni bilebilirler mi?
*kitaptan uyarlama
ACIMASIZ BUZ YANGINI
FARUK AKTAŞ
Nobel ödüllü yazar Gabrıel Garcia Marquez kitabını tanıtırken, “Yüzyıllık Yalnızlık’ı iki yıldan daha kısa bir sürede yazdım, ama yazı makinemin başına oturmadan önce bu kitap hakkında düşünmek on beş on altı yılımı aldı.” demiştir. Yine başka bir yerde eserinin giriş cümlesini yazmanın, tüm kitabı yazmaya neredeyse eşdeğer olduğunu anlatmıştır. Her eserin giriş cümlesi, beynimizde ve içsel dünyamızda aklımızı, duygularımızı harekete geçirerek, eserin içeriği hakkında bizde mutlaka bir ışık yakacaktır. Bu ışık fener vazifesi görerek, okuyucuya nasıl bir maceranın parçası olacağına dair öngörü sağlayabileceği gibi eserin içinde kaybolmamızı engelleyecek, yolumuzu aydınlatıp, kurgunun içinden çıkmamıza yardımcı olacaktır.
Yaşar Yıltan bütün gizemiyle karşımızda duran “Acımasız Buz Yangını” adlı eserine; “Bir aklım diyor ki; al ateşi dök buzun üstüne, sonra da bir bak: Ateş mi donar yoksa buz mu yanar? Denemene gerek yok diyor diğer aklım; çünkü diyor, senin duyguların zaten acımasız buz yangını!..” cümleleri ile başlıyor. Girişte imgelerle süslü, çift kişilikli ruh halini yansıtan bu öznel anlatımdan anlıyoruz ki; yazar eserinde, içinde zıtlıklar barındıran bir arayışın içerisinde olacak ve akıcı anlatımıyla bu arayışına bizi de ortak edecek. Bu ortaklık zamanla okuyucu ve yazar arasında telepatik bir bağ kurulmasını sağlayarak, okuyucunun merak hissini artıracak, eseri bir an önce bitirme isteğini kamçılayacaktır. Bunu yazarın büyük bir başarısı olarak kabul ettiğimi belirtmek istiyorum.
‘Bilinçaltı Sayıklamalarım’, ‘Ateş Beyinli Olmanın Donukluğu’ ve ‘Geçmişten Karanlık Geleceğe’ şeklinde isimlendirilen üç ana kısımdan oluşan eserin, on yedi bölümünden oluştuğunu görüyoruz. Eserin kapağından kısımların isimlendirilmesine hatta seçilen olay örgüsüne kadar her ayrıntıda yazarın, okuyucuyu sınırlarını kendisinin çizdiği olağanüstü bir sorgulamanın içine çekmek istediği net bir şekilde görülmektedir. Bu gerçeklik; karşımızda tüm hoyratlığı ile durarak, Ateş Beyinli Olmanın Donukluğunu yaşayan okuyucuyu, Geçmişten Karanlık Geleceğe çekmeyi amaçlayan ve Bilinçaltı Sayıklamaları’na hazırlayan çekim gücü yüksek postmodern bir mıknatısa dönüşecek, avına acıyarak bakacak ve acı acı gülümseyecektir.
