- 269 Okunma
- 1 Yorum
- 1 Beğeni
KÖRLER EVİ
Günlerdir oturmaktan sıkıldım. Üzerimdeki rehaveti atmak üzere acele ile evden çıktım. Nereye gideceğimi, ne yapacağımı bilmiyordum. Daha doğrusu önceden yapılmış bir planım yoktu. Zaten hayallerimi sığdırmadığım bu şehre geldim geleli hiç planlı bir iş yapmadım. Ayaklarım açılsın diye arabamı şehir merkezinden uzak bir caddeye park ettim. Sonra ara sokaklardan, tren garına giden, şehrin ana caddesine çıktım. Kasım ayının son haftası, öğle-ikindi arası bir zaman dilim içerisindeydim. Cadde boyunca hiçbir tanıdık yüze rastlamadım. Öğretmen evinin caddeye açılan bahçe kapısı önüne geldiğimde, çöpten çıkardığı naylon poşeti yırtmaya çalışan bir köpek dikkatimi çekti. Belli ki karnı aç. Hayvan beni görünce açmakta olduğu poşeti bırakıp geriye çekildi. Rahatsız ettiğimi anlayıp, hızlıca öğretmen evine girmeye karar verdim. Oysa evden çıktığımda buraya gelmek gibi bir niyetim yoktu. Bahçede, öğretmenevinin yemekhanesine erzak getiren aracın yanında ayakta sohbet eden iki kişiye selam verip, ana kapıdan içeriye girdim. Merdivenleri çıkıp ikinci kattaki büyük salona geçtim. İçeriye girdiğimde gözüm tanıdık bir sima aradı. Bulamadım! Pencere kenarında boş duran, geniş, yuvarlak masaya oturdum. Oturduğum yerden bir kez daha diğer masalarda oturanlar üzerinde göz gezdirdim. Yine bir aşina yüze rastlayamadım. Salondaki sütre gerisinde, masadaki boşları toplayan genç garsonla göz göze geldiğimizde el kaldırdım. -Tamam, gördüm- der gibi, başını hafif öne eğip, sonra da boşları topladığı elindeki tepsi ile salondan çıkıp bitişikteki çay ocağına girdi. İçimden, vakit bulmuşken şöyle okkalı bir Türk Kahvesi içmek geçiyordu. Biraz sonra genç garson elinde bir bardak demli çayla yanıma gelip, hiçbir şey söylemeden masaya bırakıp gitti. Oysa ben ona çay siparişi vermemiştim. Bir anda içimdeki kahve içme hevesi kırıldı. İçimden -Olsun be, şimdi çocuğumu kıracağım- diye geçirdim. Çayımı içerken, oynanan oyun skorlarının yazılması için masaya konmuş ve masa temizliğinden sonra orada kalmış, boş, küçük bloknotu önüme çektim. Cebimden kalemimi çıkartıp parmaklarım arasında öylesine gezdirdim. Bir yandan çayımı içerken bir yandan da salondaki masaları saymaya başladım. Saydıklarımı önümdeki kâğıda not alıyordum. Toplam onüç masa vardı. Altı tanesinde okey oyunu oynanıyordu. Beş masa ise üzerine yerleştirilmiş okey takımıyla oyuna hazır vaziyette boş bekliyordu. Oturduğum masaya en yakın olan masada okey takımı bulunsa da masada oturan üç kişi kendi aralarında sohbet ediyorlardı. Salt benim oturduğum masanın üzerinde önümdeki bloknottan başka bir şey yoktu. Yanı başımdaki masada oturanlar, şeker pancarı ekmenin zorluğundan bahsediyorlardı. Belli ki ürünleri hâlâ tarlada bekliyordu. Oyun oynayanların kendi aralarındaki anlaşılmaz konuşmaları ve okey taşının çıkardığı sesler, yüksek ve geniş salonun duvarlarına çarpıp, boş masaları dolaşıyordu. Her oyun masasının başında ya altı ya da yedi kişi vardı. Oyuna dâhil olmayıp, yan tarafta izleyen –yancılar- (sonradan öğrendim bu terimi) asıl oyunu oynayanlardan daha heyecanlı görünüyordu. Arada bir ayağa kalkıyorlar, karşısındaki adama kaş göz işareti yapıyorlardı. Bardağımdaki son yudumu içtikten sonra gözlerim salonun tavanına ilişti. Önümdeki bloknottan, yazdığım sayfayı yırtıktan sonra, ters çevirip ikiye katladım. Beyaz tavandaki, içerisi parlak ofis tipi aydınlatma lambalarını saymaya başladım. Ondört taneydi. Her birsinin içerisinde ikişer tane florsan olmak üzere tam yirmi sekiz tane ampul gündüz gözüne yanıyordu. İçim acıdı, üzüldüm, kederlendim. Oturduğum yer sıradan bir yer değildi. Ne bir ticarethane, ne bir eğlence yeri, ne de bir köy odası. Burası, bize, bizlere israfın haram olduğunu bildirip, tutumlu olmayı ta ilkokulda öğreten öğretmenlerin eviydi. Kafasını kuma gömmüş devekuşu gibi etrafından habersiz, oyun oynayanlara baktıkça acaba bunlar gerçekten öğretmen mi sorusunu kendime sormadan edemedim.