Yazar Yaşar Yıltan; “Ölmek çaresizlik karşısında çaresizliğe rağmen yapılan en iyi direniştir.” (sayfa 22) şeklinde sloganik bir söyleyiş ile ölüme özel bir anlam yüklemektedir. Ölüm eserde en belirgin vurgulanan, en sık karşılaştığımız imgedir. ‘Ölüm’ kavramı adeta bir sembol haline getirilmiştir. Bütün sorgulamalar ‘ölüm’ kavramı etrafında şekillenmiş, bilinçaltı yolculuklarının kapılarını ve bu kapıların anahtarlarını açma gücüne sahip kilit görevi, ölümün sırtına yüklenmiştir. Karamsarlık, geçmişten kurtulamama, bağlı bulunulan ideallerin zaman içerisinde -elinde olmayan nedenlerden dolayı istemeden- değişmesi ve bu değişimi kabullenememek, içinde bulunduğu travmadan kurtulamama, karşılaştığı olumsuzlukları düzeltebilmek için çocukluk ve ilk gençlik yıllarına geri dönebilmek arzusu, her yerde ve zamanda karanlığa hapsolma bir daha aydınlığa kavuşamama hissi, en sevdiği olan ‘düzeltemediklerimi düzeltsin’ düşüncesiyle dünyaya gelmesine vesile olduğu biricik kızı tarafından sevilmemenin dayanılmaz acısı, kendisini hiç olarak görmekten kurtulamama çaresizliği gibi bir biri ardına sıralayabileceğimiz daha onlarca korkunç, karanlık, umut yıkıcı olgu bize acıyarak karşımızda durmaktadır. Bu olgular bilinçaltlarında onulmaz yaralara sebep olmuştur. Bu olgular ile yüzleşebilmek ve bilinçaltından gelecek mucizevi bir güçle bunları yenebilmek, karanlıkları aydınlatabilmek ve tünelin sonundaki ışığa ulaşabilmek… Roman kahramanlarının bu idealler doğrultusunda çıktıkları zorlu yolculuğa hep beraber tanık olacağız. Başarılı olanla sevinip, Semih gibi karanlıkta esir kalanlara hep beraber üzüleceğiz. Yazar imgesel anlatımları ve öznel betimlemeleri ile okuyucuyu heyecanlandıran bir anlatım diline sahip olduğunu ve ustalığını göstermektedir. Yazarın bu yazım tekniklerindeki becerisi, okuyucunun hayal gücünün tetiklenmesinde en etkili silahtır. Yazar iyi nişan almış ve hedefi on ikiden vurmayı başarmıştır.
Eserin olay örgüsüne baktığımızda; Eylül’ün Doğan adında kendinden yaşça büyük olan -belki de babasının yerine koyduğu- aşkı içinmiş görünen ama derinliklerinde çok daha karmaşık acılar, kanayan yaralar barındıran ve insan ruhunu kanatıp inciten intihar girişimi, bu beklenmeyen eylemin nedenleri üzerinde düşünen ebeveynlerden özellikle Eylül’ün babası Semih Bey’in geçmişi ile yüzleşerek kendisini sorgulaması, bilinçaltına yaptığı yolculukları, bu yolculuklar sırasında siyasal düşüncelerinin beyninde geçirdiği evrimsel değişiklikleri, aile bağlarının sağlam olmasının istemeden karşılaşılan travmalardan kurtulmada ne gibi etkileri olduğunu görmekteyiz. Yazar bu olay örgüsünü kuvvetlendirmek adına, zaman zaman başka roman karakterlerini ön plana çıkarabilmekte, okuyucuyu istediği şekilde yönlendirebilmektedir. Bana göre eserin en can alıcı mesajlarından birisini komiser Ruknettin Kullep aracılığı ile vermesi buna en güzel örnektir. Sayfa 135’te Ruknettin Kullep sorgulama sırasında “Aslında ikimizin içinde de katil bir canavar var. Benimki görevi gereği karşımdakini yiyip bitiren canavar, seninki ise her ne kadar hümanizm gibi görünse de çocukluğundaki acı günlerin intikamını almaya çalışan bir canavar. Sonunda ikimiz aynıyız. Sadece farklı kulvarda koşuyoruz.” diyerek, Semih’te büyük bir arayışın ve sorgulamanın başlamasına, bilinçaltında kilitli kapıların birbiri ardına istemeden de olsa açılmasına neden olacaktır. Zaten kızının intihar girişimini kabullenmekte zorlanan Semih, bu cümle ile çocukluğuna dönerek, kendisinde büyük değişikliklere neden olacak, sonsuz karanlık dehlizlerle dolu zorlu yolculuğuna ve bilinçaltı sayıklamalarına başlayacaktır. Semih’in acı dolu sonu ile bitecek bu yolculuk bizlere çok şey öğretecektir. Semih’i bu acı sondan Bilinçaltı Dili Mucizeler Eğitmeni Refik Hoca bile kurtaramayacaktır. Lütfen yazarın Ruknettin Kullep aracılığı ile ilettiği yukarıdaki mesaja bir daha bakalım. Gerçekten hepimiz aynı mıyız? Komiser Ruknettin Kullep doğruyu mu söylüyor? Acaba hepimiz çocukluğumuzda karşılaştığımız travmaların esiri veya eseri miyiz?
Sadece Semih değil Eylül’ün annesi Zeynep de bu bilinçaltı sayıklamalarından nasibini alacaktır. “Kaybolmamaktır asl’olan; yoksa kaybolmak kadar kolay şey yoktur; hele bu biraz da kendinden kaçmaksa, kaybolan sadece sen olmazsın, her şey de seninle birlikte kaybolup gider.”( sayfa 49) sözleriyle karanlıklar içinde kaybolmak korkusunun Zeynep’te ne kadar tehlikeli bir hal aldığını görüyoruz. Ona göre kaybolan kişiyle birlikte onunla ilişkili olan her şey de yitip gitmektedir. Bu korku karşısında umudunu kaybetmek istemediğini “Boşluğu okuyorsam eğer bu karanlığın içindeki aydınlığı gördüğümdendir. Hayatta var olma düşün esrarengiz sırların yok olma zamanına denk geldi. Bundan korkuyordum zaten…” (sayfa 55) sözleriyle anlıyoruz. Yazarın Eylül’ün anne ve babası üzerinde yaptığı tahlili incelediğimizde; baba Semih’in anne Zeynep’e göre daha travmatik bir çocukluk dönemi geçirdiğini ve durumun bilinçaltında tedavi edilemez yaralar açtığını fark ediyoruz. Sigmund Freud’un “Bilinç okyanustaki buz dağına benzer. Suyun altında kalan kısım bilinçaltı, su üzerinde kalan kısım bilinçtir.” tezine uygun olarak “Bilinç dışı faaliyetlerimiz aslında bilinçaltımız tarafından kontrol edilmektedir ve bu kontrolde en önemli evre erken çocukluk dönemidir.” anlayışında bir kurgunun olduğunu görmekteyiz. ‘Freudyen’ bakış açısının yazarı etkilediği tüm çıplaklığı ile ortadadır. Kelimelerin sihirli gücünü kullanan yazar aslında roman kahramanlarının, sonucu belli olmayan, mutluluğa ya da mutsuzluğa gidecek karanlık ve zorlu bilinçaltı yolculuğunda, okuyucunun kendisini bulmasını ve sihirli kelimelerin peşine takılıp gelen her bir okurun kendi sorgulamasını yapmasını istemektedir.
Okuyucusuna olayın gerçekleştiği zamanı ipuçları ile vermeye çalıştığına inandığım yazarımız Yaşar Yıltan’ın bu amaçla bazı marka isimlerini vermekten çekinmediğini görmekteyiz. Magirus marka dolmuşlar, Nokia markalı cep telefonu, antenli Ericsson cep telefonu gibi marka isimleri hepimizi doksanlı yılların sonlarına alıp götürüyor. Bu dönem, 5 Nisan 1994 ekonomik krizinin en yoğun hissedildiği ve 2001 yılında gerçekleşecek Cumhuriyet tarihinin en büyük ekonomik krizine zemin hazırlayan yıllardır. Roman okunurken dönemin bunalımları da dikkate alınmalıdır. Yazar anlatımı kuvvetlendirmek için birçok tarihi olaya, şahsiyete ve düşünce sistemlerine gönderme yapmayı ihmal etmemiştir. Ahmet Yesevi’den Şeyh Bedrettin’e, Machiavelli’den Karl Marx’a kadar tarihe mal olmuş isimlerin ve Mevlana, Yunus Emre, Tapduk Emre, Hacı Bektaş-i Veli, Hacı Bayram-ı Veli, Lokman Hekim, Börklüce Mustafa, Torlak Kemal, Ahmet Cevdet Paşa (Tezakir) gibi önemli tarihi karakterlerin yazar tarafından kitapta anıldığını görmekteyiz. Türk edebiyatının ve Türk sendikacılık tarihinin önemli isimlerinden Fakir Baykurt’a özel bir bölüm ayrıldığı da dikkat çeken durumlardan birisidir. Büyük mücadele ve aksiyon adamının yazarın hayatında önemli bir yere sahip olduğu kendini açıkça belli etmektedir. Yine yazarımızın Fransız İhtilalinden Bolşevik Devrimine, 28 Şubat döneminin kudretli generali Çevik Bir’in yayınladığı ‘Psikolojik Harekat Andıcı’na, Fırkai Islahiye ordusuna, Ermeni olaylarının insani boyutlarına kadar, -özellikle 14. bölümde anlatılan ‘Varto’nun Alazı’ olayı- insanın kanını donduran acıları içinde besliyor. Kendisine düşmanca davranan kişiye karşı “soyun sopun kurusun” bedduasının gerçekleşmesi ve öldürüldüğü yerde ot bitmemesi romana metafizik bir hava katmakla birlikte, insan olma yetisini kaybetmemiş her bedende şiddetli sızıya ve gözlerden kendiliğinden gelen kanlı gözyaşlarına dönüşmektedir. Tarih buna benzer karşılıklı yaşanmış binlerce acı olayla dolu değil mi zaten?