Hayalimi sığdıramadığım bu şehirde, bir kez daha hayal kırıklığına uğradım. Oysa benim tahayyülümdeki öğretmen bu değildi ve bunların arasında olamazdı.
Masadan kalkarken gözüm genç garsonu aradı. Göremeyince çay ocağında olduğuna kanaat getirip, salondan çıktım. Çay ocağı kapısından genç garsona seslenip, çay parasını verdim. “Bozuk kalmamış, bir dakika bekleyin, aşağıdan para bozdurayım” deyip yanımdan ayrıldı. Birkaç dakika sonra elindeki bozuk para üstünü bana uzatırken, gözlerinin içine baktım. Ve “Sana bir şey soracağım” dedim. “Buyur, sor” dedi. “Şu salonun tavanında kaç tane lamba var” “Bilmiyorum” “Şu anda kaç tane ampul yanıyor” “Saymadım” dedi. “O zaman ben söyleyeyim. On dört tane lamba var ve her birinde ikişer tane florsan ampul yanıyor, toplam yirmi sekiz tane ampul. İçeride onüç tane masa var, her masaya ikişer tane ampul düşüyor. Neden gündüzleyin bu aydınlık havada boş yere yakıyorsunuz? Yazık değil mi?” dedim. Genç garson cevap vermedi. “Peki, bu içeride oturanların gözleri görmüyor mu? Gündüz gözüne tepesinde yanan ampullere başını kaldırıp hiç bakmıyorlar mı?” dediğimde, genç garson, kendisinden hiç beklemediğim, ya da benim arayıp da bulamadığım cevabı verdi. “Çünkü onların hepsi bakar kör de ondan” dedi.
İki gün sonra öğretmenler günü. Hayalimdeki öğretmenim! Günün kutlu olsun.
Öğretmen evinden ya da genç garsonun ifadesiyle “Körler evinden” kendimi dışarı attım. Bahçe kapısının yanında duran köpek, çöpteki poşeti açıp, içindekileri etrafa saçmış, başında bekliyordu. Görünüşe bakılırsa o da benim gibi aradığını bulamamış hayal kırıklığına uğramıştı.
22 Kasım 2018 / 14.00
YORUMLAR
Öğretmenim.Bu yıl öğretmenler odasına hiç girmek istemiyorum.Zira eskiden teneffuslerde öğrencilerden konuşurduk, dersin işleyişinden konuşurduk.Elbette kişisel mevzuular da olurdu. Ancak geçen yıl başlayıp bu yıl hızla ilerleyen bir "borsa sevdası" beni onlardan ve odadan o kadar soğuttu ki!
Dün öğretmenler odasına on kadar dergi bıraktım. Belki dedim boş laf yerine bir iki satır bir şey okurlar.Sabah koyduğum dergiler ikindi saatlerinde aynı şekilde aynı yerde duruyordu.
Tam bir hayal kırıklığı .
24 Kasım mı? Boşverdim çoktan.
Elinize sağlık.