- Çerkez Soykırımına, 12 Eylül öncesi siyasi çekişmelerdeki kimi bombalı saldırılara kadar birçok olaya değindiğini görüyoruz. Bu olayların birçoğunun tarihleri verilerek ayrıntılı bilgilendirme yapıldığını da görmekteyiz. Bu anlatım tarzının tarih araştırmayı seven okurların nezdinde büyük beğeni toplayacağı yadsınamaz bir gerçeklik olmasına rağmen, sadece edebi metin okumak isteyen sadık edebiyat okuyucularında eserden kopmalara neden olabileceği göz önünde bulundurulmalıdır. Hümanizm ve Komünizm yazarın değindiği ve tanıttığı ideolojik düşüncelerden bazılarıdır. Yazarımız roman içerisinde kötü karakter olarak gösterdiği şahsiyetlere ırkçılık ceketini giydirerek, isim vermeden faşizm (ırkçılık) ideolojisine karşı eleştirel bakışını belli etmekten çekinmemiştir. Ayrıca Şükran Ay (Bir fincan kahve olsam, Sevda yüklü kervanlar), Halit Arapoğlu (Geze geze yüreğime dert oldu), Orhan Gencebay (Bir teselli ver) ve İsmet Nedim (Agora meyhanesi) yazarımızın ismini andığı sanatçılarımızdandır.
Yazarın özellikle intihar girişiminin gerçekleştiği şehir olan Ankara hakkında ayrıntılı adres bilgilerini vermesi dikkat çeken bir durumdur. Bu anlatım tarzı, okuyucuda yazarın bölgeye hakim olduğu ve anlatılan olay örgüsünün gerçek hayattan aktarılmış olabileceği izlenimini arttırmaktadır. Semih hakkında ‘şikayet dilekçesi’ni kimin yazdığı ile ilgili diyalogların olduğu ve intihar girişiminin gerçekleştiği apartman sakinlerinin tanıtıldığı onuncu bölüm, dar anlamda Türkiye’nin, ama evrensel yaklaşımla dünyanın ‘panoramik fotoğrafı’nın çekildiği sanatsal bir fotoğraf karesi gibi karşımızda durmaktadır. Her şeye hakim olmaya çalışan gizemli ve tek dostu bile olmayan apartman yöneticisi “3 Numara”, yazar tarafından o kadar aşağılanmıştır ki bir isme dahi layık görülmemiştir. Karısı tarafından bile terk edilen 3 Numara’nın sahip olduğu tek şey Doberman köpeğidir ve bu köpek aslında onun emrinde olan silahlı güçleridir. Bütün gücünü ve etrafına yaydığı negatif enerjiyi kendisinden değil elinde tuttuğu bu güçten almaktadır. İşlediği insanlık suçlarını saklayabilmek için sır dolu yaşantı sürdürmek zorundadır. Semih hakkında dilekçeyi yazan şüpheliler arasında da ilk sıradadır. Sahipsiz oldukları için 3 Numara tarafından analarından emdikleri süt burunlarından getirilen ve 1864 Çerkez Soykırımından kaçan yaşlı kadın ve yaşlı adam anlatılırken, Çerkez toplumunun özellikle övüldüğü gözden kaçmayan bir ayrıntıdır. Hızlı İran muhalifi Rıza, Bulgar göçmeni aile, yukarı katlardan birinde oturan eşcinsel çift, 2 numara falcı kadın, 1 numaradaki ezilen kadın ve esrarengiz daire ile en dikkat çeken belki de gerçekte olmayıp bilinçaltı yanılsaması olan dünyaya gelmenin çığlığını simgeleyen “Kör Hafız” gibi örneklerle bir toplum panoraması çizilmeye çalışılmıştır. İşte, bu çözülemeyecek kadar karışık, gizemli, iç içe geçmiş, çarpık ve birbirinden soğuk apartman yaşantısının imgesel anlatımıyla yazar dikkatli okuyucuda önemli sorgulamalara yol açmak istediğini “Şehirleştikçe insanlar kendilerini yalnız hissediyorlar. Çünkü şehirler hem çok kalabalık hem tüm insanlar bu kalabalık içinde yalnız” (sayfa 194) sözleriyle, belki de Tanrı’yı ararken kullandığı tümevarım yöntemini burada da kullanarak ‘önce yaşadığın şehir, sonra ülken ve sonra dünya’ üçlemesine ve genellemesine gönderme yapmaktadır.
Karşımızda bir arayış romanı olduğunu yazıyı buraya kadar okuyan her okuyucunun rahatlıkla kabulleneceği bu eserde, yazar bilinçaltı yolculuğu sonunda karanlıklar içinde yolunu aydınlatan sepsessiz olmakla suçladığı Tanrı’ya ulaşacak ve onunla barışma arzusunda olduğunu belirtecektir. Açık mesajların verildiği ve arayış modundan öğretici moda geçilen bu aşamada açıkça deist anlayışın hakim olduğu görülmektedir. Yazar burada adeta bir öğretmen rolüne bürünmüştür. Tümdengelim (Tanrı-Evren-İnsan) yöntemi reddedilerek, her şeyin hiçlikten oluştuğuna inanılan ve Tümevarım (İnsan-Evren- Tanrı) yönteminin savunulduğu bu sonda; Tanrı her yerdedir ve her şeydir. Ona ulaşmanın en temel yolu onun yarattığı her varlığı koşulsuz sevmektir. Onun yarattıklarını tabi en başta insanı severek ve olduğu gibi kabullenerek ancak Tanrı’ya ulaşılabilir görüşleri savunulmaktadır. Dinleri Tanrı’ya ulaşmada en önemli engel olarak gördüğünü özellikle vurgulayan yazarın, ‘Anadolu Halkı’ kavramı ve onların inançları ile durumu açıklamaya çalıştığı da dikkat çekmektedir.
“O an anladım, ateşte yanmak için can atan insanın içinde, ateşten daha güçlü bir aşk olmalıdır.(sayfa 210) Yazarı en yalın haliyle Tanrı’ya ulaştıran bu sonuç, yine onun kitabından esinlenerek yazılan şiirsel bir anlatımla şu şekilde özetlenebilir:
Ama ben gördüm
Hem de sessiz karanlıkta gördüm yıldızlar parlaktılar,
Kör olan beynimmiş yıldızlar aydınlattılar.
Öğrendim Işıktan değil topraktanım,
Öğrendim etten kemikten insanım,
Öğrendim hiçlik varlığın kendisidir,
Keramet aşk ateşindeymiş şimdi öğrendim,
Acının gölgesi görünmezmiş
Görünmezmiş buz ateşinin ışığı.
Ipıssızdır evren,
Ipıssızdır dünya,
Ipıssızdır insanlar,
Acımasızdır buz yangını,
Ve;
Sepsessizdir Tanrı…
Sonra;
Tanrı ışıktır karanlıkta yolumu bulmamı sağlayan,
Havadır, sudur, topraktır!
Seni karanlıkta buldum Tanrım; artık barışma vakti!
Kafamdaki tek soru:
Neden yaşamda değil sadece ölümde aklımdasın?
Baştan sona merak uyandırarak okuyucusunu duygudan duyguya taşıyan ve çok başarılı bir anlatımla karşımızda duran ve bazı ufak dokunuşlarla Türk edebiyat tarihine geçecek bu “Acımasız Buz Yangını” eseri bizlerle buluşturduğu için yazarımız Yaşar Yıltan’a teşekkür ediyorum. 30.01.2023
FARUK AKTAŞ
